ABİDİN YAĞMUR’DA SICAK, İŞSİZLİK VE YALNIZLIK!... Adil Okay

Adil Okay kullanıcısının resmi
“Bir asma kilidin asık yüzünün ardında kendi halinde kalan evin kerpiç duvarlarının, 40 gün süren Nisan yağmurlarıyla iyice nemlenip çökmeye yüz tutması bile, güzel mi güzel bir kadının, anahtarı emanetine alan köylünün kapısını, bir Haziran akşamı ‘Ben Gülsüm’ün kızıyım’ diyerek çalmasına kadar fark edilmedi.”

 
 
“Deve bayıltan sıcakları” şeklinde bir sıcaklık tanımı var mıdır?
O sabah evden çıktığımda, insanı ikinci adımda terleten, beşinci adımında bunaltan sıcağı böyle tanımladım. Hatta tanımlamakla kalmadım, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’ne bu tanımın kullanılması ricasını ileteceğim mektubu kafamda tasarladım. (…) Kendi kendime güldüm” (Ket, S. 41)
 
Başlıktaki “Sıcak” sözcüğünü iki anlamda kullanıyorum. Birincisi eğretileme, diğeri sözlük anlamı. Yalnızlığı da öyle: Fiziki ve ruhsal. Abidin Yağmur’un yeni okuyup bitirdiğim “Pazartesi“ adlı öykü kitabından bende kalan anahtar sözcükler bunlar. Tabi bir de İş-siz-lik. Özellikle “sıcak” ve “iş-siz, iş-çi” sözcükleri, bu sözcüklerin doğrudan ya da yan anlamları, kimi zaman birbirinin devamı izlenimi veren öykülerinde temanın kendisi olabiliyor. Veya temada arka plan. Leitmotov anlatım tekniğinde olduğu gibi bilinçli tekrarlarla, monolog ve diyaloglarla sorgulanan bu kavramlar, Yağmur’un öykülerinde karşıtlığıyla var. Sıcak soğukla, işsiz işçiyle, yalnızlık kalabalıkla. 
 
Yağmur’un kitabında çok katmanlı, gözenekli, kimi zaman Kafkaesk, kimi zaman tiyatro sahnesinde absürt oyun izliyoruz izlenimi bırakan on dört kısa öykü var. Bu öyküler her şeyi kapsıyor diyebilirim: Durum, epizot, anlatı, karakter.  Veya“Bir gazetecinin günlüğü” de diyebilirsiniz yazdıklarına. Ama biçem olarak yalınlığı seçmiş yazar. Söz kalabalığı, zorlama metaforlar, kahramanlık menkıbeleri ve törel değerler ile öykülerini boğmamış. Kısa öykünün kurallarına da uymuş. Çalakalem yazmamış. Oturup çalışmış.  Sanki Hemingway’i dinlemiş: “Önce yetenek olmalı, sonra disiplin. Mesela Flaubert’in disiplini. Sonra da olanlar olabilecekler konusunda bir düşünceniz olmalı ve son olarak sahteliği önlemek için katı bir vicdanınız olmalı.”
 
Abidin Yağmur’un öyküleri tam da Hemingway’in dediği gibi “sahte” değil “sahi”. O, zamanın sıradan kahramanlarını “doğrudan” anlatmış. Ancak bu “sahi” ve “yalın” öykülerde betimlemeler de usta işi.
 
“(…) Yakınlarının mezarlarını arayan ziyaretçilerden saklama gereği duymadan ağlayarak yürüdüm. Mezarlıkta insan insana neden ağlıyorsun diye sorar mı? Kimse sormadı. Ağladım. (…) Sonra geldiğim yoldan Mersin’e döndüm. Dolmuşta ağlamaktan utandım. İçimden ağladım. Çünkü dolmuşta insan insana neden ağlıyorsun diye sorardı.  O günden sonra, her şubat o bahçeden o patikadan geçerek gittim mezarlığa. Bahçe değişmedi. Patika değişmedi. Bahçeyi arkasına saklayan tuğla evle taş ev de değişmedi. Ama çok şey değişti. Bu şehirde onunla ilgili nerede bir anım varsa, orası yıkıldı. Apartman oldu, gökdelen oldu, otopark oldu. Hiçbir şey olamazsa virane oldu. Caddelerde, sokaklarda tanıdık yüzler azaldı. Kapısı çalınacak adresler azaldı. Ve bir gün baktım ki, şehirde çalacağım kapı yok, bir çay içimi oturduğum bahçeler apartman, bir sigara içimi oturduğum gölgeler beton…” (Patika. S.38-40.)
 
Yağmur’un en uzunu 21 sayfa olan öykülerinde, iki istisna dışında, Çukurova insanları, spesifik olarak da Mersin, Mersinliler, sonradan Mersinli olanlar ile olamayanlar da betimlenmiş.  Mersin’in yerlileri,  kendini yerli sayanları ile açlıktan, kuraklıktan, savaştan, köy boşaltmalardan, gönüllü ve/veya gönülsüz gerçekleşen iç göçten dolayı bu coğrafyaya sığınanlar ile artık günlük yaşamımızın, yaşadığımız kentlerin bir parçası olan Suriyeli sığınmacılar yani “Misafir Statüsü”nde arafta bırakılanlar da yer alıyor. Yazar onları çizdiği tabloda -reyting uğruna- karaya boyamamış.  Tuvalde sahi renkleriyle yerlerini almış hepsi.
 
“-Adı yok mu bunun.(…)
-Neyin abi, dedi garson masadan geri çekilip hesap fişini bir eline, kalemini diğer eline alırken.
-O çocuğun canım. Adı yok mu?
- Niye abi hayırdır?
-Ne bileyim gelen giden “lan” diyor da.
-(…) Omuzuma doğru eğildi, fısıldadı:
-Suriyeli abi. Mülteci, Üç kuruşa çalışıyor işte ne yapsın?” (Öbür çocuklar, S. 90)
 
Abidin Yağmur da dikkatimi çeken okuyucuya yolladığı şoklar.  Ulus Baker’in Yılmaz Güney sineması hakkında yaptığı değerlendirmeyi ben Yağmur’un öyküleri için söyleyebilirim.  Onun öyküleri Klasik Toplumcu Gerçekçi Edebiyatta, örneğin Gorki’nin Ana’sında olduğu gibi tek büyük bir şokla sona ermiyor. Baştan sona küçük büyük şoklarla ilerliyor. Steinbeck’in Gazap Üzümleri, Knut Hamsun’un Açlık’ı, Jack London’un  “Martin Eden’ı , İonesco’nun “Kiracı”sı  ve Yılmaz Güney’in “Zavallılar”ı aklıma geliyor onu okurken. Yağmur’un kahramanları kimi zaman Oblomov, kimi zaman Zebercet, kimi zaman da Zübük oluveriyor. Benim “Yolcu”, adlı öykü kitabımdaki “İşsiz mülteci”de çok uzak değil Yağmur’un kahramanlarına. “Biyografik öyküler mi bunlar” sorusu da gelebilir tabi aklınıza. Hangi yazar kendinden, anılarından parçalar- kesitler aktarmaz ki eserlerine. Tabi dönüştürerek, biçimlendirerek, yepyeni bir kurgu, dekor ve atmosfer yaratarak. Yoksa yazılan - yapılan “eser” olmaz.
 
“Beş on işsiz adam, bize bir iş bulmayı, iş bulmadan önce bize meslek öğretmeyi taahhüt eden devlet dairesinin koridorunda otururken ne kadar da mesuttuk. Hepimizin ritmi aynıydı. Dışarıdaki o pazartesi hengâmesinden, gürültüsünden, ‘çekilsene lan işsiz, ne kalabalık ediyorsun’ der gibi bakan iş güç sahibi, önemli, eşsiz, yeri doldurulamayacak müstesna insanların kibrinden uzakta, kendi adımızı bayındır etmiş gibiydik. Sakin sakin, acele etmeden, birbirimize üstten, alttan bakmadan konuşuyorduk.” (Pazartesi s. 13)
 
Belli ki taşrada gazeteci olmanın, işsizliğin sıkıntılarını çok yaşamış yazarımız.  Malum küçük kentlerde kazanılmış haklar bile çok görülür işçiye, ırgata, çırağa, kalfaya, mevsimlik işçiye, sekretere, dershane öğretmenine, gazetecilere ve diğer iş kollarında çalışan emekçilere.  İstisnaları tenzih ederim tabi. Ama buralarda neredeyse “eti senin, kemiği benim” geleneği sürer. Abidin Yağmur, “sıcak”, “iş-siz-lik” ve “yalnızlık” metaforlarıyla bu sömürü çarkını ve sınıf farkını okuyucuya hissettirmiş. Deve bayıltan sıcaklar, fukara sıcağı, kimyasal sıcak, beton sıcağı, nemli sıcak, savaş sıcağı okuyucuyu da terletiyor yer yer. “Coğrafya kaderdir” demiş ya İbn-i Haldun, Yağmur’un öykü kahramanları da “iklim krizi” yanı sıra kapitalist yağmadan dolayı giderek kuraklaşan bu coğrafyada kavruluyor. Belli ki o da yazarken kavruluyor. Kaderi bu: Bu “sıcak” coğrafyada yaşamaya çalışmak ve yazmak.
 
“Onu Güneykent Parkı’ndaki ilk tanışıklığımızdan, birkaç saatlik ahbaplığımızdan hiç söz etmedim. Sanki ilk kez görüyormuşum gibi sanki yedi sekiz yıl evvelki çocukluk heyecanlarını, çocukluk hayallerini bilmiyormuşum gibi sorular sordum. Ben sordukça anlattı: İlkokul beşe kadar iyi gidiyormuş okul. Sonra soğumuş. Öğretmenleri dayakçıymış. Biraz da bunlar doğulu diye hor görürlermiş. ‘En fazla liseye kadar gidersin’ dermiş babası. Yaşıtları hep çalışırmış. Çalışmak dediği inşaat, bahçe, depo filan işte. İyi bir yerde çıraklık denk gelmiş buna da. Mobilya yatak filan. Ama öğrenmiş işi. Birkaç seneye kalmaz usta olurmuş. (…) okusaymış iyiymiş ama şimdi de iyiymiş durumu. (…) Mersin’den ayrılacakmış. Mersin iyiymiş ama sıcağı kötüymüş.” (Eşekli karınca. s. 55)
 
Yol öyküleri de yazıyor Abidin yağmur. “Kasabada unutulan” adlı öyküsünde sona doğru didaktikleşen dil akıcılığı bozar gibi olsa da, “taşra kasabalarını nemli çekmecelerde unutulan fotoğraflara, eşyalara benzetmesi” başlı başına bir imge.
 
“Dul Nevin”i ayrı bir yere koyuyorum. Yazar bu öyküde de Mersin’den uzaklaşıyor, doğduğu topraklara Sivas’a yolculuk yapıyor. Bu gün neredeyse tarihe karışan komşuluk ilişkilerini, imeceyi, bıyıkları yeni terlemiş delikanlıların cinsel düşlerini Dul Nevin karakteriyle Usta işi betimlemelerle didikliyor.
 
“Bir asma kilidin asık yüzünün ardında kendi halinde kalan evin kerpiç duvarlarının, 40 gün süren Nisan yağmurlarıyla iyice nemlenip çökmeye yüz tutması bile, güzel mi güzel bir kadının, anahtarı emanetine alan köylünün kapısını, bir Haziran akşamı ‘Ben Gülsüm’ün kızıyım’ diyerek çalmasına kadar fark edilmedi.” (Dul Nevin. s.64)
 
Abidin Yağmur’un Pazartesi adlı öykü kitabına başladığımda bir tanıtım yazısı hazırlamak fikri yoktu. Kitabın sonuna yaklaştığımda bu öyküler değerlendirmeyi hak ediyor dedim. Okumayı bitirdim sonra kurşun kalemimi alıp başa döndüm. Okuyucuya tadımlık parçalar sunayım derken baktım ki kitabın yarısından çoğunu çizmişim. Elbette her eser eleştirilir. Ve denir ki “bitmiş eser yoktur”. Ben ise önce bakarım, “Ortada şiir var mı, öykü var mı?” diye.
 
Yağmur’un kitabında sahi, sıkı öyküler var.
 
Künye: Pazartesi, Abidin yağmur, Öykü, Kuzgun Kitap Yayınevi, Bursa, 2018.
 
okayadil@hotmail.com

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...