İlhan Erdost Anısına- 7 Kasım 1980 Cuma

Ali Cemal Türkmen kullanıcısının resmi
Muzaffer ve İlhan Erdost, gözaltına alındıkları Mamak Askeri Cezaevinde, A Bloktan C4 Bloka nakilleri sırasında, araca bindirilmeden önce, araç içerisinde ve araçtan indirildikten sonra dört asker tarafından acımasızca dövülmüş, koğuşa alındıktan sonra da İlhan Erdost yaşamını yitirmişti…

12 Eylül’den ben de payımı almış, tutuklanmış ve Mamak Askeri Cezaevine konulmuştum.  7 Kasım’dı.  Farklı bir gündü, nedenini soracak olursanız bilemiyorum… Ama içimde tarifsiz bir sıkıntı vardı. İşim ve okulum hakkında bilgi alamıyordum. Üstelik iki aydır benim sorumluluğumda büyümekte olan yetim kalan kardeşlerim bensiz neler yapıyorlardı, bilemiyordum. Dünyadan bihaberdim kısacası.

Kafamda onlarca yanıt arayan soruların olduğu günün akşamı olmak üzereydi.  Koğuşta çamaşır yıkayan, söküklerini diken birkaç arkadaşın dışında tüm tutuklular bahçede zoraki askeri eğitim yapıyordu.

Bulunduğumuz cezaevinde A, B, C, D, E, F olmak üzere altı Blok vardı. Sonradan İdare kaldığımız Blokun adını C4 Blok olarak değiştirdi. Konum olarak cezaevinin en sonundaydık. Tam Askeri Savcılığın karşısında…

Cezaevinin etrafı tellerle çevrili ve mayın döşeliydi. Kedi ve köpekler bu bahsi geçen kısımdan karşıdan karşıya geçmek isterken mayına basınca hem ses hem ışık veren bir patlama sesiyle irkildiğimiz anlarda nöbetçi kulübelerindeki askerlerin attıkları kahkahalarında anlayabiliyorduk.

 Bahçe içerisindeki nöbetçi askerler silahsızdı; kıdemli olanın elinde telsiz, diğerlerinin ellerinde ise copları vardı.

Bahçede bir hareketlilik oldu birden. Elinde telsiz olan kıdemli asker, diğer askerler ile telaşla bir şeyler konuştuktan sonra, “Herkes içeri girsin ve cam kenarlarından uzakta durun!” diye bağırdı. “Bu bir emirdir. Şayet emre uymayanlar olursa gerekli ceza uygulanacak!” diye ekledi.

Önemli bir durum var ama ne olduğunu bilmiyorduk. Meğerse birazdan yaşanacak olaylara şahit olmamamız isteniyormuş bizden.

 Zorunlu olarak içeriye girildi ama istedikleri gibi cam kenarlarından uzak duramadık.

Ben ve birkaç arkadaşım dışarıyı izlemeye başladık. C4 Blokun önüne askeri Reo marka bir cemse yanaştı, içinden önce silahlı iki asker indi, sonra iki kişi indirildi ardından silahlı iki asker daha… İki kişinin ayakta duramayacak bir halde olduklarını gözlemeyince koğuş temsilcisine dönüp onun ivedilikle dışarı çıkmasını, bahçe içerisindeki nöbetçi askerler yeni gelen iki kişinin sağlık durumlarının iyi olmadığını, çok işkence gördüklerinin hallerinden belli olduğunu, sonra bu sorumluluğa onların da ortak olmamasını söylemesini istedik.

Cemseden indirilen iki tutuklu halen askerler tarafından tüfeğin kabzasıyla vuruluyor, tekme tokat dövülüyor ve rastgele kafa, sırt, kol ve bacaklara kısaca nereye geldiğine bakılmaksızın coplanıyorlardı. Askerler yorulunca getirdikleri iki kişiyi bahçe içerisindeki nöbetçi askerlere tutanakla teslim edip ayrıldıktan sonra, koğuş temsilcisi arkadaş bahçeye çıktı, nöbetçi askerlerle konuştu. Askerler koğuş temsilcisinin uyarılarını da dikkate almış olmalılar ki, “Koğuşta boş yeriniz var mı?” diye sorarak iki tutukluya hiç dokunmadan içeri almasını istediler koğuş temsilcisinden.

 İkisi de çok işkence görmüştü.  Yürüyecek takatleri yoktu. Çok perişan haldeydiler, elleri, yüzleri şiş ve kan içerisindeydi.

Kapılar tekrar açıldı. İki tutukluyu almak için biz de dışarı çıktık. O ara nöbetçi askerlerden içeride bulunan 200’e yakın tutuklunun havalandırmaya çıkarılmasını istedik. Çünkü yeni gelen iki tutuklu ile yakından ilgilenmemiz gerekiyordu.

İçeri aldık. İçeride sağlı sollu iki tane koğuş vardı. Biz sağ koğuşta boş yatak olduğu için sağdaki koğuşun girişindeki bir banka oturttuk onları. Kendilerini tanıtmalarını istedik. İki kardeş olduklarını, birisinin adının Muzaffer, diğerinin adının ise İlhan Erdost olduğunu öğrendik. İlhan’ın yüzü ve gözleri kanlanmıştı. Üzerindeki palto kan içindeydi. Muzaffer’in durumu İlhan’dan farksız değildi.  Elleri, yüzü şiş içerisinde kalmış, ağzını açıp konuşacak durumda değildi.

Koğuşta, hatırladığım kadarıyla Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olmuş ve aynı hastanede görev yapan Dr. Vahap adlı bir arkadaş vardı. Duruma o müdahale etti. Muzaffer ve İlhan’ın ranzaya uzanmalarını istedi. Benden de İlhan’ın uzanırken kafasının altına yüksek bir şeyler koymamı istedi. Dizime bir yastık koyup İlhan’ın kafasını dizime yatırdım. Dr. Vahap işini bitirdikten sonra, “Arkadaşlar,” dedi. “Dinlenmeleri gerekiyor, soru ve benzeri bir şeyle rahatsız etmeyin.”

 İlhan bir ara midesinin bulandığını söyledi. Beti benzi solgundu. Daha sonra “Su, su” diyerek sayıkladı. Ben arkadaşlara su getirmelerini söyledim ama Dr. Vahap, İlhan’a su vermemizin tıbben sakıncalı olduğunu, bir iç kanama geçirmiş olabileceğini, su verirsek zarar görebileceğini söyleyince su vermekten vazgeçtik.

Sadece yüzünü yıkadık ve dudaklarını ıslattık. Az sonra İlhan “Nefes alamıyorum, nefes alamıyorum,” demeye başladı.

Koğuşta iç kısımdaki bir ranzada yatan Muzaffer, kendi acısını unutmuş, İlhan’ı soruyordu. Muzaffer’i getirip İlhan’ın yanındaki ranzaya yatırdık. Birbirlerini görmelerinin iyi olacağını düşünmüştük. 

Bir ara Muzaffer, İlhan’a seslendi ama yanıt alamadı. DR. Vahap kalkıp ranzasına gitti İlhan’ın. Nabzına baktı, atmıyordu. Göğsüne bastırarak soluk aldırmaya çalıştı. Başka bir arkadaşımız suni teneffüs yaptı. Tüm çabalar sonuçsuz kalmış, İlhan’ın ağzından kan geliyordu.

 Hemen nöbetçi askerlere seslendik. Geldiler hemen. Yen gelen iki tutuklunun durumlarının iyi olmadığını, bir an önce hastaneye kaldırılmalarının gerekli olduğunu söyledik. Nöbetçi askerlerden biri kendi nöbetlerinde böyle bir şeyle karşılaşmalarının kendisini üzdüğünü, bir an önce ilgili nöbetçi subaya durumu intikal ettirileceğini bize belirterek hızla uzaklaştı yanımızdan.

Dr. Vahap, İlhan’ı kaybettiğimizi, artık sağlık anlamında yapılacak bir şey kalmadığını söyleyince hepimizin yüreğine büyük bir acı saplandı. Tüm koğuş çaresizce susmuştu.  Bundan sonra ne yapabiliriz diye düşünmeye başlamıştık.  Havalandırmada olanlara haber verememiştik. Birkaç arkadaş,

 “Hemen eylem yapmalı, direniş başlatmalıyız yoksa hepimizi teker teker yok etmeye çalışacaklar,” dedi.

Biz de eylem yapmakta karar kıldık.

Bir süre sonra bir astsubay geldi. Sağlıkçı olduğunu sonradan öğrendik. İlhan’a baktı, inceledi, yapacak bir şey kalmadığını söyledi ve yanındaki askere, “Hemen ambulans çağırın!” dedi.

Çok geçmeden ambulans geldi. İki sağlıkçı İlhan’ı üzerine yatırdığımız battaniyenin köşelerinden tutup koğuştan ambulansa taşıdılar.

Ambulansın ardından koğuşa bazı asker, subay ve astsubaylar geldi. İlhan Erdost’un abisi Muzaffer Erdost’u alıp götürdüler. Anladık ki bir daha dönmeyecekti.

Çok geçmedi. Akşam içtimasına bir yüzbaşı ve subay, astsubay, erbaş ve erler geldi. Bizleri sakinleştirmek adına yüzbaşı bir konuşma yaptı. Konuşmasının içeriğinde; bunun bir savaş olduğunu, savaşta bu türlü kayıpların olmasının normal olduğunu, buna alışmamız gerektiğini, kendisinin de 74 Kıbrıs Barış Hareketinde gözünün önünde birçok askerinin öldürüldüğünü, bunun için çok üzüldüğünü fakat o zaman elinden hiçbir şey gelmediğini söyledi. Bizlerin de sakin olmamız gerektiğini söyledi. Daha sonra sayım almak için talimat verdi.

Tabii bu arada sayım alınırken kafalarımızı yukarıya kaldırıyor, gökyüzüne bakıyorduk. Çünkü askerler sayım alırken askerlerin kim olduğunu, yüzlerini tanımamızı istemiyorlardı. Birçok kişi başını yukarıya kaldırmadı. Bu bir protestoydu aynı zamanda. Bunu fark eden birkaç asker geldi, botlarının sivri ucuyla başlarını yukarıya kaldırmayanların ayak bileklerine acımasızca vurdular. Yine de başlarını kaldırmadıklarını görünce bu kez sözlü tacize başvurdular.  Bu davranışları da karşılık bulmayınca subay olan “Bugünlük bunu affediyorum ama tekrar edilirse daha kötü bir ceza vermek zorunda kalacağım!” dedi.  

Sayım alıp koğuştan çıktılar.

Böylelikle 7 Kasım 1980 Cuma akşamı herkesin belleğine kötü bir gün olarak kazınmıştı.

Tabii o gece hiçbirimizin gözü uyku tutmadı, özellikle bu olayı canlı yaşayan beni…

Ayrıca Muzaffer Erdost’u alıp götürmüşlerdi. “Ona ne oldu ne yaptılar, o şimdi nerede?” diye merak içindeydik. Bir haber de alamadık. Merakımız birkaç gün sonra kendiliğinden son buldu. Bulunduğumuz C4 Blok Askeri Savcılıkla karşı karşıya idi ya, bir havalandırma saatinde Muzaffer Erdost’un yanında birkaç kişiyle Askeri savcılığa geldiğini gördük.

“Demek ki İlhan Erdost’un ölümünden sonra abisi Muzaffer Erdost’u serbest bırakmışlar,” diye aramızda konuştuk. Muzaffer Erdost’u görmek bizi fazlasıyla sevindirmişti.

 

 Her 7 Kasım’da Sevgili İlhan ERDOST’ UN mezarı başına gider, kendisini anarım.

 Mücadelesi Mücadelemiz olsun.

 ALİ CEMAL TÜRKMEN

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

11/04/2024 - 21:48
10/20/2024 - 22:24
09/11/2024 - 23:09
08/11/2024 - 20:19

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Dergisinin 54. Sayısı Çıktı
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ocak-Şubat-Mart 2025 tarihli 54. sayısı...
Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan  Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...

Konuk Yazarlar

80’LİK DULLAR-1/ Sedat ÖNCER
Çünkü nüfusu orta yaşın da çok ötesinde insanlardan kuruluydu. Beldenin tek camisinden gün yoktu ki bir sela sesi duyulmasın… Emeklilerin tercih...
ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı. “Korkma Zine, okulun reviri var,...
"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...