FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU II. BÖLÜM 4

Görülmüştür kullanıcısının resmi
"Arara’nın gitmesini fırsat bilen Nermin hemen gelip cimcimenin boş bıraktığı yere oturdu. Nerede başladığı ve nerede biteceği belli olmayan bir felsefi söyleşiye giriştik. Tencereyi bir sürü kavramla tepeleme doldurdum. Apriori mi dersiniz, a posteriori mi, özne-nesne mi dersiniz ontik, estetik, etik mi dersiniz, felsefenin temel kavramlarını anlatıp durdum. Nermin arada bir soru sorsa da anladığını belli eden bakışlarla, baş sallama biçimindeki onaylamalarla şevkimi arttırdıkça arttırdı. Nihayet öğrendiklerini cümle içinde kullanma hevesiyle lafa girdi." LEYLA ATABAY L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA -ANTALYA

 
       Günlük görevli olan arkadaş yemeğin hazır olduğunu söyleyince içeriye girdik. Arara’yı hemen yanımdaki sandalyeye oturttum. Yemek yemeyi hiç sevmezdi. Onu ikna etmek için türlü oyunlar gerekirdi. Elime aldığım kaşığa yemek doldurup, en klişe oyunla giriş yaptım.
       “Arara! Arara! Bak uçak geliyor!”
       Arara o zeka fışkıran gözlerini Nermin’e dikip, gülümseyerek “Aşlında mecajen uçak, diyol” demez mi?
       O an anladım ki, şu yeryüzünde felsefe konuşacağım biri varsa o da Arara’dır.
       Yemekten sonra Arara’yla beraber yatakhaneye çıktık. Yatağımın üzerinde Arara tıpkı benim gibi lotus pozisyonunda oturdu. Küçük Taklitçi hiç kaçırmazdı jestleri! Ben ellerimi düşünen filozof pozunda birleştirince o da aynısın yaptı.
       “Bak araracığım, seninle ciddi ciddi konuşmak istiyorum”
       “Evet. Konuşalım ciddi ciddi”
       “Senin sezgilerin Aborjininlerinki kadar saf! Zira akıl ve eğitim ağıyla örtülmemiş henüz. Varlık alemini olduğu gibi görüyorsun”
       “Evet, öyle. Gölebiliyolum”
       Tüm varlıklar kendilerini bu dünyaya ait hissediyorlar. Ama insan denen varlık hem bu dünyalı hem de bu dünyaya yabancı. Tuhaf! Garip bir hal! Garip hisseder her insan kendini. Kozmik bir kimsesizlik!
       “Evet! Bajen çok galip oluyollal!”
       Bu arada Arara’nın o küçücük ayakların Buda pozisyonunda üst üste atışını, o şirin suratına yerleştirdiği ciddi ifadeyi görmeliydiniz! Dayanamayıp kucakladım, öptüm. Ama o ciddiyetini hiç bozmadı. Kendime çeki düzen verip devam ettim.
       “İnsan hem zorunlulukların bir esiri hem de özgürlük olanağına sahip tek varlık”
       “Evet! Annem illaki bu şaatte uyuyajakşın, diyol. Ama pen öjgül olmak, uyumamak iştiyolum”
       “Bir yandan evrenin zorunluluğuna, toplumsal ve coğrafik şartlara, yani kadere bağlıyız. Bir yandan da işte bir özgürlük dünyası var, diye düşünüyoruz. İki arada bir deredeyiz”
       “Evet. Bil alada iki deledeyij”
       “Bak, mesela bu Hegel var ya...”
       “Hı, hı. Evet, val”
       “İşte tinin veya aklın kurnazlığı, diyor. Sen kendini özgür sanıyorsun ama esasta aklın oyununa geliyorsun. Piyondan farkın yok. Oyun önceden hazırlanmış. Bir anlamda sadece kaderine uyuyorsun”
       “Hı, hı, evet uyuyolşun! Pen uyumayı hiç şevmiyolum!”
       “Senin sezgilerin açık ya, sence sadece Kant’ın bahsettiği uzamlılık ve zamanlılık biçimlerini mi görüyoruz nesnelere bakınca? Kendi başlarına nesnelerin “özelliklerini” görmek mümkün değil mi?”
       “Öjellikle mümkün değil”
       “Of ya! İnsan denen varlık neden evrene böyle yabancı, uyumsuz? Camus varoluşun bir saçmalık olduğunu söylüyor”
       “Evet, saçmalık! Meşela yemek yemek çok şaçma!”
       “Hep bu ölüm bilincinden oluyor. Biliyor musun “ölüme doğru varlık” diyor insan için Heidegger. Biz doğarken ölmüşüz! Arabesk şarkısı gibi!”
       “Çok komik! Gelçekten de çok komik!”
       “Asıl şu sıralar kafamı dil felsefesi karıştırıyor. Dil dünyası bambaşka bir paralel evren sanki. Wittgenstein’ın şişedeki sineği gibi hissediyorum dil felsefesine girince. Güya felsefenin işi sineğe çıkış yolunu göstermek! Ama şişenin içinde sıkışıp kalıyorum. Gerçi çıkış da yok zaten. Adamın kendisi dilin sınırlarıyla düşünceninkini bir sayıyor.”
       “Üjülme! Şişeden çıkalşın bil gün!”
       “Üzülmek demeyelim de. En acısı ne biliyor musun? Salt felsefe ile yaşanmıyor! Mecburen günlük kanılara, inançlara dönüyorum sil baştan.”
       “Arara! Uyku vakti!” diyen annesinin sesiyle gönülsüzce indi yataktan tatlı cimcime. Kucaklayıp öptüm.
       “Yalın yine konuşuluj” dedi ve gitti zorunlulukların esiri tatlı Arara.
       Arara’nın gitmesini fırsat bilen Nermin hemen gelip cimcimenin boş bıraktığı yere oturdu. Nerede başladığı ve nerede biteceği belli olmayan bir felsefi söyleşiye giriştik. Tencereyi bir sürü kavramla tepeleme doldurdum. Apriori mi dersiniz, a posteriori mi, özne-nesne mi dersiniz ontik, estetik, etik mi dersiniz, felsefenin temel kavramlarını anlatıp durdum. Nermin arada bir soru sorsa da anladığını belli eden bakışlarla, baş sallama biçimindeki onaylamalarla şevkimi arttırdıkça arttırdı. Nihayet öğrendiklerini cümle içinde kullanma hevesiyle lafa girdi.
       “Şimdi, mesela benim a priori ablam erken evlendi. A posteriori abim ise ondan iki yol sonra evlendi. Özne olarak...”
       “Bir dakika! Bir dakika! İyi de ben “a priori” derken yani “önceden gelene” derken ilk doğan kişiyi kast etmedim ki! A posteriori de “sonradan gelen” olarak bir sonraki kardeşi tanımlamıyor. Bak! Doğruluğu deneyime dayanmayan düşüncelere, yargılara “apriori” deniyor. Örneğin; Descartes’a göre, kendi varlığımızın bilgisi a priori’dır. Deneyimlemeden de kendi varlığımızın bilgisine sahibizdir”
       “Haa! Düşünüyorum öyleyse varımın Descartesi mi?”
       “Ta kendisi!”
       “Ama mesela taş düşünmüyor ama yine de var!”
       “Evet ama bizim için var! Düşünen biziz!”
       “Düşünmesek yok mu?”
       “Ama Nermin ya, bu konuyu en az milyon defa anlattım. A priori ile a postriori arasındaki farkı anladın mı, sen onu söyle.”
       “He, he, anladım”
       “Ha, bravo. İşte Kant diyor ki, duyular dünyasının ve anlama yetisinin tüm kuralları bana önceden verilmiştir. O yüzden a prioridir”
       “Bir tek Kant’a mı verilmiş?”
       “Hepimize. Yani aklı olan herkese”
       “Kim vermiş?”
       “O konuya girmiyor Kant. Zira o mesele aklın değil metafiziğin işi. Mesela evren kendi kendisinin sebebi midir, yoksa bir Tanrı tarafından mı yaratılmıştır? Bunu ne kadar tartışsak da, üzerinde düşünsek de bilemeyiz, bir sonuca varamayız. Bunlar aklın dışındaki mevzulardır diyor, Kant.”
       “Ee? Kant nereden biliyormuş?”
       “Neyi?”
       “Önceden verilenleri?”
       “Önceden verilenleri söylüyor zaten. Kimin verdiğini, nereden, nasıl geldiğini bilemeyiz, diyor. Olanı analiz ediyor.”
       “Olan ne?”
       “Kategoriler, aklın şeması. Nicelik, nitelik, ilişki, kiplik. Bunlar aklımızın anlama biçimleridir. Yani anlama yetimizin kuralları.”
       “Bunlar nereden gelmiş?”
       “Eeeh, aynı soruyu sordun yine. Tam bir kısır döngü!”
       “Bence de bir kısır döngü! Adam bir şey bilmiyor, bir de kalkmış bilgiyi anlatıyor”
       “Bak canım, adam aklın sınırlığını anlatıyor”
       “He vallahi. Adamın aklı çok sınırlıymış”
       “Koskoca Kant’tan bahsediyoruz farkındaysan! Acaba sınırlı, hatta azla sınırlı olan bizim aklımız olmasın!”
       “İyi de ben demedim ki, aklım sınırlı. Aklım sınırlı diyen o!”
Tek felsefedaşım olarak Arara’yı seçmiş olsamda Nermin’den vazgeçmeye niyetim yoktu. Bu akıllara ziyan diyalog umudumu kırmayacaktı. Hem felsefe diyalog demek değil miydi? Evet, düşünce diyalog ile başlamıştı. Kendilik halindeki varlığın aklı yoktur. Düşünmek için zihin önce özne ve nesne olarak ikiye bölünür. Gözlemci ve gözlenen. Düşünen ve düşünülen. Ben ve kendim. İnsan zihni kendilik halinden çıkıp ikiye ayrılmış ve kendi üzerine düşünüm ile kendisi ve kendisi dışındaki zihinlerle bitmek bilmez bir diyaloğa yani felsefi faaliyete başlamıştı.
       “Şimdi Nerminciğim, baştan başlayalım olur mu?”
       “Adama bak! Bir de Tanrı yoktur, diyor. Nıç, nıç!”
       “Adam öyle bir şey demiyor! Dediği şu; Tanrı var mı yok mu, buna aklımızla cevap veremeyiz. Bu bilgi aklımızın sınırlarını aşar”
       “Yarın anam görüşe gelecek ya, ona Kant’tan bahsedeceğim. Ne kadar akıllı, bilgili biri haline geldiğimi görsün”
       “Kant’ı anlatmak pek iyi bir fikir değil bence”
       “Olur mu, canım? Tabii ki iyi fikir. Anam da bilsin, Kant demiş Tanrı yoktur”
       “Nee? Allah aşkına, yapma, etme! Anan Kant’a etmediği küfürü bırakmaz. Dahası, kızım neler öğreniyor diye dizlerini dövmesi de cabası”
       “Gurur duysun benimle! Hacı Mıho’nun kızı ne Kant’ı tanıyor ne de dalganın tencereyi çöktürdüğünü biliyor?”
       “O da kim?”
       “Komşu çocuğu”
       “Haa, şu örnek verilen ideal komşu çocuğu mu? Ama Hacı Mıho’nun kızı basbayağı somutmuş!”
       “He vallahi çok somuttur. Somut kızı somuttur!”
       “Umarım somut kelimesini şu an gerçekten de anlayarak kullanıyorsundur. Neyse. Bak, sakın anana Kant’tan söz edeyim deme”
       “Mecazen söz edeyim”
       “Nasıl yani?”
       “Hani iki tencere var ya! Biri mecazen ya! İşte ben mecazen Kant’ı anlatayım, diyorum.”
       “Hâlâ anlamış değilim”
       “Şimdi iki Kant var ya, tencere gibi. Ben mecazen olan Kant’ı anlatacağım”
       “Allahım! Sen bana akıl ver!”
       “Verse de sınırlı verir”
       “Evet! Nihayet! Haklısın Nermin. Aklımız sınırlı. Tamda Kant’ın derdini anlamış oldun. Bravo!”
       Bu onay ve takdirim üzerine Nermin düşünmeye başladı. “Hayır! Hayır! Ne olur düşünme” dedim içinden. Bu büyülü an bozulmamalıydı. Hemen atağa geçtim. Birine kırk kere delisin denildiğinde deli olmuyor muydu?
       “Kant’ı anladın! Kant’ı anladın! Kant’ı anladın! Kant’ı...”
       “Allah aklı sınırlı verir. Çünkü...”
         “Kant’ı anladın! Kant’ı anladın! Kant’ı...”
       “Çünkü...”
       “Dur Nerminciğim! Bence artık bitirelim sohbetimizi. Bazı konulara nokta koyabilsek epey ilerleyeceğiz. Tamam. Kant konusu bitti. Hep virgül hep virgül... Olmaz ki! Bitti! Nokta!”
       “Hee, ama Allah...”
       “Problemlerimize yaklaşımımız da böyle. Bir türlü kurtulamıyoruz aynı dert döngüsünden Kapatmayı, noktalamayı bilmiyoruz. Bir nehir gibi akabilmeli insan. Günlerden bir gün bir Budha rahibi ile çömezi yürüyorlarmış. Çömez ustasına kırıcı bir söz söylemiş. Sonra pişman olmuş, içi için yiyormuş. Bu arada bir dereyi geçmişler. Nihayet çömez ustasının ayaklarına kapanıp af dilemiş, üzüntüsünü bildirmiş. Ustası ise ona şaşkınlıkla bakıp “Haa, o mesele mi? İyi de o derenin öteki tarafında kaldı” demiş. İşte bazı şeyleri uzatmamak, nokta koymayı bilmek önemli”
       “Kant demiş ya...”
       “Tabii, yaşam sorunsuz olmaz. Hatta Deleuze daha da ileri gidip yaşam bir bütünen sorundur, diyor. Her oluş, her ilişki sorundur. Hem olumlu hem olumsuz manada. Seninle sohbetimiz de bir sorundur. Yaprak ile güneşin ilişkisi yani fotosentez de bir sorun. Spinoza’nın olumlu kudret tanımı gibi yani. Zehir içersem bu sorun, bu zehir ile ilişki bedenimin kudretini yok eder ama içten bir dost selamı, tatlı ir gülüş kudretimi arttırır. Yaşam sevinci, neşe işte bunlar arttırır insanın ruhsal kudretin.”
       “Sınırlı çünkü...”
       “O yüzden üzüntü veren, insanı güçsüzleştiren tutkulardan arınmalı, hangi bağlantının bizi kudretsiz kıldığını çözümlemeliyiz. Mesela ters bir söz kuvvet bırakmaz insanda. Sözün gücü bu işte! Brahmanlar sözün gücü ile, sihirli sözcükler ile yağmur yağdıracaklarına, bereket getireceklerine inanırlar. Ya, işte! İnsanın duygu ve düşünce evreni öyle nazik, öyle hassas ki, kötü bir söz, bir kurşundan daha ağır gelir. Beni anlıyorsun değil mi Nermincan? Gerçekten de insanın kudretini arttıran ona en çok güç veren şey onu anlayan birinin varlığıdır”
       “Benim gibi!”
       “Tabii, tabii”
       “Ben artık gidip uyuyayım. Yarın görüş günü ya, anama anlatacaklarımı kafamda sıraya koyayım. O Hacı Mıho’nun somut kızı da kıskançlıktan çatlasın, kudreti mudreti kalmasın. Hadi iyi geceler!” dedi Nermin esneyerek.
       “İyi geceler Nermin!”
       “Haa, unutmadan! Allah aklı sınırlı veriyor. Çünkü çok fazla insan var. Hepsine yetmiyor. Azar azar dağıtıyor”
       “Allah belanı versin Nermin!”
       “Niye ki?”
       “Tamam, tama. Allah aşkına git uyu. İyi geceler.”
       “Tamam. Yarın yine felsefe söyleşisi yaparız. Tatlı rüyalar”
       Allahım! Madem bu dünyaya attın beni, bari akıl vermeyeydin! Madem akıl verdin bari sınırlı almayaydı! Madem sınırlı verdin bari sınırsıza heves ettirtmeseydin! Madem sınırsız olana heves ettirttin bari bu diyalogları yürütebileceğim bir kulunu tahsis etseydin!
       Ah Arara! Canım diyalogdaşım! Bu kadar erken uyumak zorunda mıydın!
 
LEYLA ATABAY
(DEVAM EDECEK)
Fotoğraf: Adil Okay

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Yeni sergi çalışmamız. "Sınırsız Kü...
  Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf Grubu ve Karşı Sanat Çalışmaları olarak politik tutsaklar ve fotoğrafçılarla yeni bir sergi hazırlığına...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...