FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU V 2
“Off! Felsefe bir tek işe yarıyor, o da huzur kaçırmak!”
“Aristo’ya göre her varlığın bir ereği var. Tohumun ereği çiçek olmaktır. Eh, kralın oğlu da kral olur.”
“Kralın oğlu da kral olur bu durumda da ne demek?”
“Evet. Bak Aristo'ya laf ettirmiyorsun ama onun bu telos yani erek tanımı kölenin oğlunun köle, kralın oğlunun da kral olmasını meşrulaştırıyor. Tabii doğadaki ereksellik söylediği gibidir. Yani karpuzun çekirdeğinden karpuz olur.”
“İnşanın elegi nedil?” diye sordu küçük filozofumuz.
“Aristo’ya göre insanın telosu mutluluktur.” dedim.
“Hmm. Penim teloşum şey, pen aşcı olmak iştiyolum”
“O telos sayılmaz Araracığım.” dedim.
“O jaman ne olmam gelek?”
“Telos ne olmak istediğini değil ki! Ayrıca ne olman gerektiği de değil! İnsanın varlık nedeni veya amacıdır, ki açıkçası buna net bir cevap bulunması pek mümkün değil.”
“Çok saçma” dedi Yayla.
“Evet çok saçma! Zira akıl ile yanıt bulmak zor.”
“Çok saçma, çünkü kralın oğlu kral olmaz ki illaki! Bazen tahta geçmeden ölür. Kölenin oğlu da belki isyan eder, belki kaçar. Mesela Spartaküs’ün oğlu köle değil. Sistem de değişir hem.”
“Tabii ama Aristo’nun mantığı...”
“Yani illaki adamı kategorize edeceksin! İllaki bir kulp yapıştıracaksın. Bu adamla ne alıp veremediğin var hâlâ anlamış değilim. Ne derdin var, hı?”
“Hayır yani, senin bu adamla olan bu derin samimiyetin nedir ben de onu anlamış değilim. Kırk yıllık ahbabın sanki!”
“Hadi benim işim var. Gidip kitap okuyacağım.” deyip tabanları yağladı Yayla.
“Hani onu işleteçektin?”
“Fırsat bulamadım Araracığım. Aa, bak Sanike geliyor. Onu işleteceğim tamam mı?”
“Merhebe!” diyen Sanike eğilip Arara’yı öptü.
“Merhaba Sanike. Ya sabahtandır kafama takıldı. Sen acaba Platon’la Eflatun arasındaki felsefik tartışmalar için ne düşünüyorsun? Sence hangisi haklı?”
“Evet. Her ikisi de kendi çağlarına damgalerini vermişlerdir. Muhim olen hangisi haklidir meselesi değildir. İkisi de hem hekledir hem haksizdir. Felsefeleri muhimdir...”
Lafı yuvarlamakta, kırk yıllık politikacılar gibi konuyu evirip çevirip, genellemekte epey iyidir Sanike. Çoğu vakit bir meselede “Bu konuda bilgim yok” deyip rahatlıkla işin içinden çıkabilecekken, saatlerce konu hakkında konuşup ve tabiki konuya dair bir bilgi vermeden adeta can çekişip durur.
Doğrusu, kendisin durdurmasam saatlerce Platon’la Eflatun arasındaki fikir ayrılığına dair nutuk çekeceğini ve aslında onu işletmek isterken tongaya düşenin ben olacağımı anladığımdan, bu gitgide ezaya dönüşen bitmek bilmez laf cambazlığını bitirmesinin daha iyi olacağına karar verdim.
“Tamam, tamam. Şaka yaptım. Platon'la Eflatun aynı kişi”
“Weyy. Hiç de değil!”
“Vallahi öyle. Doğu’da Eflatun olarak telafuz ediliyor.
“Weyy. Sen bene yalan soyledi?”
“Aa. Çok ayıp. Hani artık kibar kibar konuşacaktık Türkçe’yi”
“Hee, doğri. Peki nesıl konuşuyayım?”
“İngilizler dil konusunda çok hassas ve kibarlar. Usluplarını hiç bozmazlar. Mesela birine direkt yalancısın demezler!”
“Ne derler onler?”
“Doğru konuşmuyorsun, derler. Yani kulağı böyle değil, şöyle gösterirler.”
“Konuşurlarken kulaklerini de gösterirler?”
“Hayır, hayır. Bak sağ elimle, sağ kulağımı böyle kısa yoldan gösteriyorum. Ama başımın üzerinden dolanarak diğer kulağımı gösterince yol uzuyor. Ama sonuçta kulağımı gösteriyorum.”
“Çoğ aceyip! İngilizler hakkınde ilginç konuşiyorler”
“Yalnız son cümleni anlamadım. Acaba bu cümleyle ne demek istedin? İngilizler hakkında ilginç konuşmalar mı bunlar, demek istedin, yoksa İngilizler, hakkında yani benim hakkımda ilginç konuşmalar mı yürütüyorlar? Tüm Stoacılığıma rağmen gülmekten kendimi alamayacağım, sevgili Sanike”
“Cümlem çok netti. Sen anlamıyor ben ne yapayım.”
“Orada virgül var mı yok mu?”
“Nerede?”
“İngilizler kelimesinden sonra?”
“Yahu sen çoğ ecaipsin! Ne eleke? Virgül olse ne olur olmese ne olur? Küçücuk bir şey”
“Nıç, nıç. Sanikeciğim virgül çok mühim. Bak bu virgül yüzünden az daha bir bilgenin kellesi gidiyormuş.”
“Bu pınçık virgül yuzunden, vay vay. Ben de inandım!”
“Aa, vallahi doğru söylüyorum. Bu bilge. Bir şehzadeyi eğitiyormuş. Dikkat et haa! Bu bilge kelimesinden sonra da bir virgül var. Şehzadeye ders verirken ona demiş ki ‘Oku baban gibi eşek olma!’ Tabii Şehzade tıpkı senin gibi virgülün önemini görmezden geldiğinden, küçümseyip hor gördüğünden, virgülün o cümledeki yerine dikkat etmeyip, babacığına bilgeyi şikayet etmiş. Sana eşek dedi, demiş. Kellesini uçurmak için çağırmışlar adamcağızı padişahın huzuruna. Vay sen miydin bana hakaret eden, deyip ağzına geleni söylemiş padişah. Sonunda bilgeye söz hakkı verilmiş. O da virgülün önemine dair uzunca bir nutuk çektikten sonra cümleyi virgüllü haliyle söylemiş; ‘Oku baban gibi, eşek olma!’ Gördüğün gibi Sanikeciğim virgülü hor görmemek gerek!”
“Buni duşuneceğim. Gözel bir ornek. Ema şimdi gidip biraz dinleneyim.”
“İyi fikir. Ben de yoruldum. Hadi Arara yukarıya çıkıp biraz dinlenelim.”
Yukarıya çıktığımızda Yayla’yı elinde kitabıyla uyur halde bulduk. Uykuyu da pek sever Rüyalar Kraliçesi. Özellikle eline kitap aldı mı uykuya dalması an meselesidir. Fakat tahmin edileceği üzere kitap okurken uyumuş olduğu söylendiğinde hemen inkar yoluna baş vurur. “Ne uykusu? Gözlerimi dinlendiriyordum!” Şu an “gözlerini dinlendiren” Yayla’dan intikamımı almanın tam vaktiydi. Değil mi ki onun yüzünden adım deliye çıkmıştı. Bunun bir bedeli olmalıydı. Stoacılığımı askıya alarak yavaşça Yayla’ya yaklaştım. Elinde iki ciltlik İspanya tarihinin ilk cildi vardı. Hemen yanı başında ise henüz okumadığı ikinci ciltle değiştirdim. “Gözlerini dinlendiren” Yaylacık, avuçlarını içinden çekilip alınan ve az sonra bir başkası yerleştirilen kitapların farkına bile varmadan sürdürdü faaliyetin.
Olan biteni büyük bir dikkatle izleyen Arara’yı kucaklayıp yatağıma yatırdım ve öğle uykusuna yatması için masal anlatmaya koyuldum.Arara’nın ne uyumaya ne de masal dinlemeye niyeti vardı. Gözlerini Yayla’ya dikmiş merakla bakıyordu.
Bir süre sonra gözleri epey iyi dinlenmiş olan Yayla gözlerini açtı ve ilk önce etrafına kaçamak bir bakış attı. Arara’yla hemen başımızı önümüze eğerek oralı değilmişiz pozları takındık.
Yayla kendisinden emin bir şekilde sırtını dikleştirdi ve elindeki kitabı “kaldığı yerden” okumaya başladı. Bir sayfa, iki sayfa, üç sayfa derken, yaklaşık yarım saat boyunca okuduğu kitabı, bir kenara bırakarak kolların esnetti.
“Bitti mi kitap? Epey merakla okuyordun, Yaylacığım.”
“Bitmedi. Daha ikinci cilt var. İspanya'yı anlatıyor. Fena bir kitap değil.”
“Biraz anlatsaydın, biz de birşeyler öğrenseydik.”
“Kendin oku.”
“Canım, azıcık açıklasaydın bari”
“Açıklamak zorunda değilim. Anlamak isteyen okur, anlar. Gerisi beni bağlamaz. Hem sabahtan beridir senle Arara ne diye öyle kıkır kıkır gülüyorsunuz? Neyseki dikkatim kolay kolay dağılmıyor. Yoksa okuduğum kitaptan bir şey anlamazdım.”
“Emin misin?”
“Neye emin miyim?”
“Okuduğun kitaptan anladığına”
“Weyy, niye anlamayacak mışım?”
“Yaa, öylesine söyledim. Sen oku kitabını. Benle Arara’ya bakma. Biz böyle boş boş oturuyoruz.”
“Vallahi senin bu haline bakıyorum da, ölsem de gam yerim bol bol.”
Evet sevgili okur, bu bölümün de sonunda neden çıldırmadığımı merak edecektir elbette. Zira tekerrür aynı beklentiyi doğurur haliyle. Çıldırmamamın nedenlerine gelince, dikkatli bir okurunda fark edeceği üzere son diyalog Nermin ile yapılmamıştır. Ama daha da mühimi Stoacı olmaya yönelik kararımdır. Bu durumda son diyaloğun Nermin’le yapılması bile Stoacı soğukkanlılığın oluşturduğu bariyer sayesinde çıldırma gibi insani bir hal ile sonuçlanmayacaktı. En azından öyle ümit ediyorum. Stoacılığımın geçici bir durum olması da göz önüne alınarak bir sonraki bölümlerde okuyucunun hayal kırıklığına uğraması olasıdır. Ama ümidimizi yitirmemeliyiz. Ohoo, hayal kırıklığı ümitleri bitirseydi, yeryüzünde ümidin soyu çoktan tükenmişti. “Ümit en son kötülüktür.” diyor Nietzsche, gerçi. Neyse konumuz ümit değildi. Sahi, konumuz neydi? Evet, en iyisi bir sonraki bölüme geçelim. Ben yazmaya, okur da okumaya.
DEVAM EDECEK
LEYLA ATABAY
L Tipi Kapalı Hapishane A-11
Alanya/ANTALYA