Kurumuş çiy kokan otların arasından ansızın bir serçe sürüsü havalandı. Pır sesi göğü yırttığı anda aynı sesin izine takılan çiftenin iki el tok atış sesi duyuldu. Sağa sola savrulan kuşlardan bazıları sesin geldiği ters yöne doğru kanat çırparak uzaklaştı.
Adam, sırtından indirdiği av çantasına önce otların arasında yaralı bir şekilde çırpınan kuşların başlarını bükerek koydu. Sonra kaçma olasılığı ortadan kalkmış ölü kuşları ıslak otların, çalıların arasından toplamaya başladı. Üşenmeden olduğu yere diz çöktü saydı, otuz beş kuş ölüsü vardı çantasında. Akşama şöyle kallavi bir ziyafet vardı, demek. Tavadaki küçücük kuşlar kendi yağlarıyla kızardığında bir lezzet ayinine dönüşecekti dünya.
Bunları düşünürken çitin başına gelen ak kadın bağırdı. “Nasıl kıydın deyyus küçücük cıldırıklara, zehir zıkkım olsun.” Adam şaşırdı, kadın yerden tezek ağaç parçası ne varsa üzerine fırlatmaya beddualar yağdırmaya başlamıştı. “Onların kaderlerinde bu var, çıtır çıtır tavada pişmek sonra da yağlarını akıta akıta çıtır çıtır yenmek.”
Kadının siniri yatışmamıştı, elleri böğründe bağırmaya devam etti. “Karşıdaki adak ağacını şenlendiren Eren’in kuşları onlar. Nasıl kıydın, yağlı kurşunlara gelesin a be suratsız.”
Eren dağının çalkantılı boşluğunda serçe sürüleri yel gibi çoğaldı. Yüzlerce yıllık adak ağacının üzerinde kenti kuşatmaya hazır bir cıldırık komünü vardı.