FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU V 1

Görülmüştür kullanıcısının resmi
“Her Filozofta şairlik de var az biraz. Onun güzel dizelerini okuyayım. Dinle donatılmış değildir.”

     “Ha haa haa!”. 
  “Hoppala! Niye güldün ki!”
   “İşte bir filozofa hiç yakışmıyor şiir okumak.”
   “Peki. Onun felsefesini anlatayım bari. Ona göre bu karanlık dünya, sonsuz ışığın ülkesinde işlenen suçun cezasıdır.”

LEYLA ATABAY L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA-ANTALYA

                 V
  “Arara! Bak annen dakikalardır banyo için çağırıyor seni”
      “Pen iştemiyolum”
      “Ama olmaz ki! Yapman gerekiyor.”
      “Ne olul yapmayayım”
      “İyi. O zaman bedeninde otlar, mantarlar biter.”
      “Ot mu? Çiçek de açal mı?”
      “Tabi ki! Ama o çiçeklerin açılması ve yaşaması için su dökünmen gerekir.”
      “Pu tam bil kışıl döngü olul.”
      “Bence de tam bir kısır döngü olur. Bak! Sen şimdi git banyo yap, sonra seninle bir sürü oyun oynarız. Sonra gideriz Yayla’nın yanına. Onu bir güzel işletirim.”
      “Niye işletecekşin Yayla’yı?”
      “Özel zevklerim arasında Yayla’yı işletmek vardır.”
      “Penim de özel jevklelim alaşında.... hımm muj yemek valdıl”
      “Bilmez miyim?”
      Arara’nın sakız dışında bayıldığı bir şey varsa o da muzdur. Bir süre önce aşı olmak için annesiyle beraber revire gitmiş, dönüşünde büyük bir ilgiyle karşılanmıştı.
      “Ee. Araracan, doktor ne dedi?”
      “Çok haştayım!”
      “Vah, vah. Ee doktor ilaç verdi mi?”
      “Velmedi. Ama dedi ki hel gün muj ye”
      “Ohoo. Desene hastalığın çok ciddi!”
      “Evet”
      “Nıç, nıç. Peki günde kaç tane yemen gerekiyor?”
      “Günde üç tane, aç kalna”
      “Hımm. Aç karına üç muz. Hastalığın çok ağır. Artık sana hergün muz alacağız, ne yapalım.”
      Arara banyo yapmak için gidince ben de Allah’ın üzerime farz kıldığı görevimi yapmak üzere Nermin’in yanına gittim. Nermin, ranzasında oturmuş, başını sağa doğru eğerek elindeki kitabı okumaya çalışıyordu. Boyununda bir sorun olduğunu düşünerek “Geçmiş olsun!” dedim.
      “Sağol, ama hasta değilim ki!”
      “Boynun ağrıyor gibi.”
      “Haa. O mu? Yok yok. Beynimi çalıştırıyorum.”
      “Nasıl yani?”
      “Yayla dedi ki beyin ikiye ayrılıyormuş. Sağ ve sol lob diye. Sağ lob hayal gücünü, sezgiyi yaratıcılığı, sanatçılığı geliştiriyormuş. Sol lob ise mantığı matematiği, analitik zekayı.
      “Ee?”
      “İşte bende şimdi resim sanatını ve ressamları anlatan bu kitabı okuyorum ya, başımı sağ tarafa eğiyorum ki sağ lob çalışsın!”
      Anlaşılan beni yine epey zorlu bir saatlik bir zihinsel sınama bekliyordu. Ama ne yapayım, adak adaktı!
      “Biraz sohbet ederiz diye düşündüm.”
      “Haa, öyle mi? Tamam. Bu resimlere sonra bakarım. Ne konuşacağız?”
      “Felsefe”
      “Haa? Acaba felsefe için sağ lob mu lazım sol lob mu? Başımı ona göre eğeyim.”
      “En iyisi başını dik tut! Zira felsefe için her iki lob da gerekiyor.”
      “Tamam”
      “Diyorum ki acaba baştan mı başlasak? İlk filozoflardan mesela.”
      “Olur. Benim için başlangıç veya son hiç mühim değil.”
      “Tabi, haliyle tekrar olacak. Zira bunları daha evvel bir kaç kez anlatmıştım. Eh, yine de filozof Empedokles’in dediği gibi, iki kere söylemek de güzeldir gerekeni.”
      “Ama bu filozof değil şair!”
      “Her Filozofta şairlikde var az biraz. Onun güzel dizelerini okuyayım. Dinle. Donatılmış değildir.”
      “Ha haa haa!”
      “Hoppala! Niye güldün ki!”
      “Çok komik geldi.”
      “Niye?”
      “İşte bir filozofa hiç yakışmıyor şiir okumak.”
      “Peki. Onun felsefesini anlatayım bari. Ona göre bu karanlık dünya, sonsuz ışığın ülkesinde işlenen suçun cezasıdır.”
      “Hangi suç?”
      “Onu o da bilmiyor galiba. Yüce ışıktan, şu beden bulduğumuz maddi dünyaya düşmüşüz. Tekrardan o ışığa ulaşmanın yolu ise ruhsal arınmayla mümkün. Nefisten kurtulacağız. Et yemeyeceğiz. Hiç bir canlıya zarar vermeyeceğiz. Bir sineğe bile. Bunlar sufilikte de geçerli olan kurallar. Felsefenin annesi hem Doğu’dur hem Batı. Dinliyorsun değil mi?”
      “Nıç!”
      “Sebep?”
      “Çünkü ben felsefede epey ilerledim. Aklıma takılanları öğrenmek istiyorum. Mesela tencerenin varlığı.”
      “O konuya girmeseydik iyiydi. Sanırım tencere olayının bize öğrettiği en mühim şey, duyularımız yoluyla bilgi sahibi olduğumuzdur. Kör, sağır, tat ve dokunma duyularını yitirmiş biri için tencere yoktur.”
      “Evet.”
      “Duyularımız yanlış algılarsa, o zaman bilgi yanlış olur. Mesela eline bir kedi aldığında onun tencere olmadığını bilirsin.”
      “Tencere miyavlamaz!”
      “Doğru. Kedi ben tencere değilim, diyemez. Ama miyavlayarak tencere olmadığını kanıtlar.”
      “Ya beni kandırmak için, ben bir tencereyim demek isterse?”
      “Kedi bunu niye yapsın?”
      “Böyle kediler var. Bizim köyde bir kedi vardı. Bir gün aldı başını gitti. Üç ay sonra hiçbir şey olmamış gibi elini kolunu sallayarak köye geri döndü.”
      “Bunun konumuzla ne alakası var?”
      “Konumuz kediler değil mi? Ben de bizim köyün en serseri kedisini anlatıyorum. Bir de görsen öyle havalı olmuştu ki, sanki diyeceksin Paris’e gidip gelmiş. Eh tabii gezip gören kedinin hali başka oluyor. Zaten Rengareng geçen gün dedi ki, çok okuyan değil çok gezen bilir.”
      “Bu durumda kedi köydekilerin hepsinden daha çok şey biliyordu.”
      “Hee. Ama biz de çok gezerdik. Koyunları otlatırken epey gezerdim ben.”
      “Ee, o zaman kitap okumasan da olur! O gezmeler sayesinde bilgine bilgi eklemişsin.”
      “Fazla bilgi göz çıkarmaz. Hem herkes okurken okumamak etik olmaz!”
      Nermin uzun bir zamandır diline “etik” kelimesini dolamıştı: “Bu bardağın dibindeki suyu içmek yerine dökmeniz hiç etik değil”, “Kitap okurken hapşırman hiç etik değil”, “İnsan voleybol oynarken topa hiç öyle sert vurur mu? Nıç. Nıç. Hiç etik değil.”, “Bulaşık yıkarken bardakları en sonda durulaman etik değil.” ...
      “Nerminciğim! Bakıyorum Rengareng’in öğrettiği “etik” kelimesi dilinden düşmüyor. İstersen Kant’ın etiğinden bahsedelim biraz.”
      “İstemem. Çünkü diyor ki, başkalarına sana davranmasını istediğin gibi davran.”
      “Evet. Ne güzel bir evrensel ahlak ilkesi”
      “Nıç. Öyle değil işte. Bak mesela ben bulgur pilavıyla ayranı çok seviyorum. Bana hep bunu ikram etsinler istiyorum. Bende hep bunları mı ikram edeyim?”
      “Yani, bu öyle bir şey değil.”
      “Mesela benim teyzem bulguru hiç sevmez. Ama ben onun bana bulgur pilavı vermesini istediğim için, mecburen ona bulgur pilavı ikram edeceğim. Onun bana davranmasın istediği gibi davranacağım. Vallahi ona bulgur pilavı ikram etsem, benimle aylarca konuşmaz. Hemen oracıkta yüzünü asar, küser. Çünkü o en çok tavuk etli pirinç pilavı seviyor.”
      “Olaya pilavdan ziyade iyi davranışlar bağlamında baksak daha iyi olur!”
      “Allah için teyzemin davranışları çok güzeldir. Ama işte bulgur sevmiyor.”
      Allahım! Lütfen bana bir Stoacının soğukkanlılığını ver! Gülmez, ağlamaz bir Stoacı! Ey aklım! Egemen ol duygularıma, dinginleş ey ruhum! Evet, bir Stoacıyım ben! Evrensel akıldan pay alıyorum madem, o halde evrensel aklın gereklerine göre davranacağım. Varolan tek iyi şey erdemdir. Erdeme bilgiyle ulaşacağım. Mutluluğu kendi ruhumda, içimde bulacağım. Ruhumda mutluluğumu, dinginliğimi engelleyen neler varsa silip süpüreceğim. Duygular, tutkular toz olup gidin! Hepinizi alt edeceğim. Bittiniz ulan siz! Artık hep soğukkanlı ve kayıtsız olacağım. Gıdıklasalar bile gülmeyeceğim! Uzaylılar dünyayı ele geçirse bile merak edip de bu uzaylıların tipi, huyu, suyu nedir diye dönüp bakmayacağım!
      “Niye öyle dalıp kaldın?”
      “Hiiç! Öylesine. Sen felsefeye dair merak ettiklerini sor.”
      “Halin bir tuhaf. Robot gibi konuşuyorsun!”
      “Stoacıyım şuanda. Ondan olsa gerek. Yan etkilerinden biri robotum. Su ses tonu oluyor.”
      “Haa! Konumuz etikti.”
      “Evet. Buradaki mühim mesele ahlakî seçimlerimizde ne kadar özgür olup olmadığımız”
      “Maşallah! Nazar değmesin ama benim iradem çok özgürdür.”
      “Elbette! Mecburen özgür. Yoksa ahlakî seçimler yapamazsın. Espriyi fark ettin mi Nermincim? Mecburen özgür! Şuan Stoacı olduğum için gülmeyeceğim kendi esprime.”
      “Bizim köyde Şilê adında bir kız vardı. Öyle güzeldi, öyle güzeldi, öyle güzeldi ki ama azıcık çirkindi. İşte o hiç seçim yapmıyordu. Babası onu amcasının oğluyla evlendirdi. O mecburen bile özgür değildi. Stoacı bile değildi! Espri de hiç yapmazdı. Ama başkası espri yaptı mı gülerdi. O başka bir adamı seviyordu ama kaçmadı. Babasının sözüne uydu.”
      “Evet. Babasına ve geleneklere göre ahlaklı bir boyun eğiş olmuş. Öte yandan kaçsaydı, kendi kalbinin yasalarına göre ahlaklı davranmış olacaktı. Bu durumda seçim mühim bir problem oluyor.”
      “Ama seçimsiz olmaz.”
      “Haklısın. Yoksa Buridan’ın eşeği gibi açlıktan ölünür.”
      “Buridan kim? Sizin köylü mü?”
      “Değil. Buradan Aristotelesçi bir filozof.”
      “Filozoflar eşek beslerse tabi ki açlıktan ölür zavallı hayvan. Filozoflar çok dalgınlar.”
      “Buridan’ın bir eşeği var mıydı yok muydu bilmiyorum. Zaten bu benzetmeyi onun felsefesini eleştirmek için bulmuşlar. Buridan’a göre iki durum arasında seçim yapmak istemediğinde, bu seçimi erteleme yetisine sahipsindir.”
      “Yani Şilê amcasının oğluyla da, sevdiği çocukla da evlenmeye bilir evliliği durmadan erteleyebilirdi.”
      “Oooo! Gerçekten de başını eğmen iyi olmuş, sağ lobun iyi çalışıyor.”
      “Ama sol lob analitik ve mantıkla ilgilidir.”
      “Haa. O zaman başını eğmeden de işletebiliyormuşsun.”
      “Çok şükür! E peki Buridan’ın eşeği niye ölmüş?”
      “Ha, evet. Bir eşek düşün! İki saman balyasının tam ortasında duruyor. Ve bu eşek hangisini yiyeceğini/seçeceğini bilmediğinden açlıktan ölüyor.”
      “Yazık”
      “Aslında Buridan’ın felsefesindeki temel amaç insan gibi aklı sınırlı olan ve seçim yapmak için çok fazla bilgiye sahip olmayan bir varlığa, bir tür seçmeme özgürlüğü sunmak.”
      “Ama ben sana bir şey diyeyim mi, o eşek açlıkta ölmez. Çünkü eşekler o kadar da eşek değillerdir. Hele bir de eşek olsun, inek olsun, insan olsun, eğer açıkmışsa hangi balya olsun fark etmez hemen saldırır, hapur hupur yer.”
      “Haklısın. Zaten gerçek hayatta da seçimi erteleme lüksü nerdeyse hiç yok.”
      “Evet, öyle”
      “Güzel bir sohbet oldu. Aaa, bir saat dolmuş. Ben artık gideyim. Arara’ya bir sözüm vardı da.”
      “Benim de işim var zaten. Şu boya kalemlerinin ucunu traşlayacağım. Dünden beri bu açacakla onlarca kalemin uçunu sivrilttim. Aha bak, şu parmağımda nasır oluştu. Bu kalemlerle Yayla resim yapacak. Hem de çok güzel resimler.”
      “Bırak, yapma o zaman.”
      “Ama sanattan uzak mı durayım? Hem sanat için her şey mübah. Her acı çekilmeli değil mi?”
      “Peki. Kolay gelsin!”
      Nermin’i sanat dünyasının bu parlayan yıldızınız kalemlerle başbaşa bırakıp havalandırmaya çıktım. Arara az sonra yanıma damlardı. Stoacılık cidden işe yarıyordu. Sakindim. Soğukkanlıydım. Hiçbir şey şaşırtamazdı artık beni!
      “Ayy! Bu da ne?”
      “Ha ha haa. Penim pen, kolkma!”
      “Arara bu flütü nereden buldun? Ama asıl soru, bu kadar tiz ve korkunç bir sesi çıkarmayı nasıl başardın?”
      “Falelel için pu fülütü üflüyolum”
      “Haa. Bence notaları öğrenirsen daha iyi olur. Biraz büyümen gerek. O vakte kadar da şu flütü çalma olur mu?”
      “Pana öğlet”
      “Ama ha demekle öğrenilmiyor.”
      “Lütfen, lüften, lütfen...”
      “Tamam, tamam. Şu la, bu ise do”
      “Pu la, pu do. Paşka?”
      “Önce bu ikisini öğren”
      “Lütfen, lüften, lütfen...”
      “Tamam. Bak şu re, şu ise mi”
      “Le, mi. Paşka?”
      “Biraz çalış hele. Bas şu notaya. Haa. Arara! Gerçekten notalara yanlış basma konusunda tam bir dahisin! Bilerek yapsan bu kadar güzel hatalı çalamazsın.”
      “Evet”
      “Harika berbat çalıyorsun”
      “Teşekkül edelim. Peki Falelel faleli köyün kavalcışı gipi alkamdan gelil mi?”
      “Arkandan gelmekten ziyade bu flüt sesini duyan hiçbir farenin buraya adımını atmayacağından emin olabilirsin.”
      “O zaman yine çalayım.”
      “Bence yeter! Haa, bak ne var cebimde. Şu an aklımdan ne geçtiğini bilirsen bu sakızlardan birini sana vereceğim. Söyle bakalım şuan ne düşünüyorum?”
      “Pulut!”
      “Evet. Bulut. Afferin nasıl bildin? Al bakalım. Hadi tekrar oynayalım. Şu an ne var aklımda?”
      “Köfte!”
      “Aaaa! Hayret! Nasıl bildin yaa! Al sakızın. Bir tane daha”
      “Kova!”
      “Allah! Allah! Vallahi hayretler içindeyim. Al şu sakızını.”
      Bir süredir kapının eşiğinde durmuş ikimizi izleyen Yayla, Arara’ya hayretler için de yaklaştı ve kucaklayıp öptü. Oyunu gayet ciddiye almış olan Yayla şeyhin huzuruna çıkmış bir mürit edasıyla Arara’nın önünde diz çöktü.
      “Ararar! Sen nasıl bildin bu delinin aklından geçenleri?”
      Hayır, hayır! Deli sözüne alınmayacağım. Ben bir Stoacıyım artık. Yayla istediğini söylesin. Gerçi az sonra intikamımı alacağım. Stoacılar intikam peşinde koşmazlar. Her şeyi olduğu gibi kabullenirler elbet ama her saniye de Stoacı olacak halim yok ya! İntikam vakti gelince Stoacılığımı askıya alırım. Ama şimdi soğukkanlılık vakti.
      “Pen pildim. Çünkü pildim?”
      “Tam bir kahin!” dedi Yayla Arara’yı kucaklayarak. Bunun üzerine Şeyh Arara, tüm dünyayı ayağa kaldıracak şekilde üflemeye başladı. Bu korkunç sesten kurtulmanın tek yolu vardı.
       “Arara! Arara! Şu flütü bırak da bize şarkı söyle!”
      Doğrusu bu kadar küçük bir bedenden böyle dehşet bir ses çıkacağını tahmin etmemiştim. Yayla Şeyhine olan hayranlığına rağmen kulaklarını kapatmak zorunda kaldı. Yanımdaki sakızların hepsini Arara’ya uzattım ve susması için yalvarmaya başladım.
      “Tamam. Lütfen yeter.”
      “Güjeldi değil mi?”
      “Ah Arara! Sesin Sanike’nin ki kadar detone ve berbat olmamakla beraber berbat ve detone bir ses.”
      “Teşekkül edelim”
      Aslında Sanike’den daha detone ve berbattı. Ama elbetteki çocuk psikolojisi denen bir bela vardı. Arara’nın büyüdüğünde, kendisinin büyük bir ses yıldızı olmasını engellediğim yönlü bir travmayla beni suçlamasını istemiyordum elbette. Bu arada Sanike’nin sesini tanımlamak için karga gibi klişe bir benzetmenin bile yetersiz kalacağını söylemekte fayda var. Esasta mesele sesinin kötü olmasında da değildi. Sonuçta herkes güzel şarkı söyleyecek diye bir şey yok. Mesele Sanike’nin şarkıları şarkı olduklarına pişman eden sesini, kör bir inançla dünyanın en güzel seslerinden biri olarak görmesiydi. Ağzından çıkanı kulağı duymuyordu adeta! Zira duysaydı kesinlikle bu iddiasından anında vazgeçerdi. Kulakları sağır değildi. Test etmiştik. Mesele müzik kulağı olmamasıydı! Zira kendi sesini kendi kulağıyla değerlendirdiği için bu yanılgıdan kurtulması imkansızdı. O şarkı söylediğinde her birimizin ona susması için yalvarması veya kulaklarımız ellerimizle kapatmamız hiç mühim değildi. Herkes nasıl kendi dünyasının başrol oyuncusu ise Sanike de öyleydi. Kendi perspektifinden bakıyor ve oluşturuyordu dünyasını. O dünyanın içinde, sesinin güzelliği etrafındaki hödüklerce anlaşılmayan bir sanatçı vardı.
      Sanike’nin bu harika sesine ilişkin bir diğer mesele ise haftada bir defa gerçekleştirdiğimiz on dakikalık telefon görüşmelerinde Sanike’yi tüm şehrin duyuyor olmasıydı. Hayır! Hayır! Tüm şehrin telefon hatlarına bağlanıyor değildi. Sanike ahizeyi eline aldıktan sonra öyle yüksek bir sesle konuşuyordu ki, telefon kapansa ve konuşmayı sürdürse bir başka şehirde oturan ailesi onu duymaya devam ederdi herhalde. Madem konu konuyu açtı, Sanike’nin teknolojiyle olan ilginç ilişkisin de anlatmadan geçmeyeyim. Tv kumandası Sanike’nin eline geçti mi kanallar alt üst olur, iç içe girer. Sesi açayım derken kanalı değiştirir, kanal değiştireyim derken tv’yi kapatır. Semaverin fişini kaç kez takılı bıraktığı için sigortaları attırmış, saç kurutma makinasını kullanayım derken hem saçını hem makinayı yakmıştır. Tüm bu pratiklerine rağmen bir teknoloji dehası olarak geçiren Sanike, yeni teknolojiler hakkında ahkam kesmekten de geri durmaz. Televizyonda ilk kez dokunmatik telefon reklamı yapıldığında etrafa açıklama yapmayı görev bilmişti. “Bu dokumetik telefun nasildir bilisiniz? Boyle bir kazak gibi yunden kılıf dokuyorler, bu telefunlere giydiriyorler.”
      “Araracım sustuğun için minnettarım” dedim.
      “Pişey değil.”
      “Sanatla uğraşınca insan kendini yitiriyor” dedi Yayla.
      “Evet. İnsanın kendinden kurtulmasını sağlıyor” dedim.
      “Yoo! Tam tersine ben sanatta kendimi buluyorum.”
      “Yaylacan, tabii kendi olmak nedir o da bir sorun”
      “Niye? Ben basbayağı kendimim!”
      “Şu Alman filozoflardan birinin buna ilişkin bir cümlesi vardı. Adını unuttum yaa”
      “Balık hafızaya iyi geliyor. Hafızan tam gitmiş!”
      “Ama balıkların hafızası çok zayıf.”
      “Mum kendi dibine ışık vermez derler ya. Balık kendine yaramıyor demek ki! Gerçi kendi kendini yeseydi o vakit iyi bir hafızası olurdu yazık vallahi. Üç saniye imiş hafızası. Üç saniyede unutuyormuş.”
      “Benliği yok demek ki!”
      “Weyy. Niye olmasın? Onun da hakkıdır.”
      “Hafıza yoksa benlik olmaz ki!”
      “Gerçekten bazen çok saçma şeyler söylüyorsun. Bol bol ceviz ye”
      “Niye?”
      “Beyne iyi geliyor. Bak cevizin şekliyle beyninki aynı. O yüzden beyne iyi geliyor. Fasülye de böbreğe benziyor. Fasülye böbrek sorunlarını çözüyor. Nar kalbe iyi geliyor.”
      “Hımm. Eski çağların epistemesinden söz ediyorsun. İnsan bedeni ile kosmosu örtüştüren kadim bilgelik. Yıldız falları da buradan geliyor. Bedenimizle yıldızlar örtüşüyor. Büyük, makro Kosmos ile insanın yani küçük kosmosun uyumu.”
      “Pen bil küçük miklo koşmoşum” dedi Arara.
      “Evet Araracan öylesin. Sen dünyanın içindesin, dünya da senin içinde.”
      “Ama pen yalım koşmoşum.”
      “Yarım mı? Oy yerim ben seni! Dinle bak ne diyor Hesiodos; Budalalar bilmiyorlar yarımın bütünden ne kadar çok olduğunu! Arara sen hakikat ışığının bir kıvılcımısın. Her insan çocukken öyledir. Büyüyünce söner o ışık.”
      “Vallahi benimki duruyor” dedi Yayla.
      “İşte bu konuda katılıyorum sana! Çünkü senin yüreğin bir çocuğunki kadar saf ve ışıl ışıl”
      “Sağol. Ama iltifattan, övgüden hiç hoşlanmam.”
“Pen flüt çalacağım!” dedi Arara.
      “Hayır! Lütfen yapma! Dedik Yayla’ya bir ağızdan.
      “Tamam”
      “Üzülmedin değil mi Arara?”
      “Pen olgun bil inşanım”
      “Öylesin elbette. Ah zaten çağımız bir türlü olgunlaşamayan insanların çağı. O yüzden olgunluğunla gurur duy.”
      “Pen çok olgunum! Ve gulul duyuyolum”
      “Bak ne diyeceğim. Sen iki ay sonra çıkacağımıza inanmıyorsun ama Gülistan Ana iki ay sonra kesin çıkıyoruz, demiş” dedi Yayla sabahtandır söylemek için can attığı müjdeyi vererek.
      “Nereden varmış bu sonuca?”
      “Bilmiyorum. Ama Arara’ya söylemiş bu sabah”
      “Arara! Söyler misin tatlım, Gülistan Ana iki ay sonra çıkacağımızı nereden duymuş?”
      “Pilaz düşüneyim. Hmmm. Hatılladım. Yayla’dan!”
      “Bir döngü daha, haa?”
      “Kışıl bir döngü” dedi Arara kıkırdayarak.
      Ancak bu kısır döngü Yayla’nın zerre umurunda değildi. Hedefe kilitli bir füze gibi iki ay sonrasına ışınlanmıştı zihni. Döngü möngü vız gelirdi.
      “İki ay kısa bir süre. Okumak istediğim birkaç kitap var. Dahası resim yapmaya yeniden başlamak istiyorum.”
      “Kesin çıkacağız yani, haa Yayla.”
      “Weyy. Ma sen de dışarıya çıkmaktan başka bir şey düşünmüyorsun!”
      “Ya sabır!”
      Stoacıyım ben Stoacı! Sakin olmalıyım. “Katlanan bir yürek verdiler moiralar insanlara!” Haklısın Homeros! Katlanacak yüreğim elbette!
      “E Yayla, demek resime yeniden başlıyorsun. Tüm alanları tek tek denedikten sonra başka alan kalmayınca mecburen terk ettiklerine döndün yeniden.”
      “Evet. Ama bu kez Van Gogh gibi dehamı sergileyecek eserler çizeceğim.”
      “Mesela?”
      “Mesela o ayçiçekleri çizmiş ben ise papatya çizeceğim?”
      “Nereden bulacaksın papatyaları?”
      “Aklımdaki papatyaları çizeceğim”
      “Ya ayakkabı? Onu da çizecek misin?”
      “Ne ayakkabısı?”
      “Hani Van Gogh’un ünlü resmi var ya! Bir çiftçi kadının eski ayakkabılarını çizdiği.”
      “Wii. Ne kadar pis! Başka bir şey bulamamış mı?”
      “İlla ki çiçek mi çizecek? Hem ayrıca mesele bir çift ayakkabı değil, o bir çift ayakkabının anlattığı dünya. Heidegger bu resim için diyor ki...”
      “Weyy! Adam bir çift eski ayakkabı çizmiş, ee bari yeni böyle gıcır gıcır bir çift ayakkabı çizeydin, yetmezmiş gibi koskoca Heidegger bu eski ayakkabılar üzerine felsefe yapmış. Maşallah!”
      “Bu ayakkabı çiftçi dünyasının bütününü anlatıyor. Heidegger diyor ki, ayakkabının sert ağırlığında, üzerinde sert rüzgarların estiği tarlanın uzun, birbirini hatırlatan çizgiler yardımıyla gidişinin uysallığı toplanır.”
      “Vay vay!”
      “Tabanlarında, çöken akşamda dolayı tarla yolunun yalnızlığı görülür.”
      “Pey, pey”
      “Ayakkabıda toprağın sessiz çığlığı duyulur.”
      “Ne ayakkabıymış bu böyle!”
      “Tabi ayakkabı bir araç sonuçta ama Heidegger’e göre bu bir çift ayakkabı araç olmaktan da öte bilakis kendisi olduğu aracın hakiki varlığıdır. Varlık kendisin sanat yoluyla açar. Sanat eseri hakikati var-olanın üzerine getiriyor.”
      “Maşallah! Bir çift ayakkabı üzerine ne kıyametler kopmuş! Peh, bir de hakikat olmuş!”
      “Heidegger hakikati açıklık anlamında kullanır. Sanat eseri, var-olanın varlığını kendince açar. Eserde mesela bir çift ayakkabı resminde var-olanın aktarımı söz konusu değildir. Nesnelerin genel özlerinin aktarımı vardır. Ayrıca senin bir ressam olarak öznelliğinin pek önemi yok! Sen hakikati zorla ele geçirip açığa çıkarmıyorsun. Hakikat kendini sana açıyor.”
      “Weyy. Ma Van Gogh o kadar emek harcamış o resimleri yapmak için. Adamın hiç değeri yok mu? Ma boşuna mı kulağını kesmiş zavallı?”
      “Değeri var tabii. O bir koruyucu. Eseri yapana koruyucu diyor Heidegger. Hakikatin koruyucusu, ya da çobanı. Hakikati herkes kavrayamaz. Hakikatin kendini açması gerekir. Bir kesişme var. Mühim olan özne değil varlık.”
      “Benle hakikat kesişeceğiz yani”
      “Var-olan kendini açarken ona izin verenlere kendini açar. Ne zorla, ne de gelişi güzel.”
      “Hmm. Bu bir çift eski ve pis ayakkabı simge oluyor. Hakikatin simgesi!”
      “Hayır! Hayır! Sanatı simge olarak görmüyor Heidegger. Bir tür kendi kendisidir. Varlık gibi. Varlık da neyse odur!”
      “Tamam da niye illa ki eski ayakkabı çizmiş Van Gogh. Ayakkabı da olsa yeni ve güzle olanları çizseydi?”
      “Heidegger sanatı güzellikle ilgili bir şey olarak görmüyor. Sanatın işi hakikatledir.”
      “Aslında biraz düşününce anladım. Bu Van Gogh çok yoksulluk çekti. Kardeşi Teo ona para göndermese açlıktan ölecekti. Garibim nereden bulsun yeni bir çift ayakkabıyı? Bende çok düşüncesizim haa!”
      “Cennete gidinçe şakıj götülecek miyij? Dedi Arara pat diye.
      “Aa, nereden geldi aklına?” dedim.
      “Küliştan Ana anlattı cenneti. Olaşı çok güjelmiş”
      “Öyleymiş Araracığım.” dedim
      “Şakız götülecek miyij”
      “Orada her şey var. Sakız ağacı var.”
      “Muj?”
      “Muz ağacı da var.”
      “Peki cipş ağacı val mı?”
      “Ohoo, hem de binlerce”
      “Cennet hakkında bu kadar bilgiye nasıl sahipsin?” diye sordu Yayla ciddi ciddi.
      “Kutsal kitaplarda anlatılanın dışında bilinecek bir şey yok aslında. Hiçbir net anlatı veya cevap yok. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Bu dünyada ne işimiz var? Doğuyor, yaşıyor ve ölüyoruz.”
DEVAM EDECEK

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Yeni sergi çalışmamız. "Sınırsız Kü...
  Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf Grubu ve Karşı Sanat Çalışmaları olarak politik tutsaklar ve fotoğrafçılarla yeni bir sergi hazırlığına...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...