
“Sıradışı!” dedi Yayla
“Sıradışı olduğu kadar olağanüstü!” dedim.
“Hayta ağacının en tepesinden aşağıya doğru üçgenler çizilerek inilir. Üstsel üçgende Keter en tepededir. Onun aşağısından sağda Hokmah, solda ise Binah bulunur. Sağ taraf ılımlılık, merhamet ve erilliktir. Sol ise negatiflik, katılık ve dişilliktir. Hokmah hikmet, merhamet sahibi babadır. Sakallı bir erkektir. Baş melek Raziel’e denktir. Dünyevi çakrası; zodyaktır. Rengi ise; her rengi içeren renksizliktir. Diğer adı Tanrı Yehovah’tır. Yüzün sol kısmına denk gelir.”
“Hani Keter’in sağındaydı?” diye sordu Yayla.
“Hee. Ama insan yüzünde sol tarafa denk geliyor. Makrokosmos’ta sağ olan mikrokosmosta yani insanda sola denk geliyor. Sol da sağa. Ayna etkisi. Egemenlik ve sevgi Hokmah’a hastır. Dinamiktir, pozitiftir. Onun karşısında Binah vardır. Binah olgun kadındır, anadır. Bedenleşmiş ruhtur. Rengi kırmızı benekli gridir. Tanısal ismi Yehovah Elohim’dir. O büyük denizdir. Satürn onun gezegenidir. Hüzün, irfan, sessizlik, açgözlülük, bereket, maddi işler, sertlik onun özellikleridir. Tarotta üçlüler’le simgelenir. Diğer simgesi kadehtir, kupadır. Keter, Binah, Hokmah üçgeninin hemen altında, ortada Dad vardır. Binah’la Hokmah’ın birleşmesinden oluşur. Dad gizil bilgidir. Onun ne sembolü vardır, ne de bilinen bir özelliği”
“Maşallah hepsini de ezberlemişsin” dedi Yayla."
IX
“Varoluşsal sorulara cevap yok! Belki yanlış soruları soruyorumdur? Evet sanırım problem sorularımda. Soruları değiştirmek gerek. “Varlık nedir” sorusunu terk edip yeni bir soru bulmalıyım. Değil mi Rengareng?”
“İlginç. Varlığı bıraktın diyelim o seni bırakır mı?”
“Haklısın. Doğrusu bu açıdan bakmamıştım.”
“Ben zaten bunun için varım. Her türlü farklı açıdan bakabiliyorum. Sen anlat ben analiz edeyim. Psikoloji mühim.”
“Elbette mühim. Zaten insan varoluşsal krizleri aşmadı mı karanlık bir kuyuya hapsolur. Varlık sorunu her insanın sorunu!”
“Ben bu problemi çocukluğunda arayacağım.”
“Tabii insan kendi farkına, farkındalığına varır varmaz varlı sorunu ile yüzleşiyor. O yüzden çocukluktan itibaren başlıyor sorgulamaya.”
“Bu olayın psikolojin üzerindeki itkisi mühim. Örneğin “varlık” dediğin şey, çocukken, annenin seni uyutmak için uydurduğu hayali bir canavar olabilir. Tabii bunu netleştirmek için biraz derine ineceğiz. Zaten ilk seansta olmasa da ikincide bunu ele alacağım.”
“Ne seansı?”
“Psikoterapi! Merak etme. Seni bu hale getiren varlık sorununu çözeceğiz. Çeşit çeşit varlık var. Mesela çocukları uyutmak için “Dandini mandini tostlana danalar girdi bostana” deniliyor. Çocuk danayı korkunç bir varlık olarak algılıyor. Alsana bir ömür sürecek bir varlık sorunu!”
“İyi de ben psikoterapi istemiyorum ki! Ayrıca varlık derken...”
“Ee? Ne diye anlattın o zaman?”
“Herkesle paylaşmak geldi içimden karşıma da ilk sen çıktın. Ayrıca o “dandini mandini tostlana” değil. Dandini dandini dostanadır.”
“Aa şiir mi okuyorsunuz? Benim de şiirlerim var” diyerek balıklama atladı konuya bizim Homeros Yayla.
“Doğrusu çok merak ettim Yaylacığım!”
“Müzik olmadan okuyamam. Fonda ya piyano ya da keman olmalı.”
“Arara’yı çağırayım istersen! Fonda flütle eşlik eder.” dedim.
“Yok, yok kalsın! Müziksiz okuyayım bari. Çok ısrar edilince dayanamıyorum. Hazır mısınız? Evet. Başlıyorum. Ühü, ühü, evet başlıyorum ha!”
Ey zaman! Naılda zalimsin
Ve de şefkatli!
Şefkatinle ana, zulmünle üvey anasın!”
“Brovo Yayla!” dedi Rengareng.
“Bravo Yayla! Yalnız bir şey söyleyeceğim. Hesiodos “Gün bazen bir ana bazen bir üvey anadır” diyor. Anlayacağın Yaylacığım bu benzetme binlerce yıl önce yapılmış zaten!”
“Weyy! Ma bu eski şairler de, filozoflar da en güzel cümleleri söylemiler! Bize bir şey bırakmamışlar ki!” dedi Yayla öfkeyle.
“Olsun! Sonuçta senin haberin yoktu ki! Kendin buldun bu benzetmeyi” dedim.
“Teselli istemez! Yeni şiirler yazarım. Ayrıca çok gıcık oldum şu Hesiodos’a. Onun hakkında bir araştırma yapacağım”
“O bir kere dandini mandini tostlanadır.” dedi Rengareng kaldığı yerden.
“Doğru diyor. Dandini mandini tostlanadır.” diye destekledi Yayla.
“Tamam öyle olsun! Çok da mühim değil. Konu açısından...”
“Nasıl önemli değil! Bir küçücük yanlış bilgi tüm bilgileri bozar, çürütür.” dedi Yayla lafımı keserek.
“Tamam. Madem öyle, ısrar edeyim. Dandini dandini dostanadır” dedim.
“Weyy! Vellahi Rengareng doğri soyliyorler. Dandini mandini tostlanadır.” dedi Sanike karşı ranzadan.
“Tamam. O zaman eski halk deyimlerinin olduğu sözlüğe bakalım. Tartışmaya ancak o son verir” dedim ve gidip aşağıdan sözlüğü getirdim.
“Ha işte bakın! Burada yazıyor. İşte, ninniler bölümü: Dandini dandini dostana, diye yazıyor” dedim.
“Ee yine bizim dediğimiz halen doğridir.” dedi Sanike.
“Olur mu canım! Sözlüğe baktım ya!” dedim.
“Bak! Ben, Rengareng ve Yayla uç kişi Sen ve sozlık iki kişi. Halen çoğınlık bizde!” dedi Sanike.
“Hem ayrıca sen sözlüğe mi inanacaksın bize mi?” dedi Yayla “Ya biz ya sözlük” resti çekerek.
“İyi de sözlük nesnel bilgiyi veriyor!” dedim.
“Nesnel-Öznel hiç fark etmez. Muhim olan çoğınliktir.” dedi Sanike. “Ay güneşten büyüktür” şakasından hiç bir ders çıkarmamış bir edayla. Oysa ders çıkarma kraliçesidir kendisi.
“Sen ne diyorsun Nermin? Dandini dandini dostana mı, yoksa dandini mandini tostlana mı?” diye sordu Yayla, ranzasında kalem taraşlayan sanat emekçisine.
“Ben ikisine de katılıyorum” dedi Nermin.
Nermin böyledir! Değil ki gönül kırmaktan çekinir de orta yolu bulur. Onunkisi zıt fikirlerin her ikisini de doğru bulma şeklinde işleyen zihnidir. Fıkrada Nasrettin Hoca davacı ya da hak verir, davalıya da ve her ikisine hak vermesini eleştiren eşine de! Bu fıkaradan çıkardığımız ana fikir herkesin kendisince haklı olduğudur. Kuantum kuramına uygunluğu sebebiyle sık sık anatılan bu fıkra, iş gerçek hayatta uygulanmasına gelince işlerin sarpa sarmasından gayrı bir sonuç vermez. Dahası ortayolcu yaftası yemek de çabası. Nermin’e gelince konuya ilişkin bir fikri olmadığı vakit her iki fikre de katılır. Doğrusu konuyu dinlediğinden de emin olmak mümkün değildir.
“Of ya tamam. Sizin dediğiniz gibi olsun!” dedim.
“Ha şöyle! Doğru her zaman kazanır!” dedi Yayla.
“İnsen doğri bildiğindan israr etmelidir.” dedi Sanike
“Evet. Aynen öyle” dedi Rengareng
“Katılıyorum” dedi neye katıldığını bilmeyen Nermin.
“Dulun! Pen piliyolum gelçeği! Ninni şöyle; dandini dandini doştana danalal gildi poştana!” dedi Arara bir doğruluk timsali edasıyla.
“Arara böyle diyorsa doğrudur” dedi Yayla.
“Evet. Doğrusu bu demek ki” dedi Rengareng
“Oyledir. Erara haklidir” dedi Sanike.
“Katılıyorum” dedi Nermin.
“İyi de ben de böyle dedim zaten! Dandini dandini dostana, danalar girdi bostana. Sözlükte bile böyle geçiyor dedim ama siz...”
“Vallahi bu ninni uykumu getirdi artık. Dandini mandini tostlananız bitmedi gitti! Ben yürümeye gidiyorum.” dedi Yayla.
“Ben de” dedi Rengareng
“Ben de” dedi Sanike
Onlar gidince tatlı Araracıkla başbaşa kaldık.
“Araar niye eline kalemle yuvarlak çizdin?”
“Ha, evet. Pu penim işaletim”
“Ne işareti?”
“Eğel pen kaypolulsam annem peni tanışın diye”
“İyi de zaten tanıyor! Bulur hemen!”
“Ama pen lüyamda göldüm ya, üç Alala valdı. Pelki dışalda da pana penjeyen pil sülü Alala valdı!”
“Olsun! Sana ne kadar benzeseler de annen seni tanır. Koyun her zaman kuzusunu tanır. Leibniz bunu çok iyi analiz etmiş”
“Lipşinij kim?”
“Bak canım, hani sen havalandırmada onlarca karınca gördün ya dün. Onların hepsinin özdeş olduğunu düşündün hemen. Çok benzedikleri için böyle düşündün. Oysa karıncalara dair analizi ilerletsen her birinin farklı olduğunu anlardın. Esasta kavram yani karınca kavramı tüm karıncaları tanımlıyorsa da, ki bunu, yapmaya mecburuz, bir birimizle iletişim kurabilmemizi bu genellemeler sağlıyor. İşte kavram tüm karıncaları tanımlasa da, eğer kavramı aşarsak, yani onun dışına çıkarak ilerlesek, artık kavram aynılığını yitirir. Leibniz o yüzden monat tanımı yapıyor. Her varlık tekil ve bağımsızdır. Sen Arara olarak insan kavramına dahilsin, çocuk kavramına dahilsin. Fakat kendi başına biriciksin! Kavramlaştırma farkları ortadan kaldırsa da monat olmaklık sürer.”
“Evet. Şülel!”
“O zaman kar taneleri de birbirine benzemez!” dedi Tombiş
“Aa! Sen uyumuyor muydun?” dedim.
“O kadar hastayım ki uykum gelmiyor!”
“Desene hakiki hastasın!”
“Hem de nasıl! Hastalık var hastalıkçık var!”
“Öyle, öyle. Hastalık da hastalığa benzemez.”
“Pana Lipşiniji anlatıyoldun!” dedi Arara ayağını yere sertçe basarak ve tek rakibi olan Tombiş’in ilgiyi kendi üzerine çekmesinden hayli rahatsız olarak. Bir de ters bakış fırlatmayı ihmal etmedi elbet.
“Ha evet Araracığım. Leibniz çelişmezlik yasasına ek olarak yeter-neden ilkesini ileri sürüyor.”
“Evet. Çok mantıklı pil adam” dedi Arara Tombiş’e bir bakış daha fırlatarak.
“Çelişmezlik yasası A A’dır, yasasıdır. Arara Arara’dır. Öz hakikatleriyle ilgili yasa. Yeter-neden ilkesi ise olumsaldır yani kesinliği yoktur. Mesela Arara çocuktur, gibi. Ama çocukluk geçici bir durum. Süreklilikle ilgili bir mevzu. Varoluşla alakalı hakikatlerle ilgili yasa, yeter-neden yasası oluyor.”
“Evet. Yetel-neden yaşaşı çok mühim!”
“Ha, Tombiş’e bakışını da at, öyle devam edeyim.”
“Tamam. Attım pakışımı”
“Mesela özdeşlik yasası dışında bir yasa olmasaydı. Her şey olduğu gibi kalırdı! Oluş ve süreklilik mümkün olmazdı. Arara Arara’dır! Sonsuza dek bir durgunluk! Adem babayla Havva anamız cennetten hiç inmezdi. Oysa sonsuz olasılıklı bir süreklilik evreni var!”
“Olaşılıklı şüleklilik val”
“Ve Leibniz’e göre Tanrı olası dünyaların en iyisini yaratmıştır bizlere için.”
“Niye bu berbat dünyayı seçti ki!” dedi Tombiş Oblemovvari bir homurdanmayla.
“Çünkü süreklilik gerek. Yoksa hayat olmazdı. A hep A olarak kalırdı. Salt mükemmellikte kalırdı her şey. Adem babamız ve Havva anamız o bilgelik elmasını yemeliydiler ki zincirleme reaksiyon, oluş, süreklililk başlasın. Leibniz’e bakarsan Tanrı’nın seçiminin temel kriteri süreklililk olması. Tek tek sonsuz monatın biraradalığının sürekliliği!”
“Pilaladalılık çok mühim” dedi Arara Tombiş’e hava atarak.
“Küçücük bir anın bile ardında koskoca bir tarih var. Sadece nedenler boyunca geriye doğru takip edersek bütün dünyayı içerecek bir tarihle karşılaşırız. Aynısı sonuçları ileriye doğru takip edence de olur.”
“Evet takip önemli!” dedi Arara.
“Demek ki durgun diye bir şey yok. Hareketsizlik bile esasta sonsuz küçük bir harekettir.”
“Pen...”
“Olasılık kuramının temelini Leibniz atmış, diye biliriz.”
“Ee Arara, niye konuşmuyorsun?”
“Ama şen fılşat velmiyolşun ki!”
“Haklısın vallahi! Bak ne diyeceğim önümüzdeki iki gün boyunca hiç konuşmayacağım. Suskunluk diyetine gireceğim. Konuşma haklarımı sana devrediyorum.”
“Ama pen o kadal çok konuşamam ki!”
“Ha ha haa” diye kahkahalarla gülmeye başladı Tombiş.
“Aşk olsun Arara ben o kadar çok mu konuşuyorum?” dedim ve Arara’ya küstüm.
Eğer Tombiş kahkaha atmasaydı meseleyi gurur meselesi haline getirmez Arara’ya küsmezdim. Arara da bunu anlamış olacak ki Tombiş’e ters bir bakış atıp bana sarıldı. Evet, Leibniz haklı. Olası dünyaların en iyisinde yaşıyoruz! Arara’sız bir dünya düşünemiyorum!
“Bence çok daha güzel bir dünya olabilirdi. Onca olası dünyadan bu dünyayı seçmiş olması çok kötü” dedi Tombiş, Arara’yla aramızdaki sevgi fırtınasını umursamadan.
“Voltaire ‘Candide’ adlı bir taşlama yazarak Leibniz’i yerden yere vuruyor. Bunca acının, savaşın, haksızlığın olduğu bir dünya nasıl olası dünyaların en iyisi olabilir diyerek” dedim kucağımda Arara’yla.
“Haklı vallahi. Oh iyi etmiş. Şu Leibniz iyimserin teki desene! Eh bu dünyayı çekmek için Polyannacılık şart.”
“Lipşiniz çok iyi bili!” dedi Arara öfkeyle. “Vallahi bana kalsa sorunsuz, dertsiz bir hayat isterim” dedi Tombiş.
“Ee? O jaman niye doğdun” diyerek lafı çaktı Arara.
Vay be Arara! İş kıskançlığı geldi mi öyle laflar çıkıyor ki ağzından, tüm Antik Yunan filozoflarına şapka çıkartırsın. Of ya! Ne ara bu kadar kilo aldın? Kollarım koptu vallahi! Tombiş’e nispet yaptığı için kucağımdan indiremiyorum da! Bir yolu olmalı elbet! Hımm tamam, buldum.
“Araracığım! Bak şimdi sana bir sihir yapacağım”
“Yaşaşın!”
“Ama önce şöyle indireyim seni kucağımdan. Ha, dur burada. Evet! Bekle, haa şu leblebiyi yiyorum. Dikkati izle. Şunu da. Ve üçüncü leblebi çıkarıyorum!”
“Aaa! Kaypolmuşlal!”
“Yaa! Sana sihirbaz olduğumu söylemiştim!”
“Vallahi bu işte bir iş var!” dedi Yayla.
“Aa? Ne vakit geldin yürüyüşten?” dedim.
“Az önce geldim. Sen numara yaparken izledim. Bu numaraydı! Bir göz boyama! Kandırıyorsun çocukcağızı!”
“Aman Yayla! Ne diye bu büyülü havayı bozuyorsun?” dedim sitemli. Ama tabi sitem mitem takmaz Yayla.
“Weyy. Ne büyüsü! Ne sihiri! Kesin, kesin, kesin bir numara var bu işte!”
“Ee, herhalde var! Sihirbaz olsam ne işim var bu dört duvar arasında? Sihir yapar giderdim!”
“Ha işte! Ben demedim mi bir numara var. Eğer sen abra kadabra deseydin, aha o zaman sihir olurdu! Sen o sözü söylemeyince otomatik olarak anladım numara olduğunu. Kabalacılar bu işleri iyi bilir. Mesela abra kadabra’nın manası “hemen kaybol” demektir. Eski zamanlarda salgın hastalık, baş ağrısı, dış ağrısı oldu mu, üçgen bir kağıda abraka dabra diye yazıp boyunlarına asarmış insanlar”
“Haa! Kabala meselesi!” dedim imalı imalı. Gerçi imalı konuşmayı pek beceremem. Zira ne zaman imalı konuşsam Yayla umursamadan devam eder. Diyeceğini de der!
“Harfler mühim! Allah “ol” dedi dünya oldu. Harflerin sırrına eren insan harfleri kullanarak dünyayı etkileyebilir.” dedi Yayla.
“Evet. Hitabet sanatı mühim” dedi Tombiş esneyerek.
“Ne hitabeti! Ben ondan mı bahsediyorum! Nıç. Nıç! Zaten böylesi hakikat sırları her yerde herkese söylenmez. Ben harflerin gücünden bahsediyorum, Tombiş hitabet diyor!”
“Sırları öğrendin mi bari” dedim.
“Yok. Henüz değil!”
“Belki sır falan yoktur” dedim damarına basarak
“Ne demek yoktur! Nıç, nıç! Binlerce yıllık sır bu!”
“Kimsenin bilmediği bir sır!”
“Öyle”
“Hiç kimse bilmiyorsa demek ki ortada bilinecek bir şey yok. Sır aslında yok!”
“Ben kendimi o aşamaya getirince sırrı öğreneceğim ve atlasan da patlasan da sana söylemeyeceğim. Ama önce özgür olmam gerek. Tevrat’ta yetmiş iki tane gizli ismi varmış. Özgürlük tanrısının gizli ismi ne biliyor musun?”
“Gizliyse nasıl bilebilirim?” dedim imalı imalı.
“İsmi Memzadi Resche! Ya! Bunu bir kitaptan okudum. Ben günlerdir bu ismin harflerine yoğunlaşıyorum. Meditasyon yapıyorum uyumadan evvel. Kendimi aşarak memzadi resche adını durmadan tekrarlıyorum. Anlayacağın yakında özgürüm! Sen de aha içeride kalacaksın böyle! Gerçi senin için de, Sanike için de, of ya, kısacası herkes için de başka sihirler yaparak kurtulmanızı sağlayacak gizemli bilgiler peşindeyim. Gönlüm el vermez içeride kalmanıza!”
“Allah razı olsun! Sen olmasan nasıl özgürleşiriz ki?”
“Eh benim de işim zor. Öncelikle memzadiresche adının sırrına ermem gerek. Meditasyon süremi arttırmalıyım.”
“Aslında Yaylareczheciğim, sonuçta bu kelime bahane. Esas olan yapacağın meditasyonun seni faniliğin zincirlerinden kurtarıp, hakiki ruhsal özgürlüğe taşımasıdır. O vakit şu duvarların olup olmaması artık seni için mühim olmayacaktır.”
“Pehh! Geç bunları! Ben zaten ruhsal olarak özgürüm. Benim derdim fiziksel özgürlük!”
“Madem öyle kolay gelsin! Bizi de kurtarmayı unutma” dedim imalı imalı.
“Olur” dedi Yayla. Galiba mesele benim imalı imalı konuşmayı beceremememde değil Yayla basbayağı ima mima tanımıyor!
Yayla ranzasına gidip oturdu. Gözlerini yumarak harfleri zikretmeye koyuldu. Doğrusu realite ile batılın müthiş bir sentezi olan Yaylacığın zihin dünyası her vakit beni şaşırtmayı sürdürüyordu. Gerçekcilik mühim elbette. Ama gerçekcilik hakikatin diğer olasılıklarını, biz insanların farklı bilme yeteneklerini kısıtlayana bir bakış açısıydı. Yayla kehanetlere, sezgi ve hislerin gücüne, bu tür bilme biçimlerine de sonuna dek kucak açıyordu. Allah! Allah! İnsan hem realist hem de bâtılist (her şeyin ‘ist’ i var da bâtılın niye olmasın!) olabilir miydi?
Ben böyle düşüncelere dalmışken Gülistan Ana omuzumdan dürterek sordu;
“Yayla ne yapıyor böyle?”
“Ah Gülistan Anacığım, bu Yayla var ya Hurufi olmuş. Harflerle sihir yapıyor!”
“Bismillah! Tövbe, tövbe! Nıç, nıç!”
“Kaderimizi değiştirecekmiş” dedim şeytani bir fesatlıkla.
“Tövbe, tövbe!”
“Yapma, etme, günaha giriyorsun dedim, zerre umursamadı. Dinle! Dinle! Bak nasıl zikrediyor harfleri!”
“Nıç, nıç. Günah! Günah! Hepsi günah bu işlerin”
“Yakında gizli batıl bir tarikat da kurar!” dedim, fitneci bir gülüşü de ihmal etmeden. Oh olsun sana Yayla. Gülistan Ana’yı sana karşı doldurayım da on anne terliği gücünde ters bakı fırlatsın sana günlerce.
“Şu kalemini alabilir miyim” dedi Şeytan Xecê bir anda.
“Hemen getirecek misin? Zira yazı yazacağım”
“Getiririm. Dün havalandırmada yürüyordum. Baktım yaramaz bir karga tam tepemin üzerinden uçtu.”
“Kalemini mi kaptı?”
“Hayır!”
“Konuyla alakasını kuramadım da!”
“Olur mu canım? Konuyla bire bir alakalı”
“Ee?”
“Kargalar çok zeki hayvanlardır. Tepemin üzerinden uçup, karşıdaki çatıya kondu. Gaklamaya başladı. Bana bir şey anlatmak istiyordu sanki. Sonra bir anda uçup gitti.”
“Ee?”
“Ben artık gideyim. Kalemini hemen getiririm. Mektubum yarıda kaldı. Hadi hoşçakal!”
Şeytan Xecê ismine çok uygun bir oyun bozdu. Onu şimdiye kadar anlatmamamın nedeni, yaptığı şeytanlıkları anlattığım takdirde hiç kimseye ve hiçbir konuya yer kalmayacağı kayısıdır. Koğuşta oyuna getirmediği kimse yoktur. Biri kapıdan içeriye girdiği an Xecê’nin aklında hemen o kişiye yapacağı şakanın planı belirir. Onun oyunlarına birçok defa, ard arda gelen koğuş sakinleri bir süre sonra oyuna gelmeyeceklerini ısrarla iddia etseler de üçüncü, dördüncü, beşinci, bazen de altıncı kezde Xecê’nin oyunlarına gelindiği olunur. Dahası başına çorap ördüğü kişiyi de oyuna dahil ederek, sihirli küreyi elinde tutan bir kahin gibi, o kişinin reflekslerini görerek yeni seneryolar üretir. Anlaşılacağı üzere bu kadar dert yandığıma göre onun bu tür bir oyununa geldiğim tahmin edilecektir.
Günlerden, zindan günlerinden bir gün bağlamamı çalmak için elime aldığımda tezenenin kayıp olduğunu gördüm. Bunu alsa alsa Xecê almıştır, deyip yedek bir tezene çıkardım. Sevgili okuyucu unutma ki insanın aklına ilk gelen cevap genelde doğrudur. Fakat, ah biz insanlar kandırılmaya çok teşneyiz. Neyse, lütfen iyi takip et, zira olay git gide karmaşıklaşacak!
Xevê bağlama çaldığımı görünce gözü elimdeki tezeneye kaydı. O bakışla kendini ele vermişti işte!
“Ne o Xecê? Oyunun boşa çıktı haa! Unutma ki bir insanın mücevheri çok ise, ayrı ayrı yerlere bırakır ki hırsızlar veya senin gibi oyunbazlar hepsini bir anda almasın!”
Tabii ki hemen inkar ederek bu oyunu esasta Sanike’nin yaptığını söyleyerek hedef şaşırtmaya girişti. İnanmasam da şüphelerim yavaş yavaş Sanike’ye kaydı. Xecê asıl oyunu yatağındaki tezeneyi görmemi sağlayarak yaptı. “Görüyorsun değil mi Sanike Şüpheleri üzerime çekmek için tezeneyi yatağıma atmış. Az önce buradaydı hatırlarsan” dedi ve beni tamamen masum olduğuna inandırdı. “Sana inanıyorum Xecê! Bu oyunu tersine çevirelim beraberce. Sen git Sanike’ye de ki; bu oyunu çeviren odur, ben de gider oyunu çevirenin sen olduğun söylerim! O da sevinir ikimizi oyuna getirdiği için” dedim. Ve böylece oyunla alakası olmayan masum Sanike’yi şüpheyle izlemeye koyulduk. Zira ikinci tezene de kaybolmuştu. Olaylar bir anda öyle karmaşık hale geldi ki oyunu belli bir düzen içinde anlatmam adeta imkansız.
Hasılı kelam, Xecê karşısındaki poker oyuncusunun elinde ne olduğunu bilen bir oyuncu olarak beni iki gün boyunca işlettikten sonra tezeneleri ortaya çıkardı. Çevirdiği bu Ali Cengiz oyunu ile ilk önce Sanike ardından tüm koğuş sakinleri tek tek şüpheli listesine alınıp çıkarıldı. Tezene teorik olarak bir ondaydı bir bunda. Ali Cengiz Xecê tezeneyi birinin cebinden alıp öbürünün cebine yerleştirerek beni adeta serseme çevirdi. Öyle ki ikinci günün sonunda kendimden bile şüphelenmeye başladım!
Sanike gibi bir oyunbazlık dehası bile Xecê’nin oyunları karşısında küçük dilini yutar sık sık. Yunan mitolojisindeki oyuncu tanrı Hermes ile, İskandinav Loki’nin alkışlarını, beğenisini hak eden performanslar sergileyen Şeytan Xecê, bazen Sanike’ye bile oyun taktikleri verir.
Henüz Xecê’nin oyunbazlığını bilmeyerek onun tatlı yüzüne, masum bakışlarına kanan Tombiş, zindana girdiği ilk hafta Sanike’nin tuzlu çayını içerek ilk zindan şakasına maruz kalmış ve Sanike’yi Xecê’ye şikayet etme gibi bir gaflette bulunmuştu.
“Ya baksana ya şu Sanike’ye! Her birimizin çay bardağına tek tek tuz koymuş. Midem ağzıma geldi içince.”
“Ya öyle mi? Nıç, nıç!” demişti Xecê.
“Düşünsene Gülistan Ana’nın tansiyonu var. Koca bir yudum tuzlu çay içti!” Demişti Tombiş esefle.
“Nıç, nıç! Tek tek bardaklara, haa?”
“Evet, ya. Hâlâ midem bulanıyor.”
“Sanike! Lütfen buraya gelir misin?” demişti Xecê.
“Yahu Sanike, sen de hiç akıl yok mu?” diye sormuştu Xecê
“Vardir. Ema niye soyle soyliyorsunlar?” demişti Sanike.
“Niyesi var mı? Sen ne diye tek tek bardaklara koydun! Çaydanlığın içine direk boca etseydin ya bir paket tuzu!”
Gülistan Ana namaz kılmaya gidince ben de Yayla’yla sohbet etmek için yanına vardım.
“Mezadiraci... Mezadireci...”
“Hışt! Yayla! Sen az evvel özgürlük tanrısının ismi Memzadiresche, dememiş miydin? Mezadiraci de kim?”
“Wii! Ma ben sabahtandır yanlış mı telafuz ediyorum özgürlük tanrısının ismini? Tüh! Tüm emeğim boşa gitti. Acaba yalnış telafuz etsem de özgürlük tanrısı doğru anlamaz mı?”
“Bilemem. Kesin cevap için ona sormak gerek!”
“Ya sen de filozof geçiniyorsun. Ama ne sorsak, bilmiyorum, bu konuda kesin bilgim yok, diyorsun”
“İyi de ontolojik soruların zaten kesin bir cevabı yok. Kaldı ki bilim desen o bile yanılıyor. En başta yanılgıya müsait olan şey insanın kendi zihnidir!”
“Neyse! En azından kibirli değilsin! Cahilliğinle, bilgisizliğinle barışıksın!”
“Teveccühün”
“Ne? Az evvel özgürlük tanrısının adı Memzadiresche mi dediniz?” diye sordu heyecanla Beri.
“Evet” dedi Kabala uzmanı Yayla.
“O da mı Kürt?” diye sordum Beri’ye.
“Apaçık ortada değil mi zaten. ‘Mem za dî reşe’. Yani Mem anasından siyah doğdu!” deid Beri kendinden gayet emin bir tavırla.
“Haa demek ki doğarken sarışın olup da sonradan esmerleşenlerden değil!” dedim gülerek ve ekledim;
“Sahi Beri, Kürtler neden doğarken sarışın olup da sonradan esmerleşirler? Dahası saç renginin değişmesi anlaşılır da mavi veya yeşil olan gözler nasıl kara kara gözlere dönüşüyor? Çok ama çok merak ediyorum!”
“Bu konuda bir araştırma yapıp sizlerle paylaşacağım. Fakat gördüğünüz gibi bu durum Kürtlerin diğer ırkların köken ırkı olduğunun apaçık bir ıspatıdır! Çeşit çesit renkte ırkların varlığı Kürtlerdeki bu esnekliğe bağlı bir durumdur.”
“Doğrusu her söylemi kendi teorine uygun hale getirmekteki esnekliğin taktire şayan!” dedim.
“Eh ne de olsa has halis Kürdüm!” dedi Beri.
“Ben beş yıl önce Gılgameş Destanı’nı okudum ya! Biliyorsunuz bu destan çok eski. Beş bin yıl önce yazılmış. Bende beş yıl önce okudum, işte beş bine beş yıl da ekleyin. Beş bin beş yıllık! Çok çok eski bir destan. İşte orada Gılgameş sarışın, Enkide esmer diye tarif ediliyor. O gün bugündür, daha netleşmemiş kafam. Kürt olan Gılgameş mi yoksa Enkidu mu?” dedi Yayla
“Elbetteki ikisi de Kürt!” dedi Beri hiç duraksamadan.
“Vallahi bilemem. Emin olmadığım bilgileri kabil etmeme gibi değişmez bir ilkem var!” dedi Yayla.
“Bilimsel bir araştırma yapıp kanıtlarla geleceğim” dedi Beri ve eline bir kitap oldu. Bu arada her defasında bilimsel araştırma yapıp sonuçlarını bizimle paylaşacağını söylese de şimdiye dek herhangi bir araştırma çalışması sunmamıştır!
“Bizim aşiretin geneli sarışın. Burdan da anlaşılıyor ki soyumuz Gılgameş’e dayanıyor” dedi, değişmez ilkesi; emin olmadığı bilgileri kabul etmeme olan Yayla.
“Soyunuz Gılgameş’e dayanıyor mu bilmem ama aşiretin hırsızlık konusunda bir numara” dedim.
“Yok canım! Asıl senin aşiretin hırsızlıklarıyla meşhur. Çevre köylerde çökelek bırakmamışsınız vakti zamanında. Millet çökelek bidonlarını toprağa gömermiş sizin korkunuzdan!” dedi Yayla
“Çökelek bir kere bozulmasın diye toprağa gömülür! Sizin aşiret, bir kadıncağız uyurken ağzından sakızını çalmışlar. Böyle, pencereden küçük bir çubuk uzatıp kadının ağzından çalmışlar sakızı!”
“Weyy! Kuru iftira! Sizin aşiret gidip yan köyden inek çalmış. Zavallı ineğin ayaklarına ayakkabı giydirmişler ki, izinden anlaşılmasın! Hem de ayakkabıları ters yönde giydirmişler ki izi süren olursa, ters yöne gitsin diye!”
“Tey tey! Sizin aşiret köyünüze ilk kez bir kamyon gelince, acıkmıştır diye önüne bir balya ot yığmışlar!”
“Peh! Peh! Yahu sizin aşiretten yaşlı bir kadın elektrik prizini görünce ‘Wey kurban olayım! Bana çuvaldızlarım, örgü şişlerim için yer yapmışlar’ deyip çuvaldızları prize takmış, cenneti boylamış.”
“Lê, lê! Sizin aşiretin kadınları televizyonda bir adam görünce “wii çok ayıp!” diyerek leçekleriyle yüzlerini örtüyorlarmış!”
“Ho, haa! Sizin aşiretten bir grup adam şehre gidecekmiş. Hayatlarında ilk kez bindikleri otobüsün kapısından girerken ayakkabılarını çıkarmışlar. Şehre varınca ayakkabısız kaldıklarını anlamışlar.”
“Oho! Sizin aşiretten de bir grup adam ayaklarını dinlendirmek için dereye koymuşlar. Sonra da ayaklarımızı nasıl bulacağız? Hangisi hangimizin ayağı nereden bileceğiz, diye ağlamaya başlamışlar. Sonra biri, merak etmeyin, bu sopayla tek tek deredeki ayaklara vururum hangisi kimin ayağıysa kendine çeker demiş. Ha ha haa!”
“Pey! Sizin aşiret... şey... heybemdekiler bitti” dedi Yayla.
“Benimkiler de bitti. Aşiret davamızı sonra sürdürürüz!”
“Evet. Zaten benim meditasyon yapmam gerek. Memzadalaravaçi’nin adını yanlış telavuz ettim ya. Tekrar baştan almam gerek! Memzaderice miydi yoksa? Vallahi senin kafan allak bullak ya, benimkini de allak bullak ettin! Ama mühim değil. Kafamı istediğin kadar allak bullak et, bir şey olmaz. Çünkü çok sağlamdır kafam! Evet... mendaziraçi... mendaziraçi... menraçidazi... menraçidazi...”
“Xecê ödünç aldığın kalemimi geri getirdi. O esnada Yayla’nın artık özgürlük Tanrısı’nın ismiyle bir alakası kalmamış kelimeyi zikrettiğini görünce şeytani ir parıltı belirdi gözünde. O an anladım ki Yayla’nın başına fena bir oyun gelecek ve ben de bu oyuna zevkle katılacağım.
Xecê bana göz kırptıktan sonra başladı kazanı kaynatmaya.
“Aa Yayla! İnanmıyorum! Sen Kabala’da en mühim aşamaya doğru ışık hızıyla yol alıyorsun!”
“Ya, nereden anladın?” dedi Yayla
“Biliyorsun, geçen sene Kabala’ya ilişkin çok kitap okudum. Ve birçok kutsal sır edindim!”
“Sır edindiğini bilmiyordum” dedi Yayla, şüpheci ama meraklı gözlerle bakarak.
“Soyut olana somutla varamazsın! Soyuta soyutla varacaksın!” dedi Xecê epey gizemli bir havayla.
“Mantıklı” dedi Yayla.
“Bak! Kabala’nın temelinde bir hayat ağacı var. Hayat ağacı 10 sefirottan ve 32 yoldan oluşuyor, 22 bağlantısı var. Dikkatini çekerim, İbrani harfleri de 22’dir!” dedi Xecê
“Doğru” dedi Yayla
“Doğru” dedim ve Xecê’yi destekledim.
“Sefirot hem tanrı hem melek oluyor. Her on Sefirot’u birbirine içkin. En tepede, denge sütununun en üstünde Keter var. O saklının saklısı, soyutun soyutudur. Gizli akıldır. Onun varlığı tezahür etmemiş, tezahür sebebidir. O kendi kendine var olandır. Düşüncenin biçimden yoksun halidir. O ilk harekettir! Varoluşlar varoluşudur.”
“İlginç!” dedi Yayla
“İlginç olduğu kadar enteresan” dedim
“Keter’in tanrısal ismi; Eherek’tir. Melek ismi; Metatron’dur. Rengi; altın noktalı beyazdır. Tarot kartı; Dört As’tır. Formsuzdur. Saf varlıktır. Ona ‘O’ derler. Baş olmayan Baş’tır. Simgesi; Taç’tır. Nokta’dır. Ne dişil, ne erildir.”
“Sıradışı!” dedi Yayla
“Sıradışı olduğu kadar olağanüstü!” dedim.
“Hayta ağacının en tepesinden aşağıya doğru üçgenler çizilerek inilir. Üstsel üçgende Keter en tepededir. Onun aşağısından sağda Hokmah, solda ise Binah bulunur. Sağ taraf ılımlılık, merhamet ve erilliktir. Sol ise negatiflik, katılık ve dişilliktir. Hokmah hikmet, merhamet sahibi babadır. Sakallı bir erkektir. Baş melek Raziel’e denktir. Dünyevi çakrası; zodyaktır. Rengi ise; her rengi içeren renksizliktir. Diğer adı Tanrı Yehovah’tır. Yüzün sol kısmına denk gelir.”
“Hani Keter’in sağındaydı?” diye sordu Yayla.
“Hee. Ama insan yüzünde sol tarafa denk geliyor. Makrokosmos’ta sağ olan mikrokosmosta yani insanda sola denk geliyor. Sol da sağa. Ayna etkisi. Egemenlik ve sevgi Hokmah’a hastır. Dinamiktir, pozitiftir. Onun karşısında Binah vardır. Binah olgun kadındır, anadır. Bedenleşmiş ruhtur. Rengi kırmızı benekli gridir. Tanısal ismi Yehovah Elohim’dir. O büyük denizdir. Satürn onun gezegenidir. Hüzün, irfan, sessizlik, açgözlülük, bereket, maddi işler, sertlik onun özellikleridir. Tarotta üçlüler’le simgelenir. Diğer simgesi kadehtir, kupadır. Keter, Binah, Hokmah üçgeninin hemen altında, ortada Dad vardır. Binah’la Hokmah’ın birleşmesinden oluşur. Dad gizil bilgidir. Onun ne sembolü vardır, ne de bilinen bir özelliği”
“Maşallah hepsini de ezberlemişsin” dedi Yayla
“Maşallah olduğu kadar da aferin!” dedim.
“Doğrusu bu bilgilerle bazı sırlara ulaştım. Zaten bu bilgiler sayesinde Yayla’nın ışığının parıldadığını görebildim” dedi Xecê, sesine Kabala gizemi tonu vererek ve devam etti.
“Bunların altında solda Geburah, sağda Hesed ve ikisinin ortasında altta Tifaret’in oluşturduğu bir diğer üçgen var. Geburah, kuvvet, şiddet, savaş, korku, adalet, güç, enerji, cesaret, zalimlik, yenilgi, dünyevi bela ve yıkımdır. İnsan da sağ kola denk geliyor. Tarotta simgesi; beşliler. Rengi; yeşil noktalı kırmızıdır. Gezegeni Mars, Tanrısaladı Elohim Gebor’dur.
“Nasıl bir dişi bu böyle?” dedi Yayla
“Hem hem de ilkesini hatırla Yayla. Dişil ve erilliğe affedilen özellikler Kabaka’da değişkendir. Sağa tarafta Hesed var. Merhamet, akıl, sevgi, soyluluk, güç, itaat, katılık, riyakarlık, açgözlülük, diktatörlük, haz, kavgadan uzak dünyevî erk ona aittir. Simgesi asadrı. Gezegeni Jüpiter, tanrısal adı El’dir. Rengi Sarı noktalı mavidir. Tarot’ta dörlülerle simgelenir. İnsanda sol ele denk gelir.”
“Şaşırtıcı!” dedi Yayla.
“Şaşırtıcı olduğu kadar da fantastik” dedim.
“İsa’ya benziyor” dedi Yayla.
“Benzemek ne? Tıpkısı! Belkide isa ona ben benzetilmiş” dedim
“Tifaret güzellik, arabulucu zeka, adanma, gurur, zafer, neşe maddi kazançla alakalıdır. İnsan bedeninde göğüs kafesinde denk gelir. Simgeleri haç, gül haç, güneştir. Tarotta Altılılar. Meleği Rafael. Tanrısal adı Aloah’tır. Tifaret Hesed ile Geburah’ı dengeliyor. Tüm olumlu ve olumsuz kuvvetler bir biçimde üçgenler tarafından dengeleniyor. Tifaret normal insan bilincinin yükselebileceği en asgari bilinç halidir. Tifaret makrokosmos ile mikrokosmos arasındadır, aracıdır. Mesihi gören onun şahsında tanrıyıda görebilir.”
“Akıl almaz!” dedi Yayla
“Akıl almaz olduğu kadar... şey... bir şey bulamadım!”
“Bu üçgenin altında Hod- Netzah ve Yesod üçgeni var! Sağda Hod. Gezegeni Merkür. Meleği Mikael. Tarotta sekizliler. Rengi sarı benekli açık kahverengi. İhtişam, mutlak akıl, şaşaa, doğruluk, yanlışlık, riyakarlık, basiret ona has. İnsanda bel ve bacaklara denk geliyor. Onun karşısında Netzah var. Rengi sarı benekli yeşil. Temelde eril, zafer, çıplaklık, sağlamlık, güzellik, bencillik, şehvet, zina, cesaret, istikrarsız çaba, gerçekleşmemiş başarı, okült akıl ona has. Gezegeni Venüs. Taratta Yedililer. Melek adı Haniel. Simgeleri çıplak kadın, lamba, gül, kuşak. Hod ile Netzah’ın altında Yesod var. Simgesi ay. Meleği Gabriel. Güçlü güzel bir adamla simgeleniyor ayrıca. Kudret, bağımsızlık, tembellik, maddi kazanç, maddi mutluluk, umutsuzluk, zulüm ona has. Simgeleri parfümler, sandaletlerdir. Tarotta Dokuzlulara denk geliyor. Rengi mavi benekli kahverengidir.”
“Maşallah ne kadar çok Sefirot var. Say say bitmedi.” dedi Yayla.
“Ve nihayet en altta Assiah alemi, yani eylem ve maddi alem var ki, bu alemde düşmüş bir sefirot olan Malkut var!”
“Nıç. Nıç. Niye düşmüş ki!” dedi Yayla.
“Sarı renk benekleri içeren kapkara bir sefirot! Hiç bir üçgenin parçası değildir. Dengelenmemiştir. Simgesi tahtın üstünde oturan taçlı genç kadındır. Parlak akıl, ayrım yeteneği, tamah, atalet, yıkım, refah, zulüm, kusursuzlaştırılmış başarı ona aittir.”
“Neyse. En azından zavallının birkaç iyi özelliği de var.” dedi Yayla, üzgün bir sesle.
“Diğer simgeleri; kapı, ölüm kapısı, ana, bakire, gelin, eşit kollu haçtır. İnsanda ayaklara denk gelir. Tarotta simgesi; onlulardır.”
“Boşuna elden ayaktan düşmüş demiyorlar. Bir kere düştün mü, ayak olursun.” dedi Yayla.
“Evet. Tüm bu Sefirotlara tek tek yoğunlaşarak belli bir düzeye ulaştım” dedi Xecê
“Ya öyle mi? Umarım yine bir oyun çevirmiyorsun!” dedi Yayla.
“Aşk olsun. Vallahi Şıbli gibi oldum. Hakikate erdim ama bir türlü kendimi ispatlayamıyorum!” dedi Xecê sitemle.
“Peki ne tür bir yetenek gelişti sende?” dedim merakla.
“Söylesem mi bilmiyorum. Bu bir sır! Paylaşmak için çok erken belki!” dedi Xecê.
“Aşk olsun! Benle Yayla ehil insanlarız. Bence bu sırrı öğrenmeye layığız!” dedim.
“Ama sırrı paylaşsam sır olmaktan çıkar” dedi Xecê nazlanarak.
“Kimseye söylemeyiz” dedi Yayla, git gide kanarak.
“Tamam. Zaten rüyamda Keter bana göründü ve bu sırrı iki kadınla paylaşacaksın, dedi. Demek ki siz ikinizmişsiniz!”
“Ya! Saklının saklısı, soyutun soyutu Keter bile izin vermişse, paylaşmaman doğru olmaz” dedim heyecanla
“Tamam. Bakın şimdi gözlerimi yumup yoğunlaşacağım ve aklınızdan geçeni okuyacağım.” dedi Xecê ve bir süre gözlerini yumup, arada bir tuhaf el kol hareketleri yaparak yoğunlaştı. Sonra elini alnıma koydu.
“Bir sayı düşün!” dedi, Yayla’ya çaktırmadan bana bir göz kırparak.
“Düşündüm.” dedim.
“Hımm. Ya Keter, ya Meter, ya sefer, hımm. Buldum! Tuttuğun sayı binbeşyüzoniki!”
“Aman Allahım! Nasıl bildin? Hem de yüksek basamaklı bir sayı tuttum ki seni şaşırtayım” dedim gözlerimi faltaşı gibi açarak.
“Sus! Sessiz ol! Kimse bilmesin. Bu koğuştakilerin aklından geçenleri hep okuyorum” dedi Xecê.
“Benimkini de oku!” dedi Yayla heyecanla.
“Olmaz! Seninki Tifaret aşamasında!”
“Allah! Allah! Benim niye haberim yok!” dedi Yayla.
“Çünkü senin kalbin saf, gönül gözün açık. Değil mi ki tüm rüya ve fal yorumların çıkıyor!” dedi Xecê Yayla’nın koltuklarını kabartarak.
“İşte bu yüzden, sen Tifaret aşamasına farkında olmadan geçmişsin. Senin zihnini okumamı Tifaret engelliyor.” diye devam etti Xecê.
“Yani bu durumda Yayla, benle senin zihnini okuyabilir mi?” dedim
“Seninkini okur ama benimkinde de Tifaret engeli var!” dedi Xecê.
“Hadi Yayla, yoğunlaş da zihnimi oku!” dedim.
“Bilmem ki okuyabilir miyim?”
“Satır satır okursun. Baksana Tifaret olmuşsun da haberimiz yok. Hadi dene!” dedim.
Yayla elini alnıma koydu ve Xecê’nin sözlerini tekrarladı.
“Ya Keter, ya meter, ya sefer! Hımm. Ha evet, bir sayı belirdi. Tuttuğun sayı kırkiki miydi?” dedi yayla
“Nee! Hayır, bu bir şaka olmalı. Nasıl bildin? Aman Allahım!” dedim abarta abarta.
“Hadi bir isim tut” dedi Yayla. Yeni yeteneğine hemen adapte olarak.
“Tuttum”
“Abdulrezzak mı?”
“Evet! Ay, aklımı kaçıracağım! Sırf sen bulmayasın diye böyle zor bir isim seçtim. Ama sen şıp diye buldun. Aman Yayla! Sakın bu yeteneğini herkeslere açma. Malum ehil olmayanlar bu bilgiyi kaldıramaz. Dahası zihnimi okuyorsan bana istediğini de yaptırabilirsin! Hii! Yapma sakın böyle şeyler.”
“Evet Yayla! Sakın kimseyle paylaşma. Ama gizliden herkesin zihnini akuyabilirsin!” dedi Xecê korkmuş gibi yaparak.
“Bak şimdi kahkaha atman için yoğunlaşacağım. Ya Keter, ya Meter, ya Sefer! Hımm. Kahkaha at!” dedi Yayla
Anında bir kahkaha attım. Yayla bu işe pek sevindi.
“Aman Yayla, yapma etme! Beni kuklaya çevirdin! Amuda kalk falan deme sakın!” dedim pek kaygılı bir sesle.
“Yok, yok! Merak etme! Bu gücümü iyi şeyler için kullanacağım. Bakın mesela Tombiş’i görüyor musunuz? Yatakta uzanmış güya kitap okuyor ama aklı başka yerde. Hemen zihnini okudum!” dedi Yayla
“İnanılmaz” dedim.
“Evet en de şuan onun zihnini okuyorum. Aynen Yayla’nın dediği gibi aklı başka yerde!” dedi Xecê.
İyice coşan Yayla, bu kez Sanik’yi işaret etti.
“Sanike şuan... hımm... Ya Keter, ya Meter, ya Sefer, hımm... Sanike şuan dışarıda olmayı hayak ediyor!”
“Aynen öyle” dedi Xecê.
“İnanmıyorum ya! Sanki şuan evrene dair tüm bilgilerim yıkıldı. Demek ki tüm evren, harflerle oluşup, harflerle, yıkılıyor her daim. Harfler sanki maddi varlıkmış gibi! Çok etkilendim. Ah keşke bende de Yayla’nınki gibi bir gönül gözü olsaydı! Nerede ben de o şans!” dedim.
“Ben zaten küçükkende çok. Yetenekliydim! Mesela hayvanların dilinden anlıyordum!” dedi Yayla
“Hz. Süleyman gibi, haa?” dedim.
“Evet. Mesela bizim bir köpek vardı. Yüksek sesle havladı mı anlıyordum ki kapıda yabancı biri var!”
“Maşallah! Nasıl bir idrak, nasıl bir izan!” dedi Xecê.
“Bizim tavukların gıdaklamalarından anlıyordum acıktıklarını”
“Üstün bir yetenek gerçekten de!” dedim gıpta ederek.
“Mesela nenemin dizleri ağırırdı, ben hemen derdim yağmur yağacak ve hemen de yağardı!”
“Harikulade!” dedi Xecê
“Müthiş gerçektende” dedim.
“Yalnız Xecêciğim ben bir şey anlamadım. Madem ben Tifaret aşamasındayım, neden özgürlük tanrısı bana somut bir yanıt vermiyor?” diye sordu Yayla.
“Çünkü Tifaret aşamasına varınca Özgürlük Tanrısı ile bağın kopar. Zira o daha alt bir seviyededir. Senin vardığın seviye çok üstün. Oho, o kaç basamak altta kaldı!” dedi Xecê.
“Ne dedin? Ne dedin?” diye sordu Yayla hayalkırıklığı içinde.
“Ulaşılacak en yüksek aşamadasın! Bu aşamaya ulaşmak enel-hak mertebesine varmakla eşittir” dedi Xecê
“Pey! Bana ne? Ben ne yapayım o aşamayı? Benim işim özgürlükle! Bu Tifaret de nereden çıktı? Bana ne ondan? Wii! Allah! Allah! Ben zihin mihin okuyup da ne yapacağım? Sorsam millet zaten ne düşündüğünü söyler. Sormasan da ağzı olan konuşuyor zaten, lak lak lak. Nıç. Nıç. Bana bakın! İkiniz de şimdi beni yalnız bırakın. Basamaklardan aşağı ineceğim. Tifarette ne işim var? Ma sanki ben mi istedim Tifaret olmayı? Aha gönül gözümü de kapatıyorum. Hadi gidin, gidin! Beni benimle başbaşa bırakın. Özgürlük tanrısına yoğunlaşmam gerek. Memzadireche! Memzadireche! Memrazideçhe” Memdizirache! Ramemdarizadçe!..
(DEVAM EDECEK)
LEYLA ATABAY L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA -ANTALYA
Görsel: Özcan Yaman- Adil Okay