
“Bunun konumuzla ne alakası var?”
“Mesela Yahudiler soğanı Tevrat’a benzetirler!”
“Soğanı mı Tevrat’a, Tevrat’ı mı soğana benzetirler?”
“Kutsaldır soğan. Tevrat’taki bilgi soğan gibidir. Her zarın altında yeni ve daha yüksek görüşler gözle.”
“”Ee? Bu sadece bir benzetme. Bu soğanı kutsal gördükleri anlamına gelmez ki! Ayrıca felsefe bunun neresinde?”
“Mesela dünyadaki en güzel şey soğanın içidir, yani cücüğüdür. Yani felsefedeki karşılığı özdür, cevherdir. Dış kabuklar ise onun görünümüdür”
“Bu her varlık için geçerli. Hem ayrıca soğanı bu kadar övüyorsun ama çok yediğini de görmedik! Teoride soğancısın ama pratikte sıfır.”
LEYLA ATABAY L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA -ANTALYA
VIII
“Weyy. Bu da ne? Ayda yılda bir senden bir soğan istedim. Gittin içi çürük soğan getirdin! Üç kilo soğan var orada. Bula bula çürük olanı mı buldun?”
“Aman Yayla! Ben ne bileyim içini? Etrafında on kat kabuk var. Doktorlar bile onlarca röntgen çekiyor da bulamıyor insan bedeninin içindeki hastalıkları. Üstelik insan konuşuyor. Soğan konuşsaydı bana içine dair bilgi verirdi belki.”
“Tam bir soğan cahilisin!”
“Ver değiştireyim. Kalkma sofradan.”
“Yok. Yok. Ben alırım. Zaten kurda demişler ensen niye kalın? Kendi işimi kendim görüyorum, demiş. Aferin o kurda. Kurda desem git bir soğan getir. En iyisini getirir. Aha bak şimdi soğan diye buna derler.”
“Ama bunun da içi çürük!”
“Olabilir! İnsan yanılan bir varlıktır. Hem belki bu soğan bir mesaj veriyordur?”
“Soğan mesaj mı veriyor?”
“Elbette! Doğanın da bir dili var. Ne diyor Heidegger, varlık kendini insana açar. Hakikat kendini dışa vurur.”
“Haklısın! Peki soğan nasıl bir mesaj veriyor? Hakikat kendini soğanda nasıl dışa vuruyor, Yaylacığım?”
“Diyor ki, onca soğan içinde çürük olan aka tane vardı. Her birini biriniz aldınız! Unutma ki soğan bir felsefedir!”
“Yani?”
“Yani ilkinde yapılan hata ikincide de yapıldı.”
“Yani?”
“Ben sana bir şey söyleyeyim mi? O Heiddeger varya Hannah Arendt’in sevgilisiymiş. Ya hem bir Yahudi’yle aşk yaşamış hem de Hitler’e destek vermiş bir adam.”
“Bunun konumuzla ne alakası var?”
“Mesela Yahudiler soğanı Tevrat’a benzetirler!”
“Soğanı mı Tevrat’a, Tevrat’ı mı soğana benzetirler?”
“Kutsaldır soğan. Tevrat’taki bilgi soğan gibidir. Her zarın altında yeni ve daha yüksek görüşler gözle.”
“”Ee? Bu sadece bir benzetme. Bu soğanı kutsal gördükleri anlamına gelmez ki! Ayrıca felsefe bunun neresinde?”
“Mesela dünyadaki en güzel şey soğanın içidir, yani cücüğüdür. Yani felsefedeki karşılığı özdür, cevherdir. Dış kabuklar ise onun görünümüdür”
“Bu her varlık için geçerli. Hem ayrıca soğanı bu kadar övüyorsun ama çok yediğini de görmedik! Teoride soğancısın ama pratikte sıfır.”
“Canım benim! Ben soğanı öyle çok seviyorum ki bazen yemeye kıyamıyorum.”
“Weyy! Yemeginizi yiyinsenize! Hepsi soğudi. Lak lak lak. Konuşun de konişin, nerye kader” dedi Sanike ikimizi susturarak ve ekledi “Yemekte konişilmez”
“Vallahi Sanikeciğim, gün geçtikçe yaşlılara daha da çok benziyorsun!” dedim.
“Wey. Ne eleka! Nıç nıç. Ayrıca bu soğuk havada niye böyle ince giyinmişlersiniz!” dedi Sanike
“Vallahi bir dırdır makinası icat edilse adı Sanike olsun diye öneride bulunacağım!” dedi Yayla.
“Ya insanlar yaşlandıkça yaşlılara benziyorlar” dedim gülerek.
“Sen böyle koniş bakalım! Ben senin başina ne oyunler getirecek, sen göririsin!”
Sanike gerçekten de iyi oyun çevirirdi. Dahası bu bir misilleme olacaktı!
Dün akşam Sanike’yi işletmek için Tombiş, Yayla ve Rengareng’le beraber bir oyun planlamıştık. İlk önce Tombiş gidip şu soruyu sormuştu.
“Çok merak ediyorum. Acaba Güneş mi Ay’dan büyük yoksa Ay mı Güneş’ten büyük?”
“Güneş dehe buyuktur.” demişti Sanike.
“Ama Ay daha büyük görünüyor. Acaba yanlış biliyor olmayasın?”
“Guneş buyuktur.”
“Yayla! Yayla! Söyler misin, Güneş mi büyük Ay mı?”
“Tabii ki Ay” demişti Yayla hiç tereddüt etmeden.
“Rengareng! Ay mı büyük Güneş mi?” diye sormuştu Tombiş bu kez.
“Bu da soru mu? Elbette Ay büyüktür. Apaçık bir gerçek!”
O esnada olaydan habersizmiş gibi bir havayla içeriye girerek oyuna dahil olmuştum.
“Aa, iyi ki geldin! Ay mı büyük Güneş mi?” demişti Tombiş.
“Elbette ki Ay!”
Tombiş bu kez Sanike’ye dönerek sormuştu.
“Baksana! Herkes Ay diyor. Demek ki büyük olan Güneş değil Ay! Ne dersin?”
“Vellahi ne desem ki! Ben biliyordum ki Güneş deha buyuktur. Ema çoğunlığ Ay diyorse ben de Ay buyuktur diyorım!”
Sanike, oyunu çeviren dört kişi olmamıza rağmen nedense bir tek bana iş bilemekteydi.
“Sanikeciğim, her oyuna da misilleme olmaz ki!” dedim.
“Olir, olir. Bunler hep seni başinin altinden çıkıyorler”
“Ama güzel oyundu, değil mi? Haa, fikir desen işte o Tombiş’iindi.”
“Ben diyior, ben biliyor güneş buyuk! Siz beni kandırıyor”
“Doğru bildiğinde ısrar etmeli insan bazen. Hem sen herkesin düşebileceği bir mantık hatası yaptın. Çoğunluk ne derse hakikat odur, hatası. Galile’yi hatırla. Dünya yine de dönüyor!”
“Ema demokresi budır.”
“İyi de bilimsel bir gerçeklik ortadayken çoğunluğa bakılmaz ki! Ayrıca çoğunluk her zaman haklı değildir. Hitler’i seçen de çoğunluktu.”
“ni buni bilmem. Temam ben bu işten bir ders çıkardim ema kesinlikle misilleme yepacağım.”
“Tamam. Yap ama birileri gibi kendi kazdığın kuyuya düşme” dedi Yayla bana bakıp bakıp gülerek.
Sen dur hele Yayla! Bu bölümün sonunda başına öyle bir oyun getireceğim ki, şeytan bile küçük dilini yutacak! Tabii bu arada Sanike’nin yapacağı misilleme için de epey uyanık olmam gerek. Ne yalan söyleyeyim, zor bir hayatım var!
“Soğan her daim sofranın baş tacıdır. Esasta ana yemek soğandır. Diğer yemeklere ona eşlik etsin diye konulur sofraya. Dahası o bir yemek bile değildir. Hakiki bir kültürel sembol, felsefik bir gerçekliktir.” dedi Yayla kaldığı yerden.
“Coştun yine Yayla! Soğanları seçimlere koysan, birinci gelir” dedim.
“Vallahi çarpılırsın. En kutsal nimet ekmek ise, ikinci kutsal nimet soğandır. Nimete laf söylenmez!”
“Biraz abartmıyor musun?”
“Aç kulaklarını iyi dinle” kabalacılara nasılsın, diye sorarsan, iyi olduklarını belirtmek için, kendimi soğan gibi hissediyorum, derer. Yani çok çok iyiyim!”
“Belki de iç içe geçmiş, katman katman benliklerin ifade etmenin bir yoludur. Tevrat meselesi gibi” dedim.
“Peh, hemen de kendini ettin Kabala uzmanı! Niye sana nasılsın dediğimde, turp gibiyim diyorsun o vakti? Senin katman katman benliğin yok mu?”
“Düşünsene Yayla, sen Kabalacı olsaydın evrenin gizlerine hakim olurdun! Vay be kim tutardı seni!”
“Sahi mi?”
“Tabi ya! Onlar harflerin gücü ile her şeye hükmede biliyorlar! Sende o bilgi olsa bu duvarlar ne ki, uçarsın, uçarsın!”
“Vay vay! Demek öyle. Bir araştırma yapayım bu konuda. Aklıma yattı. Bazen akıllıca şeyler buluyorsun haa!”
“Teveccühün Yaylacığım!”
“Yemekten sonra kitaplığa bakayım. Orada Kabalacılığa ilişkin kitaplar vardı.”
“Kolay gelsin!”
Oh olsun Yayla, uğraş dur bakalım. Peh. Kabalacılar evrenin hakimi olma gücüne vardılar da kendi kavimlerin niye kurtaramadılar? Gizemden gizeme yol al, kafan allak bullak osun Yaylacık!
“Bak, herkes sana deli diyor ama ben sadece bir iki kere söyledim senin yüzüne” dedi Yayla kibarca.
“Bence sakıncası yok”
“Ama tabii bir iki kere söylemiş olmam senin deli olmadığın manasına gelmiyor”
“Bunun da sakıncası yok”
Bu arada Sanike yemeğini bitirmiş, bir köşede Gülistan Ana’yla fısır fısır bir şeyler konuşuyordu. Bir komplo kokusu alıyorum. İkisi bana bir oyun hazırlıyor olabilir. Gülistan Ana ibadetinden arta kalan zamanda kazak örmek dışında zaman zaman Sanike’nin oyunlarına nazlana nazlana da olsa katılır.
Sanike uzaklaştı. Hımm, gidip Gülistan Ana’yı yoklayayım.
“Merhaba, bir şey getireyim mi, Gülistan Anacığım?”
“Nıç. İstemem”
“Ee, nasılsın? İyi misin?”
“Şükür, iyi sayılırım. İhtiyarlık işte. Zaten benim dünyayla işim kalmadı”
“Olur mu hiç! Yaşadığın sürece dünyayla işin var demektir.”
“Allaha ibadetle geçiyor işte günlerim”
“Bizim bir Hacı amcamız vardı. Farzları yapmayı sevmiyorum, sünnetleri yaparım diyordu. Çok komik ya!”
“Tövbe, tövbe! Bir de gülüyorsun”
“Biraz ortamı yumuşatayım ve sempatini kazanayım dedim. Sanike az evvel sana ne anlatıyordu?”
“Hiç”
“Ah cennet hep iyilere açıyor kapısını! Benim cennetlik anacığım”
“Hi hi hi”
“Ne tatlı gülüyorsun ya! Gülmek sana cidden çok yakışıyor. İyi bir insansın. İyi ile güzel sende bir olmuş. Tabii iyi insanlar hey iyi şeyler yapmak zorundadır gibi görünse de, insanı iyi şeyler yapmak, iyi yapar! Neyse”
“Hi hi hi”
“Eskiden en değerli, en saygı değer şey, en eski ve en yaşlı olandı! Artık gençlerin eski hürmeti kalmadı. Devir çok değişti!”
“.....”
“Gerçi böyle diyorum ama geçenlerde eski Sümer tabletlerini okuyordum. O devirde bile yaşlılar gençlerden şikayet ediyorlardı. Ah devir değişti, bu gençlerin yaşlılara hiç saygısı yok, diyorlardı. Çok ilginç. İşte...”
“Ben namaz kılmaya gidiyorum!”
“Dur, dur! Sanike ne anlattı sana? Bir oyun çevirecek değil mi?”
“Çok merak ettiysen git Apollo tapınağına, oradaki Pithia’dan sor!”
Doğrusu, iş laf atmaya gelince Gülistan Ana fil hafızasına ve keskin zekasına dayanarak insanı yerin dibine batırır. İki ya evvel Nermin’le aramızdaki bir diyaloğu öfkeyle dinlemiş, lafını da atmıştı. İçi rahatlamamış olmalı ki, bunca zaman fırsat kollamış. Diyalog aşağı yukarı şu şeklide olmuştu;
“Nerminciğim, şimdi Yunan mitolojisinde tanrıların bir soy ağacı var. Rheia ile Kronos evleniyor. Çocukları doğuyor. Hestia, Demeter, Hera, Hades, Zeus.”
“Hımm, evet”
“Apollo Zeus’un oğlu. Delphi tapınağı ona ait. Pithia adında bir kadın kahin var tapınakta”
“Evet”
“Şimdi, önce geriye doğru sayalım. Apollo’nun babası kim?”
“Zeus”
“Bravo. Zeus’un babası kim?”
“Kronos”
“Helal olsun! Kronos kimin oğlu?”
“Uranos!”
“Çok iyi. Peki Uranos kimin oğlu?”
“Şey! Of! Şey! Aman! Eşeğin oğlu! Ben ne bileyim? Kafam karıştı!”
İşte o an olaya müdahil olan Gülistan Ana dişlerini gıcırdata gıcırdata fırçalamıştı bizi.
“Kendi atalarınızı sayın desem, dedenizden ötesini bilemezsiniz! Ama kafirin tüm soyunu tek tek sayarsınız!”
Gülistan Ana ya bir şeyler biliyor ve saklıyordu ya da hiçbir şey bilmiyordu! Yüzde elli biliyor, yüzde elli bilmiyordu. Olasılık eşit olduğu için... Of ya kendimi hamile kadına çocuğunuz ya kız olacak ya da erkek” diyen doktor gibi hissettim. Gülistan Ana bilse de söylemezdi ki! Ah keşke İskandinav tanrısı Odin gibi Hugin ile Munin adlı kargalarım olsaydı! Benim düşünce kargam Hugin ile hafıza kargam Munin yeryüzünde dolanıp gördüklerini akşam vakti gelip anlatırlardı. Sanike’nin her oyununu önceden bilip onu gafil avlardım. Aa! Sanike şimdi de Yayla’yla konuşuyor! O da mı oyuna dahil! Yandım ki ne yandım! Vay ki ne vay! Bu iş de bana yardımcı olabilecek tek bir kahraman var; kartal gözlü, aslan pençeli, dağların yiğidi, ovaların kır atlı süvarisi Arara!
“Arara! Yemeğin bittiyse dışarıya gelsene. Dolaşalım biraz.” diye seslendim.
“Tamam”
“Gel, gel. Şu köşeye gidelim”
“Şey, Kuşlal ne güjel ötüyol. Tıpkı penim flüt çalışım gipi”
“Öyle, öyle.”
“Kuşlalın da yapancı dili val mı?”
“Sanmıyorum. Sen hiç köpek gibi kavlayan kuş duydun mu?”
“Pen küçükken pil köpek valdı. Pil gün..”
“Şışt, Araracığım! Anılarını sonra anlatırsın. Mühim bir mesele var”
“Şey, peki kaplumbağa kuş gipi ötel mi?”
“Sanmıyorum. Dinle Arara bana bir oyun oynayacaklar.”
“Penim pil anım geldi. Pen küçükken aynen kaplumpağa gipi giyindim. Sonca...”
“Araracığım! Senin bu kadar anın olamaz! Şu anı torbanı biraz küçült. Bak mesela ben kaplumbağayım, sen ise kelebek. Bir kaplumbağa anılarını anlatmaya kalksa yıllar yetmez. Ama bir kelebek bir dakikada özetler tüm hayatını.”
“Tamam, pen kelepeğim. Pil keleşin de pen küçükken...”
“Arara! Durum çok ciddi.”
“Evet, çok çiddi. Piliyolum çok çiddi!”
“Ne! Yoksa bir şey mi biliyorsun?”
“Şey dedin ya çok çiddi. Ama pen çok şey biliyolum. Pil keleşinde papama dedim ki; Helaklitoş püyük filojoftul, papam dedi ki şen çok şey piliyolşun, afelin, afelin, dedi.”
“Dikkatini bana ver Araarcığım. Sanike bana bir oyun oynayacak”
“Şana mı?”
“Yani ikimize. Bu işte seninle ortağız.”
“Ama pen Şanike’ye pişey yapmadım ki!”
“Dinle Arara, bu işte beraberiz. Gidip Sanike’nin ne tür bir oyun çevirdiğini öğrenmelisin ki, ona göre adımımızı atalım”
“Ama pen pulada kalıp şana anılalımı anlatmak iştiyolum”
“Sonra anlatırsın. Bu daha mühim.”
“Şimdi anlatmak iştiyolum. Pu daha daha mühim.”
“Önce benim dediğimi yap sonra gelirsin anılarını saatlerce anlatırsın,”
“Şimdi iştiyolum anlamayı. Penim de haklalım val!”
Hay Allah! Besle kargayı oysun gözünü! Ne diye dün Arara’ya çocuk haklarından bahsettim ki!
“Elbette hakların var, tatlı serçeciğim. Oldu. O vakit ben önce senin anılarını dinliyeyim, sonra da gidip Tombiş’ten yardım isteyeyim.”
“Gitme gitme! İşteme işteme Pen yaldım edelim.”
Vay Arara vay! Sana anlattıklarımı bana karşı kullanırsın, haa? İşte ben de yılların kazandırdığı tecrübelerle seni böyle alt ederim. Neydi bir çocuğu yola getirmenin ilk kuralı? Çocuğu başka bir çocukla ikame etme taktiği. Gerçi Tombiş çocuk sayılmaz. Ama Arara Tombiş’in sempatik tavırlarıyla tüm gönülleri kazandığını bildiğinden onu bir rakip olarak görür. Son zamanlarda kilo almış olmasının nedeni de bu kıskançlığıdır. İştahsız Arara, sırf Tombiş’in sempatikliğinin temeli olarak gördüğü kiloların aynısına sahip olmak için yedikçe yediğinden göbek bile yaptı.
“Ama az önce haklarım var, deyip rest çektim!”
“Şaka yaptım!”
“Aferin. Yola gel böyle.”
“Tamam, yoldayım.”
“Görevin şu; Sanike’yi takip edeceksin ve duyduğun her kelimeyi bana getireceksin. Yakalanmamaya dikkat et. Sana güveniyorum. Gizli hareket et”
“Tamam. Gijli haleket edeceğim. Pana şu poynundaki fulalı vel”
“Fuları ne yapacaksın?”
“Pöyle paşıma atacağım. Kişme peni tanımayacak!”
“Çok zekice! Bu halinle tanınman imkansız! Annen bile tanıyamaz. Türk filmlerindeki Kezban gibi tek bir fularla bambaşka biri oldun! Hadi git. Göreyim seni! Benim tatlı kargam. Huginim, Muninim. Hadi uç bakalım”
Arara yeni edindiği göbeğini hoplata hoplata, ikide bir kafasından yere düşen kamuflaj fularını alıp başına örterek yukarıya çıkmak üzere içeriye doğur koştu. Bana beklemekten başka iş kalmıyordu artık.
“Koşa koşa nereye gidiyor bu şirine?” dedi Tombiş.
“Aa! Sen ne ara geldin? Hasta değil miydin?”
“Biraz güneşleneyim dedim. Öyle de uykum var ki! Hep soğuk havadan oluyor. Daimi bir yorgunluk hali.”
“Hı, hı. Bilmez miyim?”
Bu Tombiş var ya tembelin tekidir. Profesyonel bir uykucu. Bir de hasta oldu mu, bir nazlı bir nazlı olur ki vay halimize. Baş ucundaki yastığa bile uzanmaya üşenir, dakikalarca, birileri gelip yastığı versin diye seslenir. Yine böyle pek “hasta” olduğunu sandığı bir gün... ama durun önce şu “sanmak” meselesini açayım. Tombiş esasta çok sağlam bir bünyeye sahiptir. Hasta falan a olmaz! Köpek balığı gibidir. Hastalık ona yanaşmaz. Köpek balığı benzetmesi yapmamın nedeni bu balığın hiç hastalanmadığına dair rivayettir. Tombiş benzese benzese balinaya benzetilebilir. Bunun da konumuzla alakası yok! Evet, işte Tombiş’in kendini hasta sandığı bir gün... haa evet “sanmak” meselesini açıklayacaktım. Kafamı kaldı ben de! Sanike’nin çevireceği oyun aklımı şimdiden felç etti. Yoksa oyun bu mu? Esasta bir oyun yok! Oyun varmış havası oluşturup ölüp ölüp, dirileyim mi istiyor? Hımm, belki de Tombiş’i o gönderdi! Oynayacağı oyunun bir aktörü mü Tombiş? Of ya, insan birinden şüphelenmeye görsün, o insan bir kuzu kadar masum olsa bile, her davranışını, kendi şüphesini haklı çıkaran bir kanıt gibi görür! Yani şimdi bu Tombiş tatlı uykusunu bırakıp boşuna mı geldi dışarıya? Ama hayır? Olmaz. Zira Sanike’yi işlettiğimiz oyunun prodüktorü Tombiş’in ta kendisiydi! Sanike bir oyun oynayacaksa benle Tombiş kadar arkadaşıyız. O halde kaldığım yerden devam edeyim. Evet, Tombış kendini hasta sanır. Sanır diyorum zira numara olsun diye hastalanmaz, hasta olduğunu sanır! Aradaki fark şu; insan etrafını kandırır ama kendini kandırmaz. Tombiş ise etrafını değil kendin kandırır. Yetmişlik nineler gibi oflar puflar. Kaprislerinin, nazlarının sonu gelmez. Yazın bir bardak kaynar çay ver “Bu soğumuş” der çevirir. Kışın buz gibi su ver “Bu adeta kaynıyor” der çevirir. Her hafta en az üç gün hasta olmayı başarır ve en mühimi her defasında yeni bir hastalıkla sahneye çıkmakta üstüne yoktur.
“Bu defa çok kötü hastayım. Durmadan hıçkırık geliyor.”
“Biri senden söz ediyordur.” dedi gülerek.
“Normal bir hıçkırık değil”
“Şu an hıçkırık yok ama”
“Oho! Sen az evvel görecektin. Hıçkır da hıçkır Vallahi ölüyorum sandım.”
“Vah, vah”
“Hiç normal değil!”
“Hıçkırık kanseri olmayasın!”
“Hii! Allah korusun!”
“Su içseydin. İyi gelir.”
“İşte zaten onun için geldim. Soğuk su içersem boğazım ağrır. Semaverde su ısıtsın diye Yayla’ya seslendim, duymadı. Sonra Beri’nin yanına gittim, uyuyordu. Aşağıya indim, kimseyi bulamadım. Ben de buraya geldim. Hem güneşleneyim hem de semaverin fişini takmanı isteyeyim diyerek geldim.”
“Yani herkesle tek tek uğraşacağına, dahası yemekhaneden geçip ta buraya gelip bana söyleyeceğine kendin taksaydın ya semaverin fişini”
“Hiç mecalim yok inan! Hıçk! Aa bak yine hıçkırdım! Mutlaka revire gitmeliyim!”
O esnada göbeğini hoplata hoplata, telaşla gelen Arara’nın suratı, yanımda Tombiş’i görmesiyle, asıldı.
“Hoş geldin Araracığım. Tatlı Casusum! Ne haberler getirdin?”
“....”
“Konuşsana Cimcime”
Tombiş revire gitmek için hıçkıra hıçkıra içeriye gidince Arara’nın dili çözüldü.
“Pişey yok. Şanike hiç konuşmadı. Kitap okudu”
“Ama hemencecik de döndün. Belki beklesen bir şeyler öğrenirdin. Senden casus olmaz! Sıfır! Sıfır! Sınıfta kaldın.”
“Ama pen Şanike’yi ijledim!”
“Sınıfta kaldın. Bilgi=sıfır!”
“Ama pen pilgi getildim. Kitap okuyol”
“Fizik=sıfır! Zira iyi gizlenmemişsin!”
“Ama fulalım düştü”
“Matematik=sıfır! Zamanlama hatası yapmışsın!”
“Ama penim şaatim yok!”
“Coğrafya=sıfır! Yön bulamıyorsun!”
“Ama fulal yüjümü, göjümü kapatıyoldu”
“Spor=sıfır! Göbek yapmışsın!”
“Ama çok tatlı, değil mi? Tombiş’ten daha tatlıyım”
“Müzik=sıfır! Flütü adeta karga gibi öttürüyorsun.”
“Ama nota pilmiyolum!”
“Üzgünüm Doktor Watson! İşten atıldınız!”
“Aa! Pen doktol mu oldum?”
“Bak Araracığım. Şimdi ben Sherlock Holmes’um. Sen ise onun yardımcısı Doktor Watson!”
“Ama pen Şalak Holmuş olmak iştiyolum!”
“Hayır. Sen Doktor Watson’sın!”
“Olmaj! Pen Şalak Holmuş’um, sen doktolşun!”
“Tamam! Madem sen Sherlock Holmes’un, o vakit Sanike’nin planladığı uyun çöz!”
“Yaşaşın! Pen hemen çöjeçeğim!”
“İp ucularını takip etmelisin”
“Evet. Hemen çöjeçeğim Şanike’nin oyununu. Şen melak etme!”
Arara şu an kendini gerçekten de Sherlock Holmes zannediyor. Çocukken insanın oyunda kendini yitirmesine benlik denen oluğunun esasta ne kadar temelsiz olduğunu gösteriyor. Bir sanatçı yaratıcılığıyla her an her kimliğe bürünebilmek ne büyük mutluluk! Oyun, insanı mantık zincirlerinden kurtarır. Öyle ki küçük bir çocuk kendini kaptırdı mı hem üstlendiği rolü hem etrafındaki figürleri gerçek sanır.
“Şen şu an ne düşünüyolşun?”
“Ben mi? Oyunları düşünüyorum. Hayat başlı başına bir oyun sevgili Sherlock.”
“Yaşaşın! Hel şey oyun. Hayat da oyun! Peki konuşmak da oyun mu?”
“Seslerle oynuyoruz”
“Peki, müjik de, flüt de oyun mu?”
“Sanat başlı başına oyun.”
“Peki, şey fale de oyun mu.”
“Fare mi?”
“Peki püyüklel de oyun mu?”
“Büyükler dünyası da oyun. Ama sıkıcı bir oyun.”
“Helkeş oyun mu oynuyol?”
“Evet”
“Şen penimle konuşma oyunu oynuyolşun”
“Tam isabet!”
“Annem telefişyon ijleme oyunu oynuyol şimdi. Yayla kitap okuma oyunu oynuyol şimdi. Şanike şana oyun oynama oyunu oynuyol şimdi.”
“Kant ne diyor biliyor musun? Biz insanların güçsüz kavramlarına uygun düşen dile getiriş şu olur: Biz dünyayı, var oluşu ve iç belirlenimi sanki en yüksek varlıktan kaynaklanıyormuş gibi düşünürüz”
“Evet. Öyle düşünülüj”
“Mış, gibi yaparız. Varmış gibi. Sonsuz yaşam, özgürlük.”
“Evet. Pen öjgülüm. Penim haklalım val”
“Zorunluluk kader veya bilimsel olarak söylersek tabi olduğumuz bir neden-sonuç ilişkisi, belirlenimcilik var. Ama insan olarak sahip olduğumuz bilinç tamamen özgürlükle alakalıdır. Bu açıdan haklısın. Özgür Aarar!”
“Pen bil lüya göldüm. Lüyamda üç Alalaydım!”
“Üç Arara mı?”
“Evet! Hem pahçede oynayan bil Alala valdı, hem de onu penceleden ijleyen bil Alala ve bil de penceleden bahçedeki Alaya’yı ijleyen pen valdım!”
“İlginç bir rüya”
“Pen gelçekten de oladaydım! Pahçede, pencelede, pencelenin yanında”
“Aristo mantığına aykırı! Özdeşliğe aykırı!”
“Ama mantık zincilleli naşıl ki oyunda kopalsa, insan naşıl öjgül oluyolşa, lüyada da mantık zincillerinden kultulul.”
“Allah Allah! Yahu Arara, sen benim az evvelki monoloğumdan mı arakladın bu cümleyi? Dahası bu durum mantığı aykırı! Zihnimi mi okuyorsun yoksa?”
“Pen Şalak Holmuş’um, helşeyi çözelim. İp uçlalını takip edelim. Aylıca pu diyaloglalı da şen yazıyolşun.”
“Hoppala! Ne bu? Oyun içinde oyun mu?”
“Pilmem! Kalem şenin elinde!”
“Öyle mi, çok bilmiş Cimcime? Madem kalem benim elimde, hadi naş naş! Gidip öğle uykusuna yat.”
“Ama pen uyumak iştemiyolum. Özgülüm, haklalım val.”
“Yemezler canım. Hadi güle güle!”
Arara uyumak üzere yukarı çıkınca, havalandırmaya menekşe geldi! Ah Arara seni sahneden indirdim ama söyle bana ey küçük melek Arara! Eğer kalem bendeyse neden terk ettiğin sahneye menekşe çıktı? Belki de bu bir işaret! Menekşe’ye biraz neşe ve kahkaha iyi gelecektir. Eh madem kalem bende şimdi ona kahkahalar attırayım da Yaylagil şok olsun.
“Hoş geldin Menekşe! Dinle. Geçen gün Yayla’ya dedim ki, Hume Kant’ı dogmatik uykusundan uyandırmış. Yayla ne dese iyidir. “Yuh yani adama bir rahat vermiyorlar. Ha ha haa!”
“...”
“Çok komik! Şey! Komik değil mi?” dedim. Menekşe değil gülmek o asık suratını daha da astı. Kendini çok ciddiye aldığı belliydi. Yoksa kafamdaki imaj mı engeldi kalemime.
“Evet. Galiba espriyi beğenmedin. Gerçi Yayla çok ciddi idi. Ve Hume’a da lanetler okudu”
“...”
“Her insan imajını oluşturabilir. Mühim olan kendini gerçekleştirme, kendi gerçekliğini oluşturmadır.”
“Ne fark var ki arada?” dedi Menekşe nihayet.
“Sonuçta insan kendi kimliği hakkında büyük ölçüde başkalarının tanımlarına göre şekillenir.”
“Eee?”
“Tabii bu tanımlar içsel özelliklerimize göre değil de toplum içindeki statümüze göre oluşur. Tabii doğuştan gelen statü var, sonradan elde edileni var.”
“Yani?”
“Haliyle insan da statüsüne uygun bir rol oynuyor.”
“Sadete gel!”
“Menekşe isen Menekşelik yapacaksın haliyle”
“Ben benim! O kadar! Ben ben olduğumu, eskiden de ben olduğumu, gelecekte de ben olacağımı biliyorum. Bu bilgi için araştırma yapmama gerek yok! Apaçık olanı ne diye araştırayım?”
“Bir noktaya bir nokta ekleniyor, bir çizgi oluşuyor. Veya bir küme. Ve işte varlık meydana geliyor. Bu birlik, bu sistem nasıl oluşuyor? Kendi birliğinin bilincine ermi enlik nasıl oluşuyor peki?”
“Aman! Sıkıldım bu diyalogtan. Şuan neysem oyum! Ve şuan neysem o olmak için bir hayat boyu uğraştım. Dünyaya bir daha gelsem yine Menekşe olarak gelirim.”
“Sıkılmaz mı insan kendinden?”
“Ben kendimle barışığım. Onu kendisiyle barışık olmayanlar düşünsün. Kompleksiz bir insan olarak kendi benliğimi çok seviyorum.”
“Haklısın Menekşe! Ne mutlu kompleksizim diyere! Bence cennet kompleksiz insanlarla dolu bir yer olmalı. Ağaç, çiçek, kelebek, börtü böcek dünyada bol bol var nasılsı. Cenneti cennet yapacak şey kompleksiz insanlar olmalı!”
“Desene ben cennetliğim!”
“Öylesin elbet! Hem sensiz çok sıkıcı olur orası. Ama artık sahneden çekilme vaktin geldi.”
“Yok canım! Kalem elinde diye rolleri sen mi biçiyorsun?”
“Ondan değil vallahi! Sanike’nin başıma ne tür bir oyun getireceğini bu bölüm bitmeden öğrenmeliyim! Güya bir de Yayla’ya oyun oynayacaktım. Bölüm bitmeden hem bir oyun oynamam hem de bir oyunu deşifre etmem lazım.”
“Kimi kandırıyorsun! Sanike’nin ne oyun oynayacağını zaten biliyorsun! Şuan ranzanda oturmuş, eline aldığın deftere yazmıyor musun bunları?”
“Hoppala! Bu ne iştir Allah aşkına? Kalem bendeyse ne diye bunca fırça yiyorum? Lütfen kendimize gelelim ve gerçeğe uygun davranalım!”
“İyi! Madem öyle ben suratımı asıp yürümeye devam edeyim o vakit” dedi Menekşe ve beni benle başbaşa bıraktı. Fakat bu kendimle başbaşalığım fazla uzun sürmedi. Arara heyecanla koşarak yanıma geldi.
“Aa, sen öğle uykusuna yatırılmamış mıydın, Cimcime?”
“Pen çok kulnajım! Uyumuş gipi yapıp Şanike’yi dinledim!”
“Aferim sana! Seni yerim ben! Ee?”
“Oyundan pahşetti!”
“Harika! Sen hakiki bir Sherlock Holmes’sun!”
“Dedi ki; hava çok güjel! Tam oyun havaşı. O gölül gününü”
“Benden mi bahsediyordu yani?”
“Evet! Dedi ki; pen, şen, şen, şen... pu işi paşalaçağıj”
“Vay be! Şu Sanike’ye bak sen! Herkesi oyuna dahil etmiş. Yayla’da var mı oyunda?”
“Val. Hepşi val. Şen yandın vallahi!”
“Peki ne getirecekler başıma, öğrenebildin mi?”
“Şenin paşına ne getileçeklel öğlenemedim. Ama çok kişilel val. Şen çok yandın”
“Of Arara ya, korkutma beni! Çok uyanık olmalıyım. Of ya ne olabilir? Kafamdan aşagı, kovalarla su mu dökecekler? Yoksa yoksa ben uyurken yüzümü mü boyayacaklar? Gülistan Ana da var mı oyunda?”
“O yok. O dedi pen oynamam!”
“Helal olsun! Bak nasıl da seviyor, koruyor beni. İşte analar böyle melek kalpli olur. Ya Nermin?”
“O dedi ki, pen mutlaka dahil olaçağım pu oyuna!”
“Vay vay! Görüyorsun değil mi Arara? Kuzu postuna bürünmüş kurt imiş meğer Nermin. Peki Tombiş?”
“Tombiş dedi ki, pen haştayım katılmam!”
“Görüyorsun değil mi? Bir vefalı o çıktı. Şu Sanike’ye bakın hele! Ona oyun oynayan Tombiş, ama işbirliği yaptığı veya önerdiği kişi de yine Tombiş! Nıç, nıç. Başka ipucu yok mu? Düşün biraz. Parçaları birleştirmek için ipucu lazım”
“Onlal... hepsi ayağa kalktı. Şonla elpişelelini değiştildilel. Pen de yataktan kalktım, onlalı takip ettim”
“Kılık değiştirdiler demek. Nasıl bir oyundur bu böyle? Ne giydiler peki?”
“Aşoltman”
“Eşofman mı? İlginç! Acaba olur da kafamdan su dökmek isterler de kaçarım diye mi giymişler? Böylece beni çok rahat yakalarlar. Görüyorsun Doktor Watson, olayı çözmek üzereyiz.”
“Ama pen Şalak Holmuş’um. Şensin doktol”
“Tamam, tamam. Başka ipucu yok mu?”
“Haa. Yengaleng dedi ki; pen pu kej kalşı talaftayım!”
“Demek Rengareng benim tarafımda. Gözlerim yaşardı doğrusu. Hii. Sesleri geliyor! Aman Allahım bu ne gürültü böyle?”
“Kolkma pen şeni kolulum”
“Wii! Sen deha aşortmanıni giymemişler? Hedi çebuğ ol” dedi Sanike elindeki voleybol topunu bana doğru atarak.
“Ne? Voleybol mu?”
“Yok moleybol! E herhalde voleybol. Biz dedik bu guzel hevada maç yapalımler. A ha bu kuçuk cin sena söylemediler? Rövanş maçidir”
“Arara?” dedim şaşkın bir halde bakakalarak.
“Aaa! Ama pen unuttum! Şanike dedi ki; git ona şöyle pij boleybol oynayacağıj. Hajıllanşın!”
“Ah Arara! Başta söylemen gerekin neden sonda söylüyorsun! Ödüm koptu vallahi!”
“Aman şen demedin mi? Şey... Şey... Şey... Hel şey...”
“Kaset takıldı galiba!”
“Şey... Hel şey oyun değil mi? Hel şey Oyun!
(DEVAM EDECEK)
LEYLA ATABAY
Fotoğraf: Adil Okay