ADIM ADIM KATLİAM (3)

Ali Rıza Aksın kullanıcısının resmi
Akşama doğru Malatyalı Tekelci Hüseyin, beni, Uzun Mustafa'yı, İnan Hoca'yı ve tanımadığım birini alıp evine götürdü. Sokak boyu üç dört kişinin pusa pusa Mağaralı'ya doğru ilerlediğini gördük.

Her birinin elinde bir tabanca… Apocu olarak bilinen, koca kulaklı, esmer olanı okuldan, diğerlerini de örgütlerinden tanıyordum. Güldük, küçümsedik onları.
''Maceracılar!''
Tekelci Hüseyin, otuz beşinde, saçına ak düşmüş, boylu boslu, yakışıklı biri. Gri, beton bir evin ikinci katına çıkardı bizi. Girişi yukarıdan, önü surlu bir ev... Mağaralıyla aramız, çamlığa çıkan, siyah parkelerle döşeli, dar, dik bir sokak. Sesli konuşmamaya, perdeleri açmamaya özen gösteriyoruz. İlk gece böyle geçti. Işıkları söndürüp sabaha kadar bekledik. Bir çakımız bile yok. Onu geç, evi kundaklasalar işimiz bitik.

23 Aralık Cumartesi. İkinci gün de orada geçti. Suya zehir atıldığı söylentisi oldukça tedirgin etti bizi. Su içemedik. Her camide bir ses… Perdelerin gerisinde dumanları seyrediyoruz. Yusuflar, Serintepe, Mağaralı, Dumlupınar, Yenimahalle, Sakarya, İsadivanlı, Duraklı ve Karamaraş yanıyordu. ''Yakıyorlar!'' dedi ev sahibi.
İlk gün makarnaya, ikinci gün pirinç aşına talim ettik. Gece arkamızda bir ev kundaklandı. İnekler böğüre böğüre yandı. Ya insanlar? Bilmiyoruz. Yanık leş kokusu içeriye kadar sızdı. Sinirleri bozuldu Uzun'un.
-Çamlığa vurulup Ahır Dağı üstü gideceğim!
-Nereye?
-Nereye olursa…
Önerisine katılan olmadı. O da vazgeçti. Haydar'ı düşündüm, nerede acaba? Sonra Abbas'ı, o şahin bakışlı, çelik adamı... ''O da bizim gibi çaresiz oturuyor mu acaba? Yok canım, o ne yapar eder bir şeyler yapar'' Sınıf arkadaşlarımı düşündüm, ağlayıp sızlamalarını. ''Ayıp oldu Hülya'ya, bir emrivakiyle bir sürü insan sardık başına.''
Çocukluğuma gittim; Tut Dağı'nda nergis topladığımız günlere... O destelere sümbül ekleyip istasyonda sattığımız günlere... Çimdiğim derelere, tırmandığım kayalara, bağıra çağıra top oynadığımız o güneşli, güzel günlere...
Annemi düşündüm, merdivende ağıt yakar haliyle. Askerden gelmiş Yeşil'i, paytak yürüyüşlü, saf Güllü'yü, abimi, yengemi, çocuklarını... Ve de oturduğu yerden beni sahiplenen Aylin'i... Beyaz'ı… İlle de yanaklarına kadar kızaran, o şuh, şımarık gülüşünü... Dedelerimizin geldiği, kurbanlarımızın kesildiği, ahşap zeminli odamızın hallah hallah sesleriyle titreyip inlediği o uzun kış gecelerini... Hardalların boy attığı, kelebeklerin uçuştuğu, arıların vızıldadığı bahar aylarını... Babamın türbesini, çıkrıklı kuyumuzu, dut ağacımızı, ikiz servilerimizi, üzerinde inek tuzladığımız yastı taşları, sulu gözlü Meryem ablamı, arkadaşlarımı, yoldaşlarımı ve de kardeşim Can'ı... Düşündüm ve ölümün kıyısında derin derin soludum.
Kapalıydı kapılar, perdeler örtük.
Silah sesleri uzakta boğuk boğuk
Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük
Bugün de ölmedim anne.

Ev sahibi, eşi, misafiri, İnan Hoca, dalıp dalıp gidiyorlardı. Uzun, yüzünü avuçlamış düşünüyordu, kızgın, sabırsız...
24 Aralık pazar sabahı. Elleri tetikte çıkışa izin vermiyor askerler. Mağaralı'dan yana, elli metre ötede, yaşlıca bir adam, darabasını kaldırmış askerlerin kontrolünde ekmek satıyordu. Oradakilerin en genci olduğumdan, ''Git, ekmek getir'' dediler. Sis, yanık kokusu... Kapıda, uzun boylu, uzun yüzlü bir teğmen. Tıraşı gelmiş, teni pembe, gözleri kan çanağı... Acıyarak baktı bana.
''Çabuk ol!''
Gidişimle dönüşüm bir oldu. Yerde sönmüş ve tütmekte olan paçavralar... İçimi kemiren bir suçluluk duygusu. ''Nasıl oldu da geceki saldırıdan haberimiz olmadı? Neden uyarılmadık, neden silahlı değiliz, neden dışarı çıkmadık, neden bir şey yapamadık? Neden neden neden?''
Kahvaltıdan sonra güvenlikte olmadığımızı anlayıp, mahallenin içerisine doğru çekilmeye başladık. Orta kahvenin bulunduğu anacaddeye karışmadan, sola, avlusu geniş bir eve saptık. Çift katlı, genişçe bir ev... Avluda dikkati çeken ilk şey, biriketlerin arasına sıkıştırılmış borular... Bu akıl, Fanfaslı Musa Dayı'dan çıkmıştı. Amacı, faşistleri olası bir saldırıdan caydırmaktı. Şen, şakacı Musa Dayı, o koşullarda bile espri yeteneğini yitirmemişti. İçerisi tıklım tıklım... Altta, yirmi, otuz kişi, üstte de bir o kadar… Yukarı çıktım. Sırtı duvarda, ağlayan bir adam gördüm.
''Dört başı topal oldum, dört başı!''
İnsanlar ona acıyarak bakıyor, ama müdahale etmiyorlardı. Ayaklarını uzatmış, pantolonun dizden aşağısı yoktu. Şiş bacakları, kızarmış, kabarmış saçma izleriyle doluydu. Beni görür görmez ağladı.
''Oyy Velim, dört başı topal oldum, dört başı!''
Kanlı pasaklı hâline, uzamış sakalına rağmen tanıdım onu. Bu, babamla rakı içen, bana kavuncu diyerek takılan Safa abimin bacanağı İrbam'dan başkası değildi. Çömelip yanına oturdum. Utandım, bir şey de diyemedim. Adam yaralarına bakıp ağlıyordu.
"Dört başı topal oldum dört başı!''
Sonra aynı ritmik hareketlerle gerisindeki duvara vurdu başını. "Niye yaşıyorum ki, niye niye niye?"
Mani olunca da göğsünü yumrukladı.
''Ben niye yaşıyorum ki, been been beeen?''
Elini avuçlayıp, ''İbrahim Abi'' dedim. ''Zordur biliyorum ama inadına güçlü olmalıyız.'' Baktı, gözlerimde bir mana, bir ışık bulmuşçasına sustu. İçerinin gürültüsü, tabanın gıcırtısı, İrbam'ı teselli etmeyi bilememekten duyduğum sıkıntı, yeterince germişti beni. Karısını, çocuklarını, aşını işini yitirmiş, yaralı birine katlanmaktan zor ne olabilirdi ki... Tuvalete çıkma bahanesiyle dışarı attım kendimi.

Akşama tekrar döndüm. Pirinçle makarna bitmiş, üç kişiye bir ekmek düşüyordu. İrbam açıldı: ''Cuma akşamı misafirlerimiz vardı. Dün ev sahibemiz, ''Kaçın evi yakacaklar!'' dedi. Aldırmadık. Eşeklik bende bende! Beş, altı yüz kişilerdi. Ellerinde Türkeş'in bayrakları, ablukaya aldılar bizi. Sonra da kapıyı kırıp içeri girdiler. Karım Fate kapıya tutup korumaya aldı bizi. Fate Fate!! Beni bırakıp nereye gittin, nereye? Ben bu yükü kaldırabilir miyim, ben bu yükü? Sustu, devam etti. ''Bir kere gittiler, sonra geri geldiler. Gaz şişesi, dinamit ne buldularsa içeri attılar. Boğulmamak için balkona attık kendimizi. ''İyisi mi koşup askerleri getireyim'' dedim. Ölümü göze alıp balkondan aiağı atladım. Vuruldum ya aldırmadım. Yaramın sıcağıyla adliyeye kadar koştum. Geldim ki, ne gelem, ne gelem... Dört başı topal oldum dört başı!''

Gerisini bir yıl sonra Elif Sungur'dan öğrendim. Elif gencecik bir kızdı. Teyzesindeyken yaşamıştı bunları. Emiroğlu'nda otururlardı. Sakalık, ırgatlık yapan fukara bir babası vardı. Onu, abimlerde ayağında terlik, bacağında şalvar, tulumbada ayaklarını serinlerken gördüm. Asmanın altına geçtik; söz, döndü dolaştı katliama geldi. Titrek, tutuk, durgundu.
"Dört bir yandan ateş edildi. Teyzemin oğullarından Ali'yle Hasan'ı, komşuları, Hasan Ildırgan'la Hasan Yakarca'yı sedirlerin altına sakladık. Kapıyı kırıp içeri girdiler. Kapıyı tutup "Erkek yok'' dedik. Geri çekildiler. Teyzemin kızını tekmeleyen ev sahibemizin oğlu, ''Erkekler, gâvurlar burada!'' diyerek sokağa attı kendini. Ateşe verdiler evi. Balkona kaçtık. Balkonun odunları tutuştu. Muslukları açıp su bıraktık. Kadınlar, paçavralı, gazlı şişeler hazırlıyor, erkeklerse atıyorlardı. Dışarısı kıyamet gibi.
''Kadınlar insin dokunmayacağız onlara!
Sokağın direğini pencereye yanaştırıp içeri girdiler. Biri, kuzenim Ali'yle beni, ''Sizi kurtaracağım'' diyerek dama çıkardı. Amaydı Ali, çıkar çıkmaz da vuruldu. Balkona düştüm. Biri odunların üstüne itti beni. Kızın biri ''Yanıyor!'' diyerek kurtardı beni. Ağzım, yüzüm yandı. ''Yeter!'' diyenler olduysa da elebaşları, ''Vurrum sizleri!'' diyerek mani oldu onlara. Biri, ''Bir Alevi'yi öldüren hacca gitmiş gibi olur'' dedi.
Misafirlermizden H. Yakarca merdivende, H. Ildırgan damda vuruldu. Yakarca'yı ateşe attılar. Teyzem, ''Kocamı da öldürdünüz, oğlumu da, daha ne istiyorsunuz?'' diyerek saçını, başını yoldu. Erkek olarak bir tek kuzenim Hasan kaldı. O da yaralıydı. Teyzem, Hasan'la Selda'yı alıp dama çıktı. Aşağıda, ''Teslim olun!'' diye bağırdılar. ''Tamam, teslim oluyoruz'' dedi Hasan. O anda da vuruldu. Ölmedi ama... Teyzem, ''Sizde din iman yok mu, böyle Müslümanlık olur mu?'' dedi. Eşhedü çektirdiler bize. ''Gâvursanız da Müslüman oldunuz'' dediler. İçeri girdiler. Damda yaralı yatan H. Ildırgan'ı sokağa attılar. Bitişik eve dayadıkları bir merdivenden önce Selda'nın çocuklarını, sonra da bizi indirdiler. Biri çekti, düşürdü Hasan'ı. Teyzem de üstüne... Sopa ile, sonra da tüfekle ikisini de öldürdüler. Selma ağlayarak annesinin üstüne atıldı. Ben de... Tutuyor, dövüyor, sonra da yere vuruyorlardı bizi. Yara bere içinde kaldık. ''Müslümanlıkta bu yok'' diyen olduysa da aldıran olmadı. Biri bunları, ''Rehin alalım'' dedi. ''Doğru'' dediler. Bayılmışım. Bizi almış, katillerden birinin evine bırakmışlar. Ayıldığımda, sarkıntılık ediyorlardı bize.
Utandı, yere baktı, gözyaşlarına mani olamadı.
''Sonra askerler… Bizi alıp kışlaya götürdüler.''

21.12.2014, Zürich

"Kırmızı Fare"den

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...