Aslında tercihlerim hep beni yanıltırdı ama kalkmak zorundaydım. O pasifikte eşine az rastlanır kadını seyretmek yerine usulca çıktım yataktan.
Sobalı bir evdi burası akşam içerisi cehennem gibi sıcaktı ama şimdi o sıcaktan eser kalmamıştı. Odanın dışı daha da soğuktu. Sonunda yüzümü yıkamak için lavaboya ulaşmıştım. Niye bu kadar uzun sürmüştü bu yolculuk? Yoksa soğuk kan akışımı yavaşlattığı gibi algılarımı da mı donduruyordu? Günün sonunda olacakları bilseydim belki de donsun isterdim tüm algılarım!
Yüzümü yıkarken gözlerime dikkat kesildim. Hiç böyle görmemiştim onları ve neden böyle görünüyorlardı ki? Ne olmuştu onlara? Yoksa bugün hiç şahit olmadıkları bir acıya uyanmak mı onları böyle etkilemişti? Dante’nin ilahi komedyasındaki ölüm çukurları gibiydi gözlerim. Defalarca su vurdum. Dikkatlice baktım onlara ve hâlâ aynıydılar. Vazgeçtim sonra. Düzelmeyecekleri belli olmuştu. Belki de bilseydim olacakları “kapanın” derdim ikisine de “açılmayın bugün görmeyin çaresizliğimi.”
Sonra vedalaştım aynadaki ben ile. Ancak zor olmuştu ayrılmak. Ne oluyor bana böyle? Ne olduğum yerden ayrılabiliyordum ne de olmam gereken yere ulaşabiliyordum. Tüm bedenim bu gerçeğe uyanmıştı bugün. Evet, ben bugün yatağın çaresiz tarafından kalkmıştım.
Nihayet döndüm o İnci kadının yanına. Her şeyden habersiz öyle güzel uyuyordu ki. Bir an içimden bir ses, “Dön yatağa okuma bugün o kitabı bırak yerinde kalsın.” dedi. Dinlemeli miydim o sesi? Bilmem. Dinlemedim.
Sonra kitabımı aldım. Artık başka bir odada idim. Şimdi yine yalnızdım. Elimde kitabım savaş kazanmış Napolyon edasıyla oturdum koltuğa. Sonra usulca kaldığım yeri aramaya başladım. Ama dur, bir dakika, dün gece çok geç saate kadar bu kitabın üzerinde kalmıştım.
Son hatırladığım İnci’nin beni yatağa çağıran sesi idi. Kitap ayracım olması gereken yerde değildi. Aslında kitabın arasında hiçbir yerde yoktu. Kaldığım yeri aramaya başladım. Zor oldu, ama buldum en sonunda. Sanki kitap da anlamıştı olacakları ve “Okuma beni” der gibiydi. Günün en güzel anını yaşamaya başladım sonra. Tabii ki İnci’nin o kahve çekirdeği gözlerine baktığım anları saymazsak.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. İnci’nin o berrak sesi ile kitabın beni taşıdığı dünyadan döndüm tekrar kendi gerçekliğime…
Gerçeklik ne idi? Peki ya zaman gerçekten var mıydı? Sevdiğinin dizinin dibinde geçen bir saat ile işte geçirdiğin bir saat gerçekten aynı vakit miydi? Bilmem, tüm duygularım başımdan aşağı boca edilmişti sanki. Hepsi birbirine karışmıştı. Anlamını bilmediğim, gittikçe içimde büyüyen bir sıkıntı bedenimi emrine almış, karabasan olmuştu sanki.
Günlük hayatıma ve İnci’nin gözlerine tekrar kavuşmak hevesiyle kalktım yerimden. Elimdeki kitabı usulca bırakıvermiştim. Kapıdan çıktığımda, kendimi yine o koridorda buldum. Aslında her zamanki bu koridor bir değişik gelmişti bana bugün. Nedenini bir türlü anlamıyordum. Ne oluyordu?
Kahvaltı için odaya vardığımda ilk dikkatimi çeken İnci’nin o güzel gözleri olmuştu. Usulca masaya yaklaştım. Gözlerimi gözlerine bağladım. Derin bir nefes eşliğinde alnından öptüm güzel gözlü biricik eşimi, İnciyi. Bu güzel kahvaltı İnci’nin sesi ile bölündü:
-Canım bugün söz verdiğin gibi alışverişe çıkacak mıyız?
“Efendim İncim duyamadım seni.” dedim. Aslında çok iyi duymuştum. Ama o kadar yorgun hissediyordum ki kendimi bir gerekçe sunup evden hiç çıkmayasım vardı. “Peki, canım kahvaltıdan sonra çıkalım.” Dedim.
İnci içerde hazırlanırken hızlıca günün önemli gelişmelerini incelemeye başladım. Ne oluyordu ülkemde böyle anlamıyordum olanı biteni. Her gün bir cinayet veya cinnet haberi vardı. Dün yine büyük bir şehirde lüks bir jeepi ışıklarda durduran gençler zorla para almaya kalkışmışlardı. Bu ülkede herkese ve her şeye çözüm vardı da bu konuda neden çözüm yoktu? Neden her çocuğun karnı doymazdı?
Kol kola girdik İnci’yle. Mağazaların o ışıltılı vitrinleri ve sokaktaki canlı hayat azda olsa beni kendime getirmişti. Şimdi ben de gittikçe İnci’ye ayak uyduruyordum.
İlk girdiğimiz mağazada bir elbiseyi üzerine tutan İnci bana dönerek: “Nasıl oldu canım?” diye seslenmişti. O an göz göze geldik. Gözlerinin içinde her zamanki ışıltıyı görmüştüm. “Süper canım tam senlik bir kıyafet, istersen hemen alalım.” Dedim. Aslında içimdeki ben çok iyi biliyordu. İnci henüz kıyafeti eline alır almaz göz ucuyla etiketine bakmıştım. İşte o an benim için uygun fiyatlı olan bu ürün gözüme çok hoş gelmeye başlamıştı. Kurduğum o güzel cümleler aslında o fiyattan kaynaklıydı.
Her zamanki gibi hiçbir şey almadan çıktık. İnci’nin belki de en sevmediğim özelliği buydu. Onun için bu şekilde dolanmak çok güzeldi. Ancak aynı şeyi kendim için söyleyemiyorum. Ben yirmi yıldır bir türlü alışamamıştım.
Mağazadan çıktık. Şimdi el ele idik. Upuzun cadde üzerinde bir kral ile kraliçe edasında yürüyorduk. Ancak birden çok değişik bir olay gördüğümü sandım. Az ilerimde birkaç vitrin ötede her hallerinden belli halkın tinerci, balici olarak adlandırdığı sokak çocukları vardı. Üç kişiydiler; ikisi on beş on altı yaşlarındaydı. Diğer çocuk ikisinden de küçüktü. En fazla on ikisindeydi. Üzerinde kirden sararmış, kollarının ucu yırtılmış bir kazak ve kesinlikle kendisine geniş gelen ve belinden çamaşır ipi ile bağlanmış bir kot pantolon vardı. Ayaklarında ise hiçbir şey yoktu.
Çocukları görünce çok şaşırmıştım. Neden mi? Hiç mi sokak çocuğu görmemiştim. Görmüştüm. Eee ne idi peki beni bu kadar şaşırtan? Hayatımda ilk defa bir çocuğun elinde çakmak doldurmak için kullanılan gazın uyuşturucu olarak kullanıldığını görüyordum. Önceleri televizyonda görmüştüm. Ama ilk defa canlı şahidi oluyordum. O kısa boyuna, çocuk bedenine rağmen çakmak gazını kirli kazağının içinde bir altın gibi saklıyordu.
İlk an tam olarak anlayamadım. Gözlerimle çocuğa dikkat kesildim. Birkaç vitrin ötedeydi. Arkadaşlarının arkasında koynuna sakladığı çakmak gazını burnuna götürüp kendinden geçercesine gazı içine çekiyordu. Gerçek olduğuna inanamadım. İnci’nin eli parmaklarımın arasından kaydı. Altımdaki asfalt kayıyordu. Uçsuz bir yar başında yalnız kalmıştım. Gözlerimin isyanını duydum bir an “Çıkmayacaktık dışarı, görmeyecektik olanları” der gibi bakıyorlardı bana.
Bir an düşündüm sonra. Kararımı vermiştim. Artık Araf’ta değildim. İnci de yanımda değildi. Usulca yaklaştım arkasından. Yaklaştıkça burnuma keskin bir gaz, kir ve ter kokusu geliyordu. Bu kadar kir içinde kalmak için hangi günahı işlemişti bu çocuk?
Arkalarından seslendim sonra: “Hey gençler nereye böyle?” Sorum karşısında üçü birden irkilmişti. Göz göze geldik. İçlerinden en iri cüsseli olanı: “Sana ne!” diye cevap verdi. Şimdi biraz kararsız kalmıştım. Acaba yaptığım doğru muydu? “Gençler elinizdeki nedir, utanmıyor musunuz böyle şeyler kullanmaya?” dediğimde biraz evvel bana çıkışan iri çocuk diğerinin de omzundan tutarak “Hadi gidelim Murat, yoksa çok konuşacak bu salak” diye arkadaşını zorluyordu.
Şu an olayın daha fazla farkındaydım. Çocuklar aldıkları gazın tesiri altındaydı. Bir anda gelen cesaret ile küçük olanı -koynunda gazı saklayanı- kolundan yakaladım. Ben onu kollarımın arasına alırken diğer ikisi gözden çoktan uzaklaşmışlardı. “Abi yapma.” dedi. Ne yapacaktım ki? Şu an elimde on ikisinde çakmak gazı çekerek beynini uyuşturmaya alışmış bir çocuk vardı. Ona yaklaştıkça burnuma daha keskin bir sidik kokusu gelmeye başladı. Sert bir ses tonuyla: “Bu ne? Koynunda sakladığın şey çakmak gazı değil mi? Utanmıyor musun böyle şeyler kullanmaya?” Artık gözüme hem bir korku hem de bir pişmanlık ile bakan küçük çocuk, “Ne yapabilirim abi, çok açım. Babam beş yıl önce bir trafik kazasında öldü. Annemin evlendiği adam da beni dövünce ben de evden kaçtım. Üç yıldır sokaklardayım.”
Söyledikleri doğru muydu? Belki de her zamanki para sızdırma yöntemlerinden birini deniyordu. “Çok üzüldüm ama bu uyuşturucu kullanmana sebep değil” dedim. Aslında söylediğimin anlamsızlığını sözcükler ağzımdan çıkarken ben de kavramıştım. “Abi be bir iki lira versene bir ekmek alayım. Çok açım abi ne olur!” diye yalvarmaya başlamıştı. Birden başıma dert aldığımı kavramaya başlamıştım. “Oğlum benim sana vereceğim iki lira ile ne alacaksın? Ne yemek istersin söyle sana onu alayım” dedim. Ama çocuk sanki beni duymuyormuş gibi iki lira diye sayıklamaya devam ediyordu. Birden aklıma bir fikir geldi. Çakmak gazını verirse ona iki değil beş lira vereceğimi söyledim. Gözleri parlamıştı: “Peki” dedi. Elimi cüzdanıma atarken o da koyunda sakladığı çakmak gazını çıkarıyordu. Cüzdanımı açtım, beş lirayı o kir içindeki minik ellerine uzattım. Sevinçle parayı alıp yırtık kotunun cebine tıkıştırdı. Şimdi sıra elindeki çakmak gazını almaya gelmişti. Elimi uzattım ama bir şeyler ters gitmeye başlamıştı.
Bir az önce benimle anlaşan çocuk sanki o değilmiş gibi gazı tekrar koynuna soktu. Kaçmak için fırsat kolluyordu. Ama müsaade etmedim. “ Gazı ver oğlum, seninle böyle anlaştık. Yapma çocuğum” dedikçe daha da şiddetli şekilde elimden kurtulmaya çalışıyordu.
Bu tartışma başladığından beri yalnız değildik. Meraklı birçok göz bize bakmaya başlamıştı. Ama kimse yaklaşmıyordu. Son bir gayret ile elimden sıyrılmaya çalıştı. Ama ben yaşça ondan güçlü idim ve pekte pes edecek gibi görünmüyordum.
Birden sağ bacağımda bir sıcaklık hissetmeye başladım. O an acı almaçlarım beynime canımın yandığını söylüyordu. Bir anda çocuğu sıkan elim gevşedi. Tüm dikkatim artık bacağımdaydı. Çocuk benden uzaklaşırken bacağımda daha net görüyordum giderken bana bıraktığı hediyeyi. Küçük paslı bir bıçak bacağımdaydı.
Çevremde çığlıklar duymaya başlamıştım. Birden olduğum yere yığıldım. Etrafımdaki kalabalık her geçen saniye artmaktaydı. İnsanlar olup biteni anlamaya çalışıyordu. Ben ise bacağımdaki yaradan çok “almalıydım elinden o çakmak gazını, onu böyle çaresiz bırakmamalıydım” diye sayıklıyordum.
Birden İnci geldi aklıma ve sıcak tenini hissetmeye başladım avucumda. “Aşkım ne oluyor dalıp gittin. Sesleniyorum duymuyorsun ne oldu?” diye konuşmaya başlayınca kendime geldim. Sokağın ortasında öylece kalakalmıştım. Ne çocuğa yaklaşmam gerçekti ne de elindeki çakmak gazını almak için giriştiğim mücadele. O yoksulluktan tozlanmış ruhlara sahip küçük bedenleri gördüğümden beri donup kalmışım yolun ortasında.
İnci hâlâ merakla gözlerimin içine bakıyordu. Yolun ortasında ne olmuştu da donmuştum. Anlatmaya çalıştım ama dilime söz geçiremiyordum. Gözlerimle denedim sonra onların tek becerdiği gözyaşı dökmekti. Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. O çocuklara doğru koşmalıydım oysa tıpkı deminki gibi cesaretle gitmeliydim yanlarına. Biliyordum belki dilleri ile değilse de gözleri ile haykırıyorlardı: “Çare sizsiniz!”
Duymadım çığlıklarını, gidemedim yanlarına, o kadar cesaret bulamamıştım. Artık yoklardı yanımda. Belki de az ötede çakmak gazı çekmeye devam edeceklerdi. Tüm dünya utanmalıydık. Gözlerinin içine bakmaya utanmalıydık. Oysa ne bende ne de hiç kimsede bu utanç yoktu. Tek görebildiğim insanların onlara karşı yüreklerinde beslediği koşulsuz bir korkuydu.
Oysa utanıyordum. Çaresiz kalmış, onlara elimi dahi uzatmamıştım. Kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştıran yenilmiş bir maymun edası ile yapabildiğim tek şey onlar hakkında konuşmak ve yazmaktı. Evet, bu bir utanç öyküsüydü. Sağımdaki vitrinden kendime baktığımda daha yaşlı görünüyordum. Çaresiz, kendinden utanç duyan ben. O çocuklar gaz ile beyinlerini uyuştururken ben onları kurtarmak yerine Araf’ta kalmıştım. Gitmemiştim yanlarına korkmuştum besbelli.
“Hiçbir şey yok İnci, dalmışım” diyebildim sonra. Farkında değildim ama gündüz sokak ortasında rüya görmüştüm. Tek gerçek olan o çocukların ve benim çaresizliğimizdi. Bu davada taraf olmamıştım, olamamıştım. Biliyordum cehennemin dibi kötülük karşısında tarafsız kalanlara ayrılmıştır. Ben hak etmiştim cehennemin dibini. Çaresizdim ve o çocukların çaresiz, sessiz çığlıkları karşısında hiçbir şey yapamamıştım.
Az sonra İnci belimden kavradı. “Canım, hadi, ama verdiğin sözü unutma” diye yaşadığım Araf’a son noktayı koydu. Artık günlük hayatın anlık meşguliyetlerine geri dönmüştüm. Çatlamış dudaklarım arasında kalan iki kelime hariç. Belki de o iki kelime çocuklardan bana kalan tek armağandı. “Çare siz” İki basit kelime.