
“Gemi yüzdüğü sürece fark etmez.” dedi Yayla.
“Tabi A, A’dır şeklinde formüle edilen özdeşlik yine de farklılık var. Her bir elma diğerinden farklı. Kendine has her bir varlık. Öte yandan ben ben ile özdeş olmalı. Yoksa düşünen bir özne olamam. Ben kendimle özdeş isem, ancak varlıkların özdeşliğini düşünebilirim. Fakat bir sorun var. İnsan sürekli değişiyor, dahası kendini tasarımlıyor her daim. O yüzden öz diye bir ey olmamalı. Kendimizle özdeşleşmemiz söz konusu değil”
“Ben gidip şu tezgahtaki bulaşıkları yıkayayım.”
“Ben de yardım edeyim Yayla. Hem anlatacaklarım bitmedi” diyerek onunla beraber içeriye girdim.
“Wii. Bir iki tane bardağı, koskocaman iki kadın mı yıkasın?”
“Ama az değil ki! Bir sürü bardak işte.”
“Azdır, azdır. Sen git Arara’yla dolaş” dedi Yayla telaşla. Anlaşılan felsefe sohbetimizden kaçmak için her yolu deneyecekti. Ama pes etmeye niyetim yoktu.
“Bana göre çok sana göre az. Bir karıncaya bir kaşık su okyanus gibi gelir. Aynı su bir fil için damlacık gibidir.”
VI
Bahar geldi işte! Ah şu güneşin parlaklığı nasıl da aydınlatıyor insan ruhunu. Ah yüce güzellik! Nasıl da huşu veriyorsun ruhuma. Böylesi anlarda haykırmak geliyor içimden. Ama neyi haykıracağımı bilmiyorum. Şu an, şu öğle güneşinde, tüm evren donmuş, durmuş gibi. Varlığın yapısı hiç bu kadar bir bütün görünmemişti zihnime. Parmonides haklı olabilir mi? O bir büyücü gibi evreni dondurarak tanım kazandırıyor varlığa. Varlık geçip gitmeyen, bölünmeyen, sürekli, değişmez bir bütün. Sarsılmaz bir varolma! Şu güneş gibi yuvarlak ve her yandan aynı, hep aynı olan ideanın dünyası. Varolma ilk düşünme aynı şeydir. Bu durumda var-olmama diye bir şey mümkün değil. Düşünmekle var olmak aynı, bir, tek olduğu için var-olmama düşünülemez. Var-olmama yoktur! Evet, bu durumda doğruyu duyular değil akıl verir. Akıl, değişmeyi, hareketi, bir şeyin yok olmasını veya olmayan bir şeyin varolmasını kavrayamaz. Bir şey yoktan var olamaz. Var olan da yok olamaz. Var vardır! Var-olmanın değişmeyen, geçip gitmeyen, hareketsiz bir gerçeğin dışa vuruşudur. Akıl var olmayanı düşünemez! Evet Parmenides, senin dediğin gibi Akşam ve Sabah yıldızı birdir!
“Hışt! Sen de mi güneş falına bakmaya başladın?”
“Yok ya Yayla. Düşünüyordum. Dalmışım.”
“Ben düşünerek vakti kaybeden biri değilim. Pratik bir insanım. Hemen harekete geçerim.”
“Ama düşünerek hareket etmek daha iyi değil mi? Ayrıca...”
“Nıç! Saatlerce enine boyuna, dikey ve yatay olarak her boyutu ve ebatıyla değerlendirerek zaman kaybetmeye ne gerek var?”
“Peki. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Bunu merak etmiyor musun? Veya varlık nedir? Varoluşumuzun manası nedir?”
“Etsem ne olur. Net bir cevap yok ki!”
“Yine de büyük filozoflar hep bu sorularla yaşamışlar”
“Hep vakit kaybı. Aklı olan, neyse ne yahu, deyip yaşamaya devam eder.”
“Ama gerçekte her insan varlık sorunuyla bir biçimde yüzleşir.”
“Bazı gerçekler çok daha gerçektir!”
“Gerçekten gerçek denen işin duayenisin Yayla!”
“Öyleyimdir. Çok realist bir insanım, çok şükür!”
“Arara bile varlık sorun ile uğraşıyor.”
“Peh. El kadar çocuk?”
“Arara! Arara!” diye seslendim.
“Ne val? Ne oldu?”
“Buraya gelir misin canım?” dedim.
Arara sakızını patlatarak yanımıza vardı.
“Varlık nedir, Arara?”
“Şandalye val, maşa val, telefişyon val, pulut var.”
“Hmm. Varlık bir mi?” dedim merakla.
“Pil değil çok. Çoklulukluk val”
“Gördün mü, Yayla? Her ne kadar Arara, Parmenides’in birliğine karşı bir varlık anlayışına sahipse de, varlık problemini gayet iyi ele alıyor.”
“Madem öyle. Al sana felsefik bir soru. Neden dışarıda değilim de buradayım? Yani varlık olarak o mekanda değil de bu mekandayım?”
“Hmm. İlginç. Cevap veriyorum; çünkü varlık bir yerde olmalıdır.”
“Ama ben dışarıda olmak istiyorum.”
“O ayrı. İstekleri değil, varlığın durumunu tartışıyoruz. Ayrıca dışarı dediğin de bir şeyin içindedir. O da içeridir!”
“Nasıl yani? Hiç dışarı içeride olur mu!”
“Dışarı da bir şeyin içindedir. Mesela nedir dışarı?”
“İşte, şey, sokak!”
“Sokak, mahallenin içindedir.”
“Ya mahalle?”
“Şehrin içinde.”
“Şehir?”
“Ülke’nin içinde.”
“Ülke?”
“Dünya’da”
“Dünya?”
“Güneş sisteminde”
“Güneş sistemi?”
“Nebula da”
“Nebula neyin içinde?”
“Nebula, uzayın içinde.”
“İşte burada dur! Uzay neyin içinde?”
“O da bir şeyin için de.”
“Peh. Yani uzay bile hapsolmuş.”
“Ee, uzay bile hapis ise bizim hapisliğimizin ne önemi var? Koskoca uzay bile sıyıramamış yakasını.”
“Aman çok komik. Neyse biraz güneşleneyim. D vitaminine ihtiyacım var. Aman be! Bak ne kadar şanssızım! Yüzümü güneşe dönünce, bulutlar örtüyor güneşi hemen. Nıç! Nıç! Bak sırtımı dönünce yine güneş çıkıyor.”
“Tesadüftür.”
“Yok vallahi. Bak, a ha şimdi yüzüm döndüm. Aa! Güneş!”
“Ben demedim mi?”
“Bence bulut şaşırdı! Ben hızlı döndüm ya!”
“Hı, hı. Tüm evren kendini sana göre konumlandırıyor.”
“Aa! Fale! Fale!” diye bağırdı Arara.
Yayla ile hemen zıplamaya başladık. Havalandırmada üzerine çıkacağımız ne bir sandalye ne de masa vardı. Fakat birkaç zıplama hareketinde sonra görünürde bir fare olmadığını fark edince horon tepmeyi bıraktık.
“Hani fare, hıı Arara?” dedik bir ağızdan.
“Fale çok hıjlı geçti. Aynen pil kaplumbağa gipi!”
“Ay çok tatlısın Arara! Kaplumbağa kadar hızlı, haa?” dedi Yayla.
“Çok tatlısın gerçektende.” dedim.
“Faleyle kaplumbağa yalışsa kim kajanıl?”
“Muhtemelen fare!” dedim
“Hmm. Penle fale yalışsak o peni hep geçel. O hıjlı, pen yavaşım.”
“Doğru” dedim.
“Ama faleyi geçmem gelek”
“Niye? Fareyle bahse mi girdiniz?” dedi Yayla.
“Aa, çok komik vallahi. Yok. Falelel konujmaj ki! Konuşşaydı bahşe gileldik. Hi, hii, hi”
“Ee? Niye illaki geçmen gerekiyor?” dedim.
“Çümkü onunla aklımda anlaştım. Yalışacağıj. Fale avcılalı onu kapıya kadal kovuyol ya, pen de faleyle yalışacağım. Önce pen valacağım kapıya. Onu geçel miyim?”
“İmkansız” dedim.
“Ama geçmem gelek” dedi Arara.
“İmkansız. Hmm, ama bir ikizin olsaydı o başka!” dedim.
“Naşıl yani?”
“Mesela senle fare yarışa başlayınca ikizin önceden gidip kapının orada saklanırdı. Fare kapıya senden önce vardığında, ikizin sakladığı yerden çıkıp ‘Oho, farecik! Ben senden önce vardım’ derdi. Senle ikizin tıpatıp birbirinize ve fare de ayrım yapamayacağı için yarışı kaybettiğini anlayacak ve bir daha seninle yarışa kalkışmayacaktı.”
“Çok güjel fikil. Peki, bili penim gipi giyinşe, olmaj mı?”
“Hımm. Peki bu koğuşta sana benzeyen ve senin kıyafetlerini giyebilecek kim var?”
“Sanike!”
“A, evet. O çok iyi bir taklitçi! Ama fare yine de aranızdaki farkı anlayacaktır.”
“Keşke falk olmaşaydı.”
“Ama Araracan, sen az evvel varlık nedir, diye sorduğumda, sandalye var, masa var, televizyon var, demedin mi? Varlık bütün olsaydı yani ayrım olmasaydı bu saydıkların da olmazdı. Fark sayesinde varlar. Var olanlar tek tek tanımlanır. Varlık ise birdir.”
“ikijim olşa fale anlamaj”
“Her varolana kendiyle özdeştir. Sen sensin. Mesela bir ikizin olsa, adı Asasa olsa, o da kendiyle özdeş olur, yaa. Şeyler kendileriyle özdeş olmazsa bilgi denilen bir şey de olmaz. Özdeşlik varlığın temel özelliği.”
“Evet. Öyle. Temel öjellik”
“Sen ne dersin Yayla?”
“Bak yine bulutlar çıktı. Ben san demedim mi? Yüzümü dönünce hemen çıkıyorlar.”
“Yaylacığım, felsefe de şu özdeşlik meselesi ciddi bir sorun.”
“Zerre kadar ilgilenmiyorum.”
“Şu espriyi bilirsin. Ajda Pekkan o kadar çok estetik ameliyat geçiriyor ki, ölecek olursa meleklerin onu tanıması ciddi bir sorun olacak”
“Hiç de komik bir espiri değil.”
“Felsefede Theseus’un Gemisi örneği var. Bu gemi yıllar boyunca tadilattan geçiyor. Yelkenleri, tahtaları, şusu busu derken eski gemiden eser kalmıyor ama adı hâlâ Theseus’un Gemisi. Öz nedir? Gemi hâlâ aynı gemi midir?”
“Gemi yüzdüğü sürece fark etmez.” dedi Yayla.
“Tabi A, A’dır şeklinde formüle edilen özdeşlik yine de farklılık var. Her bir elma diğerinden farklı. Kendine has her bir varlık. Öte yandan ben ben ile özdeş olmalı. Yoksa düşünen bir özne olamam. Ben kendimle özdeş isem, ancak varlıkların özdeşliğini düşünebilirim. Fakat bir sorun var. İnsan sürekli değişiyor, dahası kendini tasarımlıyor her daim. O yüzden öz diye bir ey olmamalı. Kendimizle özdeşleşmemiz söz konusu değil”
“Ben gidip şu tezgahtaki bulaşıkları yıkayayım.”
“Ben de yardım edeyim Yayla. Hem anlatacaklarım bitmedi” diyerek onunla beraber içeriye girdim.
“Wii. Bir iki tane bardağı, koskocaman iki kadın mı yıkasın?”
“Ama az değil ki! Bir sürü bardak işte.”
“Azdır, azdır. Sen git Arara’yla dolaş” dedi Yayla telaşla. Anlaşılan felsefe sohbetimizden kaçmak için her yolu deneyecekti. Ama pes etmeye niyetim yoktu.
“Bana göre çok sana göre az. Bir karıncaya bir kaşık su okyanus gibi gelir. Aynı su bir fil için damlacık gibidir.”
“Ee? Ne alaka?”
“İşte, yani miktar ciddi bir varlık sorunu. Miktar göreceli. Bir derece meselesi. Burada on bardak var. Onbir olsaydıda azdır diyecek miydin? Veya bardak sayısı kaç olunca, sen ona “çok” sıfatını yükleyecektin? Anagsayoras diyor ki, ha bu arada o da Aristo gibi çok düzenli, titiz, her gün traş olan bir filozof, işte diyor ki, en küçüğün bir küçüğü olmadığı gibi, en büyük bir şey de yoktur. Çünkü küçüğün daha küçüğü, azın daha azı vardır. Büyüğünse daha büyüğü vardır. Kendi başına her şey hem büyüktür hem küçüktür.
“Onu bunu bilmem. Bu kadarcık bardağı iki kişi yıkasa ayıptır.”
“Vallahi hiç kusura bakma. Yardım edeceğim sana”
“Çekil”
“Çekilmem”
“Ehh! De bırakin laklaki. Millet çay içeceksin, çay için bekliyorler” diyerek adeta Büyük İskender’in Gordion Düğümünü kılıcıyla kesmesi gibi tartışmamızı sonlandırdı Sanike.
Yayla’nın köpüklediği bardakları duruladım. Şu deterjan köpüğü ne güzel baloncuklar oluşturuyordu böyle. Biri sönüyor öteki başlıyor, yeni bir baloncuk yeni bir baloncuk daha. Kainat da böyle zengin ve canlıydı işte. Sonsuz olanak, sonsuz yenilik ve seçenek var. Ama bu sonsuzlukta seçim yapma yetisi, neyi seçip neyi seçmeyeceğini nasıl bilecek? Seçme olanağı belirsizlik tarafından yutuluyor.
Arara’nın hapşırığıyla yerimden fırladım. Neyse ki o esnada elimde bardak yoktu.
“Of Arara. Azıcık ödüm vardı, onu da sen patlattın!”
“Özül dilelim. Altık aşla haşpılmayacağım”
“Asla asla deme! Hap şuu!”
“Şen de haşpıldın. Hap şuu!”
“Hap şuu! Allah! Allah! Bu ne ya hapşırık üstüne hapşırık”
“Penle şen haşpılık şohpeti yaptık”
“Vallahi öyle oldu. Güzel sohbetti haa?”
“Pen tam haşpılıkçı oldum.”
“Hapşırıkçı olduğunu herkese söyleme.”
“Niye?”
“Olur da ileride hapşırıkçılık özelliğini değiştirirsen, imajı kalır. İmajı değiştirmek imkansızdır.”
“Tamam. Bu alada Yayla faleden daha hıjlı pil şekilde yukalıya kaçtı.”
“Fark ettim canım. Ama merak etme fazla uzağa gidemez! Espiriyi fark ettin mi Arara? Hani içerideyiz ya o bakımdan. Gerçi hızlı hareket ve manevralarla benden kaçmayı başarabilir. Fotonların yeri daraldıkça hızı artar. Dar alanda kısa paslaşmalar misali”
“Foton nedil?”
“Işık parçacığı demek. Işık hem dalga hem de parçacık özelliğine sahip.”
“Evet, öyle”
“Çok hızlı hareket eder ışık.”
“Fale gipi!”
“Evet, aynen. Öyle hızlı hareket eder ki; hızmı tespit edince konumunu bulamazsın, konumu tespit edince de hızını yakalayamazsın.”
“Pen pil foton göldüm.”
“Hımm. Aslında bu biraz zor bir iş.”
“Küçüktüm o jamanlal. Pil gün yülüyoldum. Kalşıma pil foton çıktı. Işıktı. Çok ışıktı foton.”
“Olabilir, tabii”
“Pil kele de duvalda pil foton göldün. Aa, pil anım geldi aklıma. Pil keleşinde pen duvala dedim ki ‘Açıl şuşam açıl.’ Şonla duval açıldı. Pen dışalı çıktım.”
“Anı ile rüyayı karıştırıyor olmayasın?”
“Göldüm, göldüm.”
“Bu kadar inançla söylediğine göre görmüş olmalısın. Zira bilgi ancak inançla olur. Sen fotonun varolduğuna inandığın için onun bilgisine sahipsin. Ama tabii inanç kanıt ister. Kanıt yoksa, akla aykırıdır o inanç. Neyse. Hadi gidip satranç oynayacağımız birini bulalım. Sen bana yardım edince herkesi yenebiliyorum.”
Arara satranç oynama konusunda pek hevesli idi. Ama taşlara bizim yüklediğimiz anlamı yüklemeyi kabul etmiyordu. En sevdiği taş at idi. Şahın düşmesinin neden bu kadar mühim bir olay olduğunu anlamıyordu. Oysa at çok şirindi ve esasta korunması gereken oydu. Atın gidiş hatlarını da beğenmeyen Arara düz, çarpraz, her türlü hareketi yaptırıyordu atına. Piyonlar atın çocukları idi. Fillerden biri doktor, diğeri öğretmendi. Atın canı sıkıldı mı kaleyi ziyarete gidiyordu.
Yayla satrançtan nefret eder. Çağırsamda gelmez oynamaya. Ona göre satranç eşitliğe tamamen aykırı bir oyundur. Piyonun ne suçu günahı vardır ki, durmadan yem olarak ileri sürülür? Niye her taş, o öküz gibi yerinde oturmuş duran şahı korumak zorundadır? Yayla oyunu öğrenir öğrenmez, bir iki maş yaptıktan sonra bir aha oynamamaya karar vermişti. Esasta, bu bir iki maçta yaşadığı hezimet-yenilgi bir daha oynamama kararını vermesine neden olmuşsa da, sahaları terk etme nedenini eşitsizliğe karşı verilen bir mücadele olarak lanse edip, bir de havasını atardı bizim Yayla. Eh piyonlar ona ne kadar minnettar olsa azdır!
Sanike desem, oyunu kaybetmeye tahammülü olmadığı için etmediğini bırakmaz. Yenildiği an sözlü saldırıyla acısın çıkarır. ‘Weyy! Ma sen de hiç firset vermiyorsın! Şah üstüne şah çekiyorsunler. Ayıptır yahu! Seni eleştiriyorum. Yenilmemek için hep hamle yapıyorsın!”
Kim kaldı ki? Rengareng! Hımm. Onunla oynamak sürekli analize tabi kalmak demek “Nıç, nıç. Piyonu hemen gözden çıkardın! Güvenilmez bir insan olduğun manasına geliyor. Bak! Bak! Vezir nasıl da atılıyor, nıç nıç. Çok saldırgan bir yapın var. Allah! Allah! Bu nasıl bir savunma. Adeta piyonlardan bariyer oluşturmuşsun. Nıç, nıç. Çok pasif bir yapın var.” Dahası şu sıralar ekonomi ile kafayı bozduğundan, muhtemelen satranç için harcanan zamanın beyhudeliğine ilişkin epey kafa ütüleyecektir. Bu arada Rengareng’in piyona ‘fiyong’, vezire de ‘terz’ dediğini aktarmadan geçmeyeyim. Eh tabii, kelimeler nesne değildirler sonuçta. Sadece nesneleri tanımlamak için kullandığımız adlardır. Onlara iliştirdiğimiz etiketlerdir. Hem kelimelerin varlığı bile belli değildir. Söz ağızdan çıkar ve yitip gider havada. Eğer onu yakalayan bir başka zihin yoksa kelimeler hiçtirler, gölgedirler. Aa evet, lütfen konudan uzaklaşmayayım! Evet, Rengareng kelimeleri dilediği gibi kullanma özgürlüğünü sınırsızca kullanan biridir. Onun için, karşısında kelimeleri yakalayacak bir zihin olup olmaması mühim değildir.
DEVAM EDECEK
LEYLA ATABAY L Tipi Kapalı Hapishane A-1. Alanya/ANTALYA