Mektup, mektubun tarihçesi ve "Görülmüştür" damgalı mektuplar...

Adil Okay kullanıcısının resmi
Bu yazıda, “Mektubun” tarihteki ve edebiyattaki yerine değiniliyor. Dünyadan ve Türkiye’den “mektup” türünde yazın örnekleri özetleniyor. Alt başlık (spesifik) olarak ise: Hapishanelerden yazara gönderilen, “görülmüştür” mühürlü mahpus mektupları ile Türkiye hapishanelerinin yakın tarihi anlatılıyor. 1980’den bu güne Hapishanelerdeki hak ihlalleri, hasta olan ve öleceği bilindiği halde serbest bırakılmayan mahpusların ölüm döşeğinden dışarı yolladıkları orijinal mektuplarla trajik gerçeklikler aktarılıyor.

 
 
Not: Bu araştırma yazısı "Kebikeç" adlı hakemli dergide yayınlanmıştı. Güncellenmiş halini yeniden paylaşıyorum.
 
Mektup nedir... Tarihteki ve edebiyattaki yeri nedir... Görülmüştür damgalı mektuplar... İllegal mektuplar...
 
Mektup konusunda kelam etmeye nereden başlamalı diye düşündüğüm esnada, masamın üzerinde “görülmüştür” damgalı mahpus mektupları duruyordu. Son kitabım, “Ben çıkana kadar büyüme e mi..” de ağırlıklı olarak mahpus mektuplarından oluşmuştu. O halde “mektup” benim uzmanlık alanım sayılmalıydı. Ama üzerinde düşününce hiç de kolay olmadığını anladım. Mektup, tarihçesi, sosyal bilimlerdeki yeri, edebiyat ve tarihle ilişkisi üzerine düşünmek ve araştırma yapmak zor geldi. Bu işi akademisyen arkadaşlar daha iyi yapar dedim. Sonunda: daha spesifik bir alanda, “Görülmüştür” mührü taşıyan mahpus mektupları üzerinde yoğunlaşmaya karar verdim Ayrıca bu konuda aktaracağım “legal-illegal mektuplaşma” deneyimlerimin okuyucu için yeni olabileceğini düşünüyorum. Ama yine de konuya girmeden önce “Mektup” tarihçesine kısa da olsa göz atmakta yarar var.
 
İletişim araçlarımız neydi
“Üzerimden uçup giden turnalar  / Benden nazlı yare selam söyleyin  /
Mektup yazdım cevabını vermedi / Benden nazlı yare selam söyleyin…”[i]
İnsankızının-oğlunun iletişim araçları her çağda biraz daha gelişti. Tam tam’lardan, dumanla haberleşmeye, güvercin kanadından, telgrafın tellerine, posta arabalarından, cep telefonlarıyla yazışmaya, 140 karekterle sınırlı aşk mektuplarından, “kopyala-yapıştır kiç mektuplar”ın yoğunlaştığı internete vardık. Peki, “mektup” bitti mi. Mektuplaşma tarihe mi karıştı? Hayır. Belki artık insanların büyük çoğunluğu elle yazmıyor. Klavye yerini aldı kalemin. Ama mektuplar, “e-mektuplar” gidip gelmeye devam ediyor. Türkülere-şarkılara konu oluyor. Pullar ve postahaneler ise ağırlıklı olarak resmi yazışmalar ya da reklam için kullanılıyor.
Ancak hapishanelerden halen el yazılı-pullu ve “görülmüştür” mühürlü mektuplar gelmeye ve gitmeye devam ediyor. Fransa gibi ülkelerde de tatil karpostalları geleneği sürüyor.
***
Resmi tarih dışında gerçek tarihin yazılımına katkı
 
Eski mektuplar bazen tarihte kara sayfaların aydınlanmasına vesile oluyor. Resmi tarihin dışında gerçek tarihin yazılımına katkı sunuyor. Tarih yanı sıra edebiyat külliyatı zenginleşiyor. Bu gün Nazım’ın Piraye’ye mektuplarını bilmeyenimiz yoktur. Rosa Lüksemburg’un “sevgiliye mektuplar” adlı kitabını daha dar bir çevre mutlaka okumuştur. Örnekler uzatılabilir: Marx’la Engels’in mektupları, Yaşar Nabi’nin Dost Mektupları (1972), Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mektupları (1974), Nazım Hikmet’in Kemal Tahir’e Mahpushaneden Mektupları (1968) Kafka’nın Milena’ya mektupları…gibi… Babam şair Süleyman Okay’ın 12 Eylül darbesinden sonra illegal yollardan kaçak oğluna yani bana ulaştırdığı mektup “12 Eylül Müzesi”nde yer aldı. Yakın zaman önce kaybettiğimiz Leyla Erbil ile Ahmed Arif ilişkisini ölümlerinden sonra mektuplarından öğrendik ve heyecanlandık. Ve bu ifşadan sonra yeniden sorguladık “özel yaşamın mahremiyetini” ve “mektupların tasarrufu”nun gönderene mi - alana mı ait olduğunu.
***
Tarihte mektup
Mektubun tarihini, yazının tarihiyle başlatabiliriz. En eski örnekler; Mısır firavunlarının diplomatik mektupları (MÖ 15. - 14. yüz yılları) ile Hitit krallarının Hattuşa (Boğazköy) arşivinde bulunan mektuplarıdır. Mektup, edebiyat türü olarak, özellikle Latin edebiyatında gelişip yaygınlaşmıştır. Cicero (MÖ 106 - 43) en bilinen örnektir. Osmanlı’da ise Münşî adı verilen kâtipler tarafından yazılan mektup örneği çok fazladır. 17. Yüzyıldan sonra mektuplar çoğalır, 19. yüzyılda kullanımı ve önemi artar. Bunda Osmanlı tebası içinde okuryazar oranın artmasının, 1820 yılından itibaren de posta pulunun ve posta hizmetlerinin kullanılmaya başlanmasının payı vardır.
Edebiyatımızda mektup türünde ilk roman, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Mutallaka” sayılabilir. Ömer Seyfettin’in “Memlekete Mektup” öyküleri; Halide Edip Adıvar’ın “Harap Mabetler’deki imzasız mektuplar”ı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Kadınlık ve Kadınlarımız” ile Reşat Nuri Güntekin’in “Sönmüş Yaldızlar”ı ‘mektup tarzındadır. Keza Halit Ziya, Mehmet Rauf, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Sait Faik’in bazı öyküleri de mektuplardan yararlanılarak yazılmıştır. Ahmed Mithat, Ahmet Rasim ve Mahmut Yesari’nin Makale, röportaj ve sohbet türünde yazdığı mektuplarda önemli örneklerdir.
***
Hapishanelerde kaç bin mahpus ve yakını mektup yazıyor.
 
Bu gün itibariyle Türkiye hapishanelerinde 270 bin tutuklu ve hükümlü var. Bunun çarpan etkisini düşünürsek yani her mahpusa yılda 10 ayrı kişi, yakını: eşi-çocuğu-yeğeni-anası-babası-arkadaşı, tek bir mektup yazarsa, toplamda yılda en az 2 milyon 300 bin mektup eder. (Sayı az değil. BM’ne üye bazı devletlerin sayısı 1 milyonun altındadır.) Çok az insanın bildiği bir örnek vereyim: Yeni yapılan Şakran cezaevinde 10 bine yakın tutuklu ve hükümlü kalmaktadır. PTT, Şakran cezaevi için özel şube açmak zorunda kalmıştır.
Demem o ki, pullu ve elle yazılan mektuplar henüz tarihe karışmamıştır.
***
“Hapiste yazmak... Bir tercih değil, zorunluluktur.”
Politik mahpus yazar Muzaffer Tansu,  tahliye olmadan önce bana mektupla bir makalesini yollamıştı. Ben de onu bilgisayara geçip yayınlanmasına ön ayak olmuştum. Tansu’nun “Hapiste yazmak... Bir tercih değil, zorunluluktur.”[iii] Başlıklı yazısının bir bölümünü aktarıyorum: “Her mahpus isteyerek ya da istemeyerek, kâğıt kalemle yakınlık kurmak zorundadır. Demir kapıların hiç beklemediğiniz bir anda üzerinize kapanıp, bedeniniz üç duvar bir kapı konseptinde yaşamaya zorunlu bırakıldığı andan itibaren, teknolojinin amansız gelişimine yenik düşerek peyderpey tedavülden kalkma merhalesine giren mektuba dört elle sarılırsınız.
Mektup; tüm mahpuslar tarafından kabul görünen ve en sevilen yazı türüdür. Yemek, su, hava kadar yaşamsaldır mektup. Beklentidir, iletişimdir. Ne ziyaret gibi haftada bir saat ile, ne de telefon gibi on dakika ile sınırlıdır. Anneden, babadan, eşten, çocuktan, kardeşten, sevgiliden, dosttan gelebilecek en güzel hediye ve mahpusun en değerli en özel eşyasıdır mektuplar. Yazan kişinin yakınlığı ve arz ettiği öneme göre defalarca okunur, ezberlenir dikkat ve şefkatle katlanarak zarfına konulur. Bu mektuplar, doğal afetlerde öncelikli kurtarılacak eşyaların başındadır.
Bu arada; hayatın her noktasında var olan risk faktörü sahneye çıkar, özlemle beklenen mektuplar sahiplerine ulaşamadan kaybolup gider!.. Her mahpusun ölülerini barındıran bir kayıp mektuplar mezarlığı vardır bilinmeyen bir yerlerde. Kim bilir!.. Belki bir gün zehirli atıklar, silahlar gibi toprak altından çuvallar dolusu mektuplar çıkacaktır…”  
***
Bir firarinin limon suyuyla yazdığı mektuplar
Eski bir mahpus ve cezaevi firarisi olarak hapishanelerde “illegal” haberleşme araçlarını çok kullandım. İçeriden dışarıya şifreli-kodlu mektuplar yolladım. 1980 yılında Adana cezaevinden firarımdan sonra, kaçak-sürgün hayatım boyunca da devam ettim bu illegal haberleşmeye. O zamanlar deşifre olma korkusuyla açıklayamadığımız “limon suyuyla”, yani görünmeyen yazıyla mektuplar yazardık. Hapisten firar ettikten sonra yıllarca sürdü bu “limonlu” mektuplar. Dolmakalem haznesine limonun suyunu çekiyor ve geniş aralıklarla yazılmış mektuplarımızda satır aralarındaki boşluğa meramımızı yazıyorduk. Mektubu alan arkadaşımız da kâğıdı ısıtınca görünmeyen yazılar ortaya çıkıyordu. Daha sonra aynı işlemin başka ülkelerde sütle yapıldığını öğrendim. Ve aradan çeyrek asır geçince bu sırrın artık ifşa olduğunu öğrendim. Bu nedenle şimdi yazabiliyorum.
***
Ve güncel hapishane mektupları
 
Ve o gün bu gündür, mahpuslarla dayanışma amacıyla ama bu kez legal mektuplaşmalarım devam ediyor. Hapishaneden aldığım çok sarsıcı mektuplar oluyor. Elle hazırlanmış zarflar. Ellerinde bulunan sınırlı boyalı kalemlerle süslenmiş mektuplar. Gazetelerden kestikleri çiçekleri kâğıdın kenarına yapıştıran sevgi dolu insanlar. Kendilerini, çocuklarını, özlemlerini anlatan, çoğu zaman da hapishanelerdeki yönetimin keyfi uygulamalarını, tecrit içinde tecridi, yasakları-cezaları betimleyen mektuplar. Ve bu nedenle hakkımda davalar da açılıyor. En son basında “Aziz Nesin’lik salyangoz davası” olarak geçen trajikomik bir soruşturma yaşadım. Politik mahpus Ahmet Bilge’nin hapishanede yapıp yolladığı karikatür olayı özetlemektedir.
***
Son birkaç yılda bana gelen mektuplardan sarsıcı bölümler aktarayım:
 
21 yıldır hapishanede olan Turan Demir’in, Tekirdağ hapishanesinden yazdığı, tümceleri yumruk gibi boğazımızda düğümlenen mektubundan bir bölüm.
“Kızımın adı Eylem ama onunla hiç birlikte kalamadım, gözlemleme imkânım olmadı, yeteri kadar tanımıyorum. Şu anda 21 yaşında üniversite öğrencisi ama toplam 21 defa ya görmüşüm ya da görmemişim, 21 defa dokunmamış, sarılmamış, kucağıma almamışım. Büyüdü kocaman bir genç kız oldu ona bir şeker, bir çikolata alamadım, bir oyuncak almadım, bir giysi alamadım, oysa ellerimde büyümesini, büyüdüğünü an be an görmeyi çok isterdim.  Benden ihtiyaçlarını temin istemesini çok arzulardım. Gece yarıları ağladığını, güldüğünü, kapının önünde oynarken çamura batmasını sonra da taşı minik ellerine alarak her şeyi bir birine katmasını görmek isterdim ama hiç biri olmadı. Şimdi hapishaneye geliyor, olgun bir insan gibi karşımda oturuyor. Oysa ben onun çocuk kalmasını isterdim. Ben çıkacaktım, birlikte büyüyecektik ama olmadı…”
***
Bebeğiyle birlikte hapishanede kalan Gazal Dülek (Tahliye oldu) anlatıyor:
 
“Sevgili Adil Okay, ilk tutuklandığımda (10 yıl önceye ait bir dosyadan dolayı aniden tutuklanmıştım. Suç: Konuşma yapmak.) kızım Ekin Şinar henüz 10 aylıktı. (…) Bu durumda “bu çocuk cezaevi koşullarında büyümesin diye ne yaptıysak, ne talepte bulunduysak kabul edilmedi. Sonuçta kalan cezamı, 4 yıl kadar süreyi, yatmam gerektiği söylendi. Bir bebek için çok uzun sayılacak bu süreyi savcı yüzüme okuduktan sonra bebeğimle birlikte cezaevine getirildik ve bizim için zorlu süreç başlamış oldu.
Ekin Şinar henüz 10 aylık olduğundan anne sütü yanı sıra mama da veriyordum. Ve inanır mısınız dışarıdan mama almama izin verilmedi. Ona kendi sütümün yanı sıra normal süt vermek zorunda kaldım. Zaten cezaevindeki koşullar bir bebek için uygun değildi. 25 kişinin kaldığı kalabalık koğuşta ve onun için alternatif bir besini pişireceğim bir ısıtıcının dahi olmadığı, yasak olduğu koşullarda yaşamak zorunda kaldık. Sütü de sıcak su içinde ılıtıp verebiliyordum. Uzun süren mücadele sonucu ısıtıcı talebimiz karşılandı…” Gazal Dülek, Gebze cezaevi. 01.11.2012…”
***
33 Yıldır hapishanede olan Cuma Özkan
 
“Değerli Adil, ben toplam olarak 33 yıldır cezaevindeyim. Bu uzun yılların değerlendirmesini yazmıyorum. Benim durumumda kaç kişi var bilmiyorum. Bunu hukukla - adaletle izah etmek de zor... Bugün, 12 Eylül 2012. İlk tutuklandığımdan bu yana tam 32 yıl geçmiş. 12 Ekim 1980 yılında tutuklandım. Üç ay gözaltında her türlü işkenceyi gördüm. Daha sonra Adana Askeri Mahkemesinde idam cezası aldım. Yaşımın küçük oluşundan cezam 20 yıla indi. 1989 yılın başlarında tahliye oldum. 3.5 yıl dışarıda kaldım. 1993 yılında yeniden tutuklandım. O günden bu yana cezaevindeyim.
Değerli Adil Dost, ben 1993 yılında tutuklandıktan üç ay sonra kızım dünyaya geldi. 20 yıldır annesiyle birlikte beni yalnız bırakmadılar. Yozgat, Konya, Malatya, Antep Cezaevlerinde kaldım. Kızım Şehriban ve Annesi yaz - kış demeden, ekonomik sıkıntılarıyla birlikte hep yanımda oldular. Şimdi kızım üniversiteye gidiyor. Ben halen zindandayım. 1993 yılından bu yana eşim ve kızım hep peşimden geldiler. Kızımın bebekliğini cezaevinde gördüm. İlk yürümeye başladığında ziyaretime getirmişlerdi. Kapalı görüşlerde çocukları hükümlülerin bulunduğu bölüme bırakıyorlardı. 1-15 çocuk benim bulunduğum tarafa geldi. Tüm çocuklar baba-amca ya da dayılarıyla buluşmuşlardı. Ama ortalıkta ağlayarak dolaşan sonra tek başına duvar dibine gidip oturan bir çocuğa sahiplenen kimse olmamıştı. Ortalık çocukların sevinç çığlıklarıyla çınlıyordu. Daha sonra benim kızımın da gelen çocuklar arasında olduğunu öğrendim. Gidip gardiyana ve orada olan arkadaşlarıma sordum. Gelen çocukların hepsinin bunlar olduğu söylendi. Ağlayan çocuğun yanına gittim sakinleştirmeye çalıştım ama nafile. En sonunda kucağıma alıp görüş kabinine götürdüm ve annesine “bu kız Şehriban mıdır” diye sordum. Evet, cevabını alınca heyecandan ne yapacağımı bilemedim. Kızım da annesini görünce cama vurmaya başladı. İlk kez baba olarak çocuğumu kucağıma alıp öptüm. Gözyaşlarını mendilimle sildim…
Ve emin ol Okay, gözyaşlarını sildiğim mendili 15 yıldır yıkamadan yanımda taşıyorum. Bunu ilk kez söylüyorum. Ama insanız işte. Devrimcilerin de duyguları vardır değil mi?”[iv]
H tipi cezaevi. Gaziantep
 
***
Hapishanede bebeğine hasret kalan Gazel Bulut'un mektubu: (Gazel Bulut içeride çocuklar için masal kitabı hazırladı.)
 
                                                                                                                                            13.03.2018
Merhaba Adil OKAY;
Öncelikle sizlere güzel kızım Arjin ‘imin yüreğimde yarattığı yaşam ateşinini sıcaklığıyla sevgi, saygı ve selamlarımı yolluyorum.
Uzun süredir yazmak, teşekkür etmek istiyordum sizlere; bir türlü fırsat bulamamıştım. Kızıma daha yakın olabilmek için verdiğim mücadelede bana destek oldunuz, sesimiz oldunuz. Tüm emek ve çabalarınız için teşekkür ederiz. Size yazmam için bugün beni teşvik eden olayı anlatayım o zaman. Bugün saat 18.30 gibi akşam çayımızı içerken güzel bir yağmur yağmaya başladı. Biz üç arkadaş ( F tipi sistemi olduğu için 3 kişi kalıyoruz hücrelerde ) kapıların kapanmasına henüz yarım saatin olmasını fırsat bilip, çıkıp havalandırmada yağmur altında yürüyüş yapıp, türküler söyledik. Böyle fırsatlar kaçırılmaz, özellikle hapiste... O anda doğanın sana verdiği hediye ile nefes alırsın, gökyüzünü yeniden keşfeder sevdiklerine götürmesi için rüzgâra sevgini fısıldarsın. İşte tam o anda biz başımızı göğe kaldırdığımızda doğanın bize ikinci hediyesini gördük. Rengârenk, pırıl pırıl parıldayan bir gökkuşağı… Diğer odalardaki arkadaşlara seslenerek onların da bu güzelliklerden paylarını almalarını istedik. Hepimiz çok mutlu olduk. Böylesi bir güzelliğe buralarda pek karşılaşılmıyor. Ben ellerimi gökkuşağına uzatarak kızımı düşleyip, dilekler diledim. Ardından gökkuşağı kayboldu ve havalandırma kapıları kapandı…
Sevgili Adil Okay; işte ben bugün böylesi bir enerji ile sizlere yazmak istedim Bugün kendimi daha iyi hissedebiliyor, gülebiliyor isem, güzel kızımı düzenli görüp, öpüp koklayabiliyor isem bu sizlerin emeği ve desteği sayesindedir. Sizin şahıssınızda bizlere destek olan herkese teşekkür ediyorum
Umutla kalmanız dileğiyle…
Gazel BULUT
Kandıra 1 No’lu F Tipi Cezaevi  A1-2 Koğuşu
Kandıra-KOCAELİ
 
***
 
Bazen bir mektup tarihe geçer... Tarihe Not Düşer
Hastanede Elleri kelepçeli Doğum  Yaptırılan tutuklu Rabia Bıyıklı'nın Mektubu gibi:
 
 
Merhaba Sevgili Adil Okay ve ‘’Görülmüştür ‘’ ekibi;
Hepinizi içerisinden geçirdiğimiz süreci, umudu, direnci ve coşkusu ile selamlıyorum. Ben 45 günlük bebeğim Mavi ile Kayseri Kadın Kapalı Hapishanesi ‘den henüz yeni anne olmuş bir tutsağım. Sizlerle bebeğim Mavi ‘nin 45 günlük hikâyesini paylaşmak istiyorum. Bu süreçte ben ve bebeğim Mavi pek çok hak gaspı ile karşı karşıya kaldık ve insan onurunu çiğneyen muameleler karşılaştık. Bu noktada bizim hikâyemizin bilinmesi ve anlaşılması bizler açısından büyük bir önem sahip. Bu konuda gereken hassasiyeti göstereceğinizi umut ediyorum. Ve Mavi ile hikâyemizi anlatamaya başlıyorum.
            10 Eylül 2018 tarihinde Bursa ‘ da gözaltına alındığımda beş aylık hamileydim. Beş aylık hamile olmama rağmen 10 gün gözaltında tutuldum. Gözaltında gördüğüm muamelelerden kaynaklı kanamama oldu ve bu süreçte bebeğimi kaybetme tehlikesi yaşadım. Benim ve bebeğimin hayatı tehlikeye düşmüşken gözaltı sürecimde Dersim ‘ e götürüldüm ve burada da beş gün gözaltında kaldım ve 20 Eylül 2018 tarihinde tutuklanarak Elazığ Kadın Kapalı Hapishanesine getirildim.
            Hamile olduğum süre zarfı içerinde bebeğimin sağlık kontrolleri için hastaneye her gittiğimde kelepçe dayatması ile karşı karşıya kaldım. Bu durum bazı koşullarda bebeğimin ve benim kontrollerimin aksamasına sebep oldu. Bu uygulamamanın en ağır boyutunun doğum için hastaneye ( Elazığ Fetih Sekin Hastanesi ) yatırıldığımda yaşadım. Doğum için hastaneye gittim ve iki gün boyunca hastanede kaldım. Bu iki gün içerisinde kelepçe ile yatağa bağlandım ve normal doğum gerçekleşmediği için yatağa kelepçeli vaziyette iki gün boyunca bana suni sancı verildi. Doğum sancısı gibi bir sancı ile başetmeye çalışırken ellerimi dahi hareket ettiremiyordum. ‘’Kaçma ‘’ ihtimalime karşı bu işkence bana uygulandı ancak bu koşullar altındaki bir insanın kaçabilmesi mümkün müdür; Bu uygulama bütün boyutları ile insanlık onurunu zedeleyen bir işkenceydi ve ben iki gün boyunca bu işkenceye maruz kaldım.
            Doktorun kelepçenin çıkarılması yönündeki ısrarlarına rağmen rütbeli asker bunu kesinlikle kabul etmedi. Bildiğiniz üzere hasta- doktor ilişkisi içerisinde üçüncü bir kişinin karar verme yetkisi yoktur ancak yaşanan durum bunun tam tersiydi.
            Bebeğim bu koşullar altında dünyaya gözlerini açmıştı. Onu özgürlük ismi gibi mavi bir gökyüzü değildi tel örgüler bekliyordu ve elbette tel örgülerin türlü zorlukları…
            Daha bebeğim Mavi 38 günlükken Elazığ Kapalı Hapishanesi ‘den Kayseri Kadın Kapalı Hapishanesi ‘ne sürgün edildik. Bu bebeğimle birlikte karşılaştığımız ilk zorluk değildi elbette ama en zoruydu diyebilirim.
            Ben onu yatağından çıkarmaya kıyamazken kendimizi tek kişilik ring aracında bulduk… Sağlıklı bireyler için dahi uygun olmayan tekli ring koşullarında bebeğim Mavi Ve ben düştük yollara. Sezaryen doğum yaptığım için dikişlerim henüz iyileşmemişti. Bebeğim Mavi il-se dünya ile ilk kez bu koşullar altında karşı karşıya kalıyordu. Türlü itiraz ve tartışmalarla bir sürgünü ertelemeye çalışmış olsak da tahmin edeceğiniz gibi hiçbir çabamız sonuç vermedi.
            İki hafta önce Mavi ‘nin ilaçlarını yazdırmak için revire çıktığımda Elazığ Kadın Kapalı Hapishane reviri doktoru Duygu Özçin tarafından yola çıkabileceğimize dair bizim adımıza rapor düzenlenmişti. Gardiyanlar yola çıkabileceğinize raporunuz var dediklerinde aklıma ilaç yazdırmak için 04.03.2019 tarihinde çıkmış olduğum revir hiç gelmemişti. Ancak 15 gün önceden yola çıkabileceğime dair rapor düzenlenmiş ve bu bir raporun yasal süreci üç günken yapılmış!
            Hukuki olarak hiçbir geçerliliği olmayan evraklar gerekçe gösterilerek Kayseri ‘ye sürgün edilmiş oldum. Tabutluk olarak da tabir edilen ring aracında 38 günlük bebeğim Mavi ve ben hareket etmekte dahi güçlük yaşıyorduk ama elbette ki bizim konforumuzu düşünecek değillerdi değil mi?
Evet, Mavi ‘nin bugün 46. Günü. Dünyanın ve ülkenin içerinden geçtiği karanlık ve gri günlere inat onun ismi Mavi. Bizim yaşadıklarımı başka bebekler ve anneler yaşamasın diye bu yaşadıklarımızı sizlerle paylaşmak istedik.
            Şimdiden ilginiz ve emeğiniz için teşekkür ediyor,
Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
24.03.2019
KAYSERİ KADIN KAPALI HAPİSHANESİ
(Not: Rabia Bıyıklı'nın mektubu basında yer aldı. Büyük tepkiler geldi. Aynı süreçte elektronik kelepçeyle "debetimli serbestlikten yararlandı.)
 
***
 
Bu trajik ama tarihi değer taşıyan örnekler çoğaltılabilir. Yukarıda birkaç bölümünü paylaştığım bu etkileyici mektuplar, ‘Görülmüştür mahpus mektupları - resimleri sergisi’nde yer aldı. Sergi birçok kenti ve ülkeyi gezdi. Ve akabinde “Ben çıkana kadar büyüme e mi… Görüş günlerinde büyüyen çocuklar” ile "Hapishanelere esinti yollayalım" adlı kitaplarda toplandı.
Demem o ki bu mektuplar, 1990’lardan bugüne, yakın hapishane tarihini aydınlatmış oldu. Bilim insanlarına-edebiyatçılara kaynakça oldu.
Bitirirken yine bir politik mahpusun mektubundan alıntı yapmak istiyorum. Bu gün yaşamayan, kanser hastası olduğu halde tahliye edilmeyip hapishanede hayatını kaybeden İsmet Ablak’ın ölmeden birkaç gün önce yazdığı mektup, diğerleri gibi bir dönemin “devlet politikasını” özetliyor:
 
 
İsmet Ablak. Doğum: 1969.  Ölüm tarihi: 18 Temmuz 2009
 “Ben İsmet Ablak. Bu mektup elinize geçtiğinde, ben sonsuzluk âlemindeki yeni yaşamıma, yeni başlamış olacağım. Doğrusunu isterseniz nereden başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü dünyadayken bir doğduğumu, bir de cezaevindeyken yaşadıklarımı biliyorum. Tüm hayatım, anlamlı mahkûmiyet yıllarındaki sessizlikler içinde geçti. Ses olduğum tüm zamanlarda bile, sessizliğe itildim. Yatılı okulu okurken de Türkçeyi pek bilmezdim ve bilmemek de suçtu.
Konuşamadığımız için hep dayak yerdik. En çok dayak yiyenlerden biri de bendim. Sessizdim. Sessizliğim başıma bela olmuştu; tavır olarak bilinirdi.(…) Ve büyüdüm bir gün içeri alındım. 20 gün boyunca Aliye bekânın sevgili kara kollarında, kara günlere, kâbuslara budandım. Ben yine sessizdim; bağırmadığım, konuşmadığım için, anamdan emdiğim ak sütü fitil fitil burnumdan getirdiler.(…)
Cezaevi yıllarım zordu. Karartma gecelerini izleyenler, ‘Bu insanın çığlıklarını unutmayın’ diyenlerin hayatını bilenler, beni iyi anlarlar. Biz ‘insanlık onuru’ dedik. Ve bunun cefasına göğüs gerdik; sürgünler oldu. Dirhem dirhem eriyenler ve alev alev yananlar oldu. Ama biz bu soğuk demir ve duvar ortasında yaşamın sessiz çığlıkları olmaya devam ettik.(…)
Derken bir gece vakti aniden titremeye başladım, gözlerimi hastanede açtım. Ameliyata yattım. Ameliyat olurken de kanser olduğumu söylemediler. Hani bilmiş olsaydım, belki sevdiklerimi hazırlardım. Böyle ani olmazdı gidişim. İtiraf etmeliyim ki hastanede kaldığım o izbe yerde, bedenim çok zorlandı. Havasız ve ışıksızdı, hemen her gün ameliyata alınıyordum ve bedenim paralanıyordu. Dışarıdaki dostlar kan vermek için kilometrelerce yol gelip, sıra alıyorlardı. Yoksulluk hepsinin belini bükmüştü. Gözlerinin feri kaçmıştı. Damarlarındaki kan miktarı, hayata tutunmalarına ancak yetiyordu. Onun da yarısını bedenimi diri tutmak için veriyorlardı. Mahkûm arkadaşlarım kanlarını paylaşmak için başvurmuşlardı. Ama bürokrasinin soğuk çarkları donmuştu.(…)
Ben, sessizce yaşadım. Sessizce direndim ve bu dünyayı sessizce terk ettim. Gücümü sizlerden ve daha önce inançları uğruna gidenlerden aldım. Sizin şahsınızda tüm dostlarıma ve insanlığa veda ediyorum. Sevgiyle kalın.  İsmet ABLAK” [v]
 
 
Not: Orjinal mektuplar arşivimdedir. Konuyla ilgili araştıma yapacaklara taramaları gönderilebilir.
okayadil@hotmail.com
[i] Şiir: Hüseyin Parlakdemir. Şiirin farklı bir versiyonu bazı kaynaklarda Cemil Gökdemir’e ait görünmektedir.
[ii] Babam şair Süleyman Okay’ın kaçaklığımın 4.yılında illegal yollardan ilettiği mektubu. 30 yıl sonra 12 Eylül müzesinde sergilendi.
[iii] www.gorulmustur.org
[iv] Adil Okay, Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi…, Nota Bene yayınları, Ankara 2013.
[v]A.g.e.
KAYNAKÇA
Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 549, Ankara-1988, s.1003.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları, İstanbul-1986, cilt:6, s.231.
 Fevziye Abdullah Tansel, “Türk edebiyatında Mektup”, Tercüme, 1964, cilt:16, no:77-80, s.386.
 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...