Çevremizde çeşit çeşit insanlar görürüz. Kimileri bir kazada ayağını yitirdiğinden yürüme engellidir. Kimileri geçirdiği hastalıklar sonucu görme ya da işitme engellidir. Bu insanların bir ya da birkaç organları işlevlerini yerine getiremez. Ama duyan, düşünen pırıl pırıl, ışıl ışıl beyinleri vardır. Ürettikleriyle, yarattıklarıyla , bir çok sağlam insanın yapamadıklarını başarırlar.
Çevremizde kimi insanlar vardır ki, çevrelerinde gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını kendi bakışlarıyla değerlendirmekten acizdirler. Okudukları gazetelerin, yazarların ya da inandıkları insanların düşüncelerini kutsal bir kitabın sözü gibi kayıtsız, koşulsuz kabullenirler. İnandıkları, doğru söylediklerine koşullandıkları insanların, siyasetçilerin sözlerini benimserler, istemlerini buyruk sayarlar. Hatta bu kişilerin saldırdıkları, karaladıkları insanları öldürmek, yakmak, yok etmek isteği duyarlar. Ülkemizin toplumsal tarihinde örnekleri çokça görüldüğü gibi öldürürler, yakarlar.....
Düğmelerine basıldıkları zaman yapamayacakları şey yoktur bu insanların. Düşüncelerini koşulsuz kabullendikleri insanlardan gelen irade doğrultusunda göz dağı verirler; kendilerine ters gelen her doğru ve düzgün şeyi kırmak, parçalamak arzusu duyarlar. Kimileri de kaba güçle değilse de sırtlarını dayadıkları kalın sermayenin gölgesinde sahip oldukları yayın organlarıyla ver yansın ederler. Kendileri gibi düşünmeyenlere yaşam hakkı tanımamak için her türlü yöntemi kullanırlar.
Peki, kimdir bu insanlar? Adları, kimlikleri nedir? Adları pek önemli değil ama görüldüğü kadarıyla bu kişiler düpedüz düşünme engellidirler. Kendileri düşünemezler. Bu kişilerin beyinleri soyguna uğramış banka kasası gibi bomboştur. Artık kendileri düşünemedikleri için mutlaka onlar için düşünen birileri çıkacaktır. İşte düşünme engelli kişilerin yapabilecekleri tek iş vardır: Kendi yerlerine düşünenlerin tetikçiliğini yapmak.
Yüzyıllar öncesinden gelen bir ses, düşünür EPİHARMUS, insandaki en büyük eksikliğin düşünme eksikliği olduğunu vurguluyor: “İnsan düşünce ile görür ve duyar; her şeyden yararlanan, her şeyi düzene sokan, başa geçip yöneten düşüncedir. Geride kalan her şey kör, sağır ve cansızdır.”
Görülüyor ki insanı insan yapan, onun düşünebilme yeteneğidir, düşüncelerini üretime dönüştürebilme gücüdür. Düşünce üretemeyen kişi ve toplumlar, kendilerini de yeniden üretemez. Artık onlara düşen şey ya televolelerin, popstar programlarının beşiğinde sallanmak, ya da dedikodu makinelerini yağlayıp durmaktır.
Bir toplumda düşüncenin üretim ve değişim gücünün tükenmesi; bilimde, dinde, toplumsal yaşamda “dogmalaşma”yı doğurur. Dogmaların, yani kalıplaşmış, dondurulmuş düşünce ve anlayışların kölesi olmuş toplumlar ise Çağın gerisinde kalmaya, uygarlık yolunda ilerleyenlerin bastığı yerleri süpürmeye mahkûmdur.
Yolda, yolakta, köşede, bucakta bir koltuk değnekli, bir beyaz bastonlu görsek, insanca bir tepkiyle üzülürüz, yüreğimiz burkulur. Halbuki bir ya da birkaç organı işlevsiz olsa da bu insanlar, yüreklerindeki cevheri yitirmedikleri sürece ışıl ışıl beyinleriyle üreticidirler, yaratıcıdırlar. Topluma yük değildirler. Hatta bazıları, toplumu da sırtlar...
Yaşamda gerçek acınası kişiler, merhamete gereksinmesi olanlar; düşünme engelli, ödünç düşüncelerle yaşamaya çalışan zavallılardır. Toplumdaki yerleri bir cezve, bir pense ya da mangal maşası kadardır. Kullanamazlar, kullanılırlar.
ALİ ZİYA ÇAMUR