FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU V

Görülmüştür kullanıcısının resmi
"Belki de o akıllı hepimiz deliydik! Bir cin kafamızı bulandırıyor olabilirdi! ‘Ben’ her vakit bir yanılgı içindeydi. Menekşe de bir hayaldi! Her şeyi yanlış anlayan, insanın enerjisini bitirip tüketen derecede, kırılgan bir hayal. En iyisi susmak. Evet Menekşe! Sen bir hayalsin. Ölüm her birimi bir hayale çeviriyor zaten. Bir varız, bir yokuz. Ah kafam gitgide karışıyor. Ölüm nerede başlıyor, yaşam nerede? İkisi arasındaki fark nereden başlıyor? Neden bu kadar korkulur ölümden? Olanaklı deneyimlerin tüketilmemesi midir tek sebep? “Ölüm, yaşamın içinde deneyimlenebilir bir durum değil” diyor Epikurosçular. Yaşayan için ölüm yoktu. Ölmüş olan için ise zaten yaşam yoktur. Korkmamak mı gerek? Ölüm bir yerden çıkıp gelmez. Ölüm nesnel bir şey değildir. Hepimizi teker teker öldüren ölüm diye bir şey yok! Ölüm bize aittir. Herkesin bir ölme biçimi vardır. Değişik, değişik ölümler! Heidegger de sanırım aynı şeyi söylüyor. Her insanın kendine has ve devredilemez bir ölümü vardır. Ölüm farkındalığı, yaşamın anlamını yükseltiyor. Öte yandan insana acele ettiriyor. Hayat işte! Ölümün nereden geleceği belli değil. Ya Arara’nın balonu patlatması olayı beni hayattan koparsaydı! Şu an benlikten yoksun bir halde toprakla bir olmayı bekliyor olurdum. Cenaze törenimi yapardı buradaki canlar. Veda konuşmaları pek içli olurdu. İlk önce Yayla konuşurdu herhalde..." LEYLA ATABAY ANTALYA HAPİSHANESİ

 
V
       Rengareng’in ekonomik dehası karşısında gözlerimin yaşarmaması mümkün mü? Yanlışlıkla kaynamış suyun elektrik masrafların beş-on katı bir masrafla (kahve, bitki çayı) bizleri büyük bir israftan kurtaran Keynesreng’in kim bilir daha ne projeleri vardı. Arz-talep dengesi ona vız geliyordu. O çay ve kahveleri zorla da olsa bilerek içirecekti.
      “Neyse. Ben gideyim. Daha beş altı bardak kaynar su kaldı. Soğumadan servis edeyim. Hasta ziyareti kısa olur. Zaten zamanın da bir ekonomisi var. Zamanı iyi değerlendirmek gerek. Zaman ve ekonomi birbirinin kardeşidir.” dedi ve gitti Rengareng.
      “Weyy. Tam olmuş kapitalist” dedi Yayla.
      “He vallahi. Vakit nakittir demediği kaldı.”
      “Boşuna demiyorlar en büyük kapitalistlerin bir çoğu aha böyle sosyalistlerden çıkıyor”
      “Aman duymasın! Zaten bir haftaya kalmaz bunu da atlatır.”
      “He wallahi. Grip gibi tam bir hafta sürüyor.”
      “İlaçla bir haftada, ilaçsız yedi günde geçer”
      “Bu arada bizi açlıktan öldürmese iyidir.”
      Gülistan Ana bir yandan dua mırıldanıyor bir yandanda söylediklerimize gülüyordu. Eh, o durmadan Tanrıçalardan bahseden Rengareng’e ne desek azdı!
      Rengareng daha geçen hafta Gülistan Ana’nın yanında hiç çekinip sıkılmadan Japon tanrı ve tanrıçalarının hayatlarını ortaya dökmüştü. Neyse ki Beri, bütün Japon tanrı ve tanrıçaların Kürt olduğunu söyleyince konu yolundan sapmış, Gülistan Ana’nın diş gıcırdatmaları bir felakete evrilmeden durmuştu.
      “Japonlar da Kürt” demişti Beri.
      “Hımm. Olabilir. Gerçi onlar sarı ırk grubundan” demişti Rengareng bilimsel bir şüphecilikle.
      “Olur mu canım? Onlar da Kürt! Hem Kürtlerde de sarı olan, sarışın olanlar var! Japon panteonuna bak, sayısız tanrı ve tanrıçaları var. Kalabalık bir nüfus! Kürtlerle benzerliği fark ettin mi? Tanrı ve tanrıçalarının onlarca çocuğu var. Yaa! Kürtler de çok çocuklular. Çok severler çocukları.”
      “Hımm. Olabilir. Mantıklı. Ama sanki sarı ırk tanımı sarışınlıkla ilgili değil”
      “Kürtler dünyaya yayılırken Uzakdoğu’ya doğru giden kolun, Japon adasına ulaşana kadar hep o yollarda boyları kısalmış, gözleri çekikleşmiş.”
      “Rift vadisi teorisine göre tüm insanların ilk önce zenci olduğu söyleniyor.”
      “Külliyen yalan. Benim nenem hiç öyle bir şey demedi. Ama tabii zenciler de Kürt. Oraya gidince güneşte kararmışlar. Neyse, ben Japonları anlatıyordum. Bak mesela biz ‘Huda’ diyoruz Allah’a. Onlar ise tanrılara ‘Kami’ diyorlar. İkisi de dört harfli. Bu kadar benzerlik tesadüf olabilir mi?”
      “Gerçi Kürtçe yazılışı ‘Xwedê’ dir. Beş harfli”
      “Olabilir. Harf düşmüştür onlarda. Japonya’ya giderken sadece boyları kısalmamış, dildeki kelimelerde de kısaltma yapmışlar.”
      “Olabilir. Mantıklı.”
      “Mesela onların yaratılış efsanesinde tüm insanların ilk atası İzanagi anası ise İzanamı’dir. Kütçe’de izzet ve izzetnaime’dir bu isimler. Bunu ben keşfettim!”
      “Sanki İzzet de Naime de Arapça isimler!”
      “Mümkündür. Çünkü Arapça isimlerin köküne de döngüsel olarak Kürçe’dir. Mesela Japonlarda güneş tanrısını adı Ameterosu’dur. İyi dinle. Biz ‘tav’ diyoruz güneşe Ameterasu kelimesinin ortasındaki ‘t’ harfine dikkatini çekerim.”
      “Hımm. ‘Tav’ ın ‘t’ si!”
      “Tam isabet!”
      “Peki kelime kısaltma kuramına ne oldu?”
      “E! Her kelimeyi de kısaltacak halleri yok! Bazen müsriflik etmişler. Olaylara döngüsel bak!”
      “Bence müsriflik ciddi bir sorun. Bu konuyu önümüzdeki günlerde masaya yatırmayı düşünüyorum.”
      Bu diyaloğu hatırlayınca şu sıralar Rengareng’in anti-israfçılığının fikir tohumunun, döngüsel olarak Beri tarafından atıldığını fark ettim. İnsanın sadece fikirleri değil bir bütünen benliği de başkalarıyla karşılaşması yoluyla ortaya çıkıyordu. Mesele ben ve sen olmamalı! Ben ve sen ilişkisi dolaysızıdır. Arada bir önyargı, duvar yoktur. Düşüncede de duvar olamaz. Tin denilen şey ben ile sen arasındadır. Yani tek başına ne sendedir ne de bendedir tin. Varolmak için ‘sen’ e ihtiyaç vardır. ‘Ben’ ancak öteki ile mana bulur. Ah insanlar, canım insanlar! Sözler varsanız ‘ben’ var. Sanike, Nermin, Gülistan Ana... Sen! Sen! Ve sen! Hepimizi kucaklamak geliyor içimden! Sen! Sen!
      “Ne diye bana bakıp gülüyorsun? Bir şey söyleyeceksen açık açık söyle” diyen Menekşe’nin bu bal tatlısı sözleriyle gülüşümü durdurmaya çalışınca suratım da şapşalca bir ifade oluştu.
      “Yüreğimde bir anda tüm insanlara karşı bir sevgi rüzgarı esti de.”
      “Allah! Allah! Sevgiden ziyade alay edercesine bakıyordun!”
      “Aşk olsun! Sevgiyle bakıyordum.”
      “Basbayağı alay ediyordun. Hem sen kendine mi inanacaksın yoksa bana mı?”
      Allahım! Bu tam bir paradokstu! Kendime inanıyorum desem, sevgiyle baktığıma asla inanmadığı için yalancı konumuna düşecektim. Sana inanıyorum desem, alay etmediğim halde bunu söylediğimde yine yalancı konumuna düşecektim. Kendi tarafımı tutsam da olmuyor! Onu tutsam da!
      “Tüm Giritliler yalancıysa, tüm Giritlilerin yalancı olduğunu söyleyen bir Giritli yalan mı söylüyor, doğru mu?” dedim, ne dediğimi pek bilmeyerek. Zira elim ayağım titremeye başlamıştı, bu tavizsiz yargıç karşısında.
      “Aha, ben demedim mi alay ediyorsun diye! İşte kendi ağzınla söyledin.”
      “Ben, şey, yani, işte insan her zaman kendi tarafını tutar. Yani....”
      Yayla beni dürttü ve fısıldayarak “Kabul et, kurtul” dedi “İyi de et işte!” dedi Yayla.
      “Kabul ediyorum!” dedim Menekşe’ye.
      “Ya biliyordum işte! Vallahi ben her şeyi biliyorum. Bir tek ne zaman öleceğimi bilmiyorum” dedi Menekşe.
      “İyiki de bilmiyorsun, yoksa çok zor olurdu hayat senin için.” cümlesi ağzımdan çıkar çıkmaz büyük bir pişmanlık yaşasam da olan olmuştu. Ah şu şeytan yok mu? Ne güzel toparlanmıştı konu. Söz bir kere ağzımdan çıkmıştı. Sözün köleliği bitmiş, benim söze olan köleliğim başlamıştı. Bu kez nasıl kurtulacaktım?
      “Niye zor olsun ki? Ben o kadar güçsüz müyüm?”
     “Onu demek istemedim. Yani tüm insanlar için zor olurdu böylesi bir durum. Tamam, genel anlamda ölümlü olduğumuzu biliyoruz ama hangi vakit öleceğimizi bilsek hayat bize zehir olurdu.”
      “Ne yani, ben yanlış anlıyorum, haa?”
      “Evet yanlış anlıyorsun. Hem de her şeyi.” dedim içimden. Zira bu cümleyi dışımdan söylememe engel olan toplumsal kaideler vardı. Hem nezaket en güzel insani özellik değil miydi? Dünyadaki her şeyi yanlış anlayan Menekşe belki de bizlerin görmediğini görüyordu. Belki de o akıllı hepimiz deliydik! Bir cin kafamızı bulandırıyor olabilirdi! ‘Ben’ her vakit bir yanılgı içindeydi. Menekşe de bir hayaldi! Her şeyi yanlış anlayan, insanın enerjisini bitirip tüketen derecede, kırılgan bir hayal. En iyisi susmak. Evet Menekşe!  Sen bir hayalsin. Ölüm her birimi bir hayale çeviriyor zaten. Bir varız, bir yokuz. Ah kafam gitgide karışıyor. Ölüm nerede başlıyor, yaşam nerede? İkisi arasındaki fark nereden başlıyor? Neden bu kadar korkulur ölümden? Olanaklı deneyimlerin tüketilmemesi midir tek sebep? “Ölüm, yaşamın içinde deneyimlenebilir bir durum değil” diyor Epikurosçular. Yaşayan için ölüm yoktu. Ölmüş olan için ise zaten yaşam yoktur. Korkmamak mı gerek? Ölüm bir yerden çıkıp gelmez. Ölüm nesnel bir şey değildir. Hepimizi teker teker öldüren ölüm diye bir şey yok! Ölüm bize aittir. Herkesin bir ölme biçimi vardır. Değişik, değişik ölümler! Heidegger de sanırım aynı şeyi söylüyor. Her insanın kendine has ve devredilemez bir ölümü vardır. Ölüm farkındalığı, yaşamın anlamını yükseltiyor. Öte yandan insana acele ettiriyor. Hayat işte! Ölümün nereden geleceği belli değil. Ya Arara’nın balonu patlatması olayı beni hayattan koparsaydı! Şu an benlikten yoksun bir halde toprakla bir olmayı bekliyor olurdum. Cenaze törenimi yapardı buradaki canlar. Veda konuşmaları pek içli olurdu. İlk önce Yayla konuşurdu herhalde...
      “Vallahi ne diyeyim? Çok üzgünüm. Düşünün yani, iki ay dayansa dışardaydık! Ne güzle dolaşacaktık dışarıda. Nasip olmadı. Son konuşmalarımızın birisinde Platon’un şu sözlerini aktarmıştı rahmetli; “Felsefe ölmeyi öğrenme, felsefe yapmak da ölüme hazırlıktır.” Demek ki içine doğmuş öleceği, o yüzden felsefe diye diye dolanıp duruyordu garibim. Abdala ayan olur!”
      “Ne menemen bir heyat! Dun vardi bugun yok! Bakin, bakin izleyin beni. Böyle yürürdi! Ha ha haaa! Elin boyle kaldirıdî, böyle konişidi; “Varlik nedir?” Ha ha haa! Hiç hiçe gore hiç midir? Ha ha haa! Durin deha bitmedi. Duşunce nedir? Duşunce mekande yer tutmiyor ema mekanin hepsi duşuncemizde yer buluyor, ha ha haa.”
      “Biraz ciddi olalım lütfen. Sonuçta rahmetliyi anmak için buradayız” diyerek başlayacaktı Rengareng.
      “Kendisini bir kaç kez terapi yapmak üzere davet ettimse de icazet etmedi. (İcabet etmedi /Not: düzeltmeler zihnime aittir.) Tabii ki başkalarının gerçek dediği bazen insana gerçek gelmeyebilir. Mesela rüyalar, bilinçdışının bir kimyasıdır. (Simgesidir). Ölüm mühim bir olaydır. Çok mühimdir. Ciddi bir olaydır. Ölüm bir bulmacadır. Gelir, bizi er ya da geç bulur. Bir bilmecedir. Biz onu biliriz, er geç gider buluruz. Özellikle aklı çok mühim! Rahmetlide akıl, akılcık haldeydi. Git gide azalıyordu. Tabi aklı çok büyütmemekde lazım. Mesela bu konuya da değinmek istiyorum. Hem erkek akıldır, diyorlar. Aklıyla kadından üstün sayıyorlar, hem de Allah yolunda aklı kurban et, diyorlar. Akıl bu yolda acizdir diyorlar. Ayrıca tasarruf çok mühim! İnsan aklını da tasarruflu kullanmalıdır. Unutmamalıdır ki şeker sağlığa zararlıdır.”
      “Bence bu kadar yeter sevgili Rengareng. Şimdi sözü Nermin’e bırakalım.” diyecekti Yayla.
      Nermin, içli içli döktüğü gözyaşlarını silecekti önce.
      “Allah o Sokrates’in belasını versin! Ölüm her birimizi bulacak. Hem de sırf onun yüzünden. Bizim rahmetliye gelince, beni çok severdi. Son gününde de benimle sohbet etmek için can atıyordu. İyi bir insandı. Ama tencerenin varlığına hiçbir vakit inanmadı. Helvasını neyin içinde pişireceğimiz hiç aklına gelmedi rahmetlinin.”
      “Ben de bir söz söylemek istiyorum.” diye başlayacaktı Beri. Bu arada birkaç dakika boyunca Sanike’nin kahkahalarının dinmesini bekleyecekti.
      “Sosyolojik ve antropolojik açıdan ciddi yetersizlikleri vardı. Tüm dünyanın Kürt kökenli olduğuna inanmadığı için felsefede de aradığı yanıtları bulamıyordu. Kendisine Mozart’ın isim analizin yaparak Kürt olduğunu ispatlamama rağmen inanmamayı tercih etti! Mozart’ın kök harfleri olan ‘Moz’ un (Kürtçe’de arı) apaçık bir delil olduğunu söylediğimde, alaycı bir dille; “Zaten bu Mozart çok enerjik bir müzik üretiyor, arı gibi cidden.” deyişini hâlâ unutmuş değilim. Neyse. İnşallah cennete gider de orada Adem babamız ve Havva anamızın nasıl da Kürtçe konuştuğunu görür de utanır biraz.”
      Ve nihayet sözü, şuan bana ters ters bakıp duran “Ne yani, ben yanlış anlıyorum, haa?” biçimindeki son cümlesine boş yere bir yanıt bekleyen Menekşe alacaktı.
      “Aslında ona küs olduğum için konuşma yapmayı düşünmüyordum. Beni çok kırdı, üzdü. Onun ve hepinizin yüzünden çok üzüldüm. Sırf beni iğnelemek, bana laf atabilmek için felsefeye sarıldı. Ben sanki bilmiyor muyum? Varlık kimdir, diye soruyordu. Herkes bilir varlığın ne olduğunu, kim olduğunu. Benim, sensin, o dur varlık! Maksadı ayrı tabii ki! “Sen kimsin?” diyordu aslında bana. Hemen sonra da “Hiçlik nedir?” diyordu. Yani sen bir hiçsin!...”
      Kimse sözünü kesmeye cesaret edemediğinde uzunca bir süre bu tatlı söylevini sürdürecekti Menekşe. Nihayet Arara “Pen de pen de konuşacam” deyip Menekşe’yi susturacaktı. Yaşa sen Arara! Seni tatlı bıdık!
      “Pen büyüyünce bukelamum olacam. Bil elbişem olacak ama hel gün lenk değiştilecek”
      “Konuyla ilgili konuşursan seviniriz Arara” diyecekti, cenaze imamı rolünü büyük bir ustalıkla üstlenmiş olan Yayla.
      “O şimdi Helaklitoş’un yanında. Pen en çok Helaklitoş’u şeviyolum. Çünkü o çocuklarla hep oyun oynuyolmuş. Şonla şehildeki püyük adamlal Helaklitoş’a bakıp gülmüşlel. Helaklitoş hepşine kızmış, bağılmış. Onlal da çok kolkmuş. Helaklitoş fılça atmış, demiş ki “Ne şaşılıyolşunuz piş adamlal. Gidin başımızdan! Yokşa böyle yapmak sijinle oturup yöneticilik yapmaktan daha iyi değil mi, haa!” Çok tatlıymış Helaklitoş dede. Pen dedeleli çok çeviyolum.”
      “Bakın, yine alay edip gülüyor?” diyen Menekşe'nin sözleriyle kendi cenaze törenimden koğuşun içine ışık hızıyla geri geldim. Yüzümde Arara’nın son sözlerinin sebep olduğu şapşal bir gülücük vardı hâlâ. Ah ne yapsam? Menekşe’den kurtulmanın tek yolu var, biliyorum. Hayat gerçektende tekerrürden ibaret. Evet, son çarem bu. Allahım yine sana geldim! Beni kurtar ya Rabbim! Söz veriyorum Nermin’e yarım saat boyunca felsefe anlatacağım. Yarım saat az mı, acaba? Tamam, bir saat. Ya Rabbim bir saat boyunca konuşacağım. Adağım budur. Daha fazlasını isteme ya Huda! Amin!
      “Fare! Fare!” diye bağırdı Sanike. Ve her birimiz çığlıklar atarak kuş sürüsü gibi tepelere doğru fırladık.
      Allahım! Teşekkür ediyorum.
 
DEVAM EDECEK
Fotoğraf: Adil Okay
 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Yeni sergi çalışmamız. "Sınırsız Kü...
  Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf Grubu ve Karşı Sanat Çalışmaları olarak politik tutsaklar ve fotoğrafçılarla yeni bir sergi hazırlığına...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...