Bir Bektaş Amca vardı bizim oralarda. Babası çoban olanın, oğlunun da çoban olduğu bir zamandı. 16 yaşında başladığı çobanlığı babası öldükten sonra da sürdürdü. Köyümüzü çevreleyen 18 köy dâhil çobanlık yapmadığı yer kalmadı. Kabına sığmaz bir delikanlı olduğu zamanlar bile evlenmeye aday olduğu kapılardan kovuldu. Kimse, bir baldırı çıplağa kızını vermek istemiyordu. Yüzüne her kapanan kapıdan söylenen tek sözdü:
“Ne biz duymuş olalım ne de sen istemiş ol!“
Bir daha cesaret edemedi kız istemeye. Bir daha kovulmaya dayanamazdı. Çobanlık mesleğiyle ancak karnını doyurabiliyordu. El kızı ev ister, elbise ister, gezmek, tozmak ister... Bektaş bunların hayalini bile kuramazdı. Kaderine boyun eğip köyden köye koştu. İçinde birikenleri davarıyla paylaşmaya başladı. Kavalının sesinde, keçesinin sıcaklığında kadın teni vardı. Avuçlayıp içtiği sulara kadınların resmi düşerdi. Suyun serin yüzünde öperdi kadınları. Güneş, ay ve yıldızlar kadın gibi göz kırpardı. Asıl olansa, kadın bir hayaldi. Adı var kendisi yoktu fukaranın. Bir ömür tüketti hayallerinin penceresinden. Uzaklara bakmaktan yakını göremez duruma düştü. 55 yaşında sol gözünü kaybetti. Diğer gözü de seğirtmeye yüz tuttu. Gözü net görmeyince koyunlar kaybolmaya, kurt kapmaya başladı. Hâl böyle olunca, ünü köylere yayılan çobanlık mesleği leke alıyordu. İşsiz kalma, alarm vermeye erken başladı. Yeni aradığı işlerde, geçmiş diploması olan çobanlık geçersizdi. Kılık kıyafeti bile kovulmaya yetiyordu. Geçen zaman içinde diplomalı işsizlerle arkadaş olmuş, devlet kapısına yaklaşmaya bile korkuyordu. Gittiği her kapıdan geri dönüyordu. Fukaralık denilen dipsiz kuyu, kaldığı tek gözlü evin her yanına sızmıştı. Ara sıra komşularının yardımlarıyla ayakta duruyor, diğer günler kasabaya uğrayarak dükkânlardan aldıklarıyla yaşamaya çalışıyordu.
Böyle bir çarkın içinde 60 yaşını doldurdu Bektaş. Gittiği kasabanın kaldırımlarında geçiriyordu günlerini. Önünde geçen kızlara bakıp,
“Bektaş kurbane çıçıke we“ (Bektaş memelerinize kurban olsun) diyordu. Yıllarca oturduğu kasabanın kaldırımlarında söylediği sözleri tek bir kadına ve kıza duyurmazdı. Sapık değildi… Sarkıntılık yapmazdı… Açlığı ağzından çıkar kimseler duymadan içinde patlardı. Söylediklerini bir tek kendine duyururdu. Yıllar boyu aynı sözleri tekrarlayıp durdu. Ta ki Almanya’dan gelen iki Almancı kızı görene kadar...
Kızları gördüğü an, “Bektaş kurbane Çıççıke we!“ dedi. Bu sefer sesi tıkanmıştı. Söylediği sözler mi, yoksa kaldıramadığı hayatı mıydı kendisini boğan, farkında değildi. Gözleri tümden kapandı. Memelerine kurban olduğu kızlar görünmüyordu. Karnını doyurduğu dükkânlar birer belirsiz nokta olmuşlardı. Bu karanlık Bektaş‘ın sonu oldu.
Duran kalbi bir daha çalışmadı fukaranın. Bir çuval gibi sol yanına düştü. Uzun zaman kaldırımda kaldı. Görenler bakıp geçiyordu. Kaldırımda bir hiç yatıyordu, yaşanmış kabul edilmeyen bir hiç!
Onu tanıyan dükkân sahipleri belediye mezarlığına gömülmek için kaldırdılar.
İlk sefer bir İmam okuduğu duaları kısa kesti. İlk sefer cılız bir sesle verildi sala.
Bir an önce gömüp evlerine dönmek isteyenler, Bektaş‘ın cansız bedenini bir hayvan leşi gibi fırlatıp gömdüler bir çukura. Başına bir taş bile koymadılar. Yaşarken farkında olunmayanın mezar taşı olsa ne faydaydı…
Hayat böyleydi işte… Fukaralık bir ömür boyu insana bir meme göstermeden alıyordu insanın canını. Bir meme, sa-de-ce bir memeyi çok görmüştü kader Bektaş Amca‘ya.
O şimdi yeri belirsiz bir mekânda, kimselere duyurmadığı sözlerini tekrarlıyordur belki de. “Bektaş Kurbane Çıççıke we“