DENGBEJ

Muzaffer Oruçoğlu kullanıcısının resmi
Mekân tabutlaşmış, iskelet sessizliği çökmüştü ranzaya. Dengbej, dayandığı zeminle kendisi arasındaki mesafenin giderek açıldığını hissediyordu. Bakışlarındaki prangalı yaşam, içine yerleşip soluk alacağı bir başka yaşamı, tekrarın ve döngüselliğin olmadığı, aşkın bir huzuru arıyordu.

Aradan altmış gün geçmiş, perhiz, kendini tek düze, bıktırıcı bir şekilde sürdüren varoluşu parçalamış, ölüm ve özgürlük duygusunu derinleştirmişti. Dengbej, bedeni hissettiren duygulardan uzaklaşmak için kafayı, yakın mekânlardan gelen sözcüklerin beliriş biçimlerine takıyor, onları hayale dönüştürüyordu. Sesler kesilmişti. Demir kapılar eskisi gibi sık sık açılıp kapanmıyor, zindancılar, “bu gün güzel yemekler çıktı, köfteler, pilavlar, helvalar!” diye bağırmıyorlardı artık.

-13-

Kalenin önü cin ocağı gibi kaynıyordu. Dengbejin uzak yakın hayranları ile aşiretinden gelenler, Zındancıbaşı Osman Efendi’nin kaldığı yere yönelmişti. Adam, dazgırlı bir üslupla kaledeki durumu anlatmaya çalışıyordu.

“Olayı büyütmeyin, içerde inatlaşma, perhiz merhiz diye bir şey yok. Perhizde olduğunu sandığınız adam, bugün bir lenger kuzu biftekle iki dizine sigara böreğini lüp diye mideye indirdi. Israr ettik, ‘Dengbej Efendi, bu kadar yemeyin, dokunur size,’ diye, dinlemedi bizi. Her gün aynı şeyi yapıyor. Ademin cüssesini yedi avuç yapışkan cıvık çamurla halk edip biçimlendiren Azrail Aleyhisselam, sadece vadesi yetenlerin canını almaz, çok yiyenlerin de canını alır.”

“Bu kartkurt söylentisi de neyin nesidir Başefendi, aslı var mı?”

Başefendi, kendi dilinin içinde düşünmediği ve bilincinin, dışsal şeylerin istilası altında olduğu sanısına kapıldığı için soruyu kuşkuyla karşıladı. Dünden beri zindanları dinliyordu, yorgundu. Kafasını kaldırdı,

“Gökyüzü ne kadar güzel, ne kadar derin,” diye mırıldandı.

Hayal ve ses evreni, söylediğinin aynı anda tersini söyleyen ve her şeyi derin bir hırsla hiçleyen sessiz seslerin işgali altındaydı. Kaleyi tek başına yönetmenin hayaline kapıldığı için yerinde duramıyor, zındanlardan çıkan irili ufaklı sesleri ayrım yapmadan devşiriyor, ayıklıyor, yorumlayıp sigaya çekiyor, dönüştürüyor, ve tümünü hiçleyerek, varlıksız âlemin ötesine, ebedi kurtuluş yanılsamasının merkezine sürüyordu.

“Dengbej’in ne yapmak istediğini biz de bilmiyoruz,” diye sürdürdü. “ Adam, akça sakalına ve cüssesine bakmadan, zemheride dağa çıktı, kılamlar okuya okuya karda yürümeye başladı. Ayaklarında kocaman lakanlar vardı, basınca alengirli sesler çıkarıyordu. Yakaladık. Adını sorduk. ‘Ben Evdalé Zeyniké’yim, mezarımdan kalktım,’ dedi. Şaşırdık. ‘Nereye gidiyorsun?’ dedik. ‘Kaderin yazılı olduğu Levh-i Mahfuz’u okumaya gidiyorum ,’ dedi. Diliyle değil, gözleriyle konuşuyordu. Bizimle inatlaştı. Biz de bunun üzerine bu dilsiz, ahraz adamı derdest edip zındana attık. Ayaklarının karda çıkardığı sese ve yaşına binaen de kendisine Kartkurt adını taktık. Bu adı kabul etmedi. ‘Ben Kartkurt değilim, kart’ı kaldırın,’ dedi. ‘Kartı kaldıramayız, çünkü sen kurt değil, Âdem soyundansın,” dedik. Bizimle çok inatlaştı. Kılamlar okuya okuya perhize başladı.

-14-

“Peki Başefendi bu kulun asıl derdi ne?”

“Derdini biz de bilmiyoruz. Yüz on yaşındaki anasını getirdik, ‘ağla, oğlunu etkile,’ dedik, ağladı, belirsiz, lekeli kelamlarla konuştu, kâr etmedi. ‘Etme eyleme,’ dedik, ‘analar ağlamasın,’ dedik, dinlemedi. Arada bir sayıklıyor, ‘ANA’ diyor, ‘EHMEDÊ XANİ‘ diyor, ‘ŞÊXÊ NÊRİ’ diyor, ‘DİL’ diyordu. Canı herhal dil çorbası istiyor diye, İki bülbül, üç horoz ve sekiz dana dilinden yapılmış, leziz çorbalar içirdik o da kâr etmedi. Mürşid Hüsamettin Kesekağıdı’nı çağırdık. Açtı ağzını baktı. ‘Bu dil şişmiş, değişik diller yediği için, boz bulanık, karışık ve sağlıksız bir dil haline gelmiş,’ dedi. Dilin, ilmi bir dil olmadığını, bozulmuş kadim bir Turan dili olduğunu söyleyip gitti.”

“Peki bundan sonra ne olur, Başefendi?”

“Bundan sonra ne olacağını biz de bilmiyoruz. Çünkü durmadan yiyor ve ‘DİL’ diyor. Perhize başlayıp, zayıflaması gerekiyor. Bakın, şişmanlıktan muzdarip vezirler perhize başladılar. Perhiz, şişmanlık için kalıcı bir tedavi yöntemidir.”

Başefendi, keyfiyet ve olaylar yığınını açıp serimledikten sonra, kaleyi saran heybetli dağların seyrine durdu. Kuşların şakıyışlarında değişme vardı. Çiçeklerin ince damarlarında ürperti ve ipildeme, renklerde ise sır vermez bir kaya derinliği vardı. Çıplak ayaklı aşiret kalabalığından ayrılıp, kaleye girdi. Kafası, hayali göndermelerin ve temaların iç içe geçip ağırlaştırdığı bir kelam yumağı haline gelmişti. Koltuğuna yerleşti, arkaya yaslandı. Ölmeden önce, Dengbej’e bol su içirip karnını şişirmeyi düşündü. Dengbej, öldükten sonra, kollar bacaklar, yorganın altında kalacak şekilde, şiş karnıyla kalabalığın huzuruna çıkarılabilirdi. Kale hekimi ise, pişirilip bakır lengere konulmuş bir kuzuyla birlikte çok yemenin riskleri ve ölümcül sonuçları konusunda kalabalığa vaaz verebilirdi. Gülümsedi. Gümüş sikke üzerinde dimdik duran kral kafası gibi dikeltti kafasını.

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Dergisinin 54. Sayısı Çıktı
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ocak-Şubat-Mart 2025 tarihli 54. sayısı...
Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan  Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...

Konuk Yazarlar

Feyza Eren’den Akdeniz’e Lirik Bir Güzel...
  Uzun yıllardır sanat yaşamını ABD’de sürdüren Feyza Eren, “Vedadır Belki” adlı, tekli çalışmasıyla yeniden...
80’LİK DULLAR-1/ Sedat ÖNCER
Çünkü nüfusu orta yaşın da çok ötesinde insanlardan kuruluydu. Beldenin tek camisinden gün yoktu ki bir sela sesi duyulmasın… Emeklilerin tercih...
ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı. “Korkma Zine, okulun reviri var,...