Adil Okay’ın “Yolcu” adlı kitabı hakkında hapishaneden gelen bir eleştiri

Adil Okay kullanıcısının resmi
“Mülteci’de, “Sorguda yaşıyoruz. Yaşam bizi sorguluyor. Biz yaşamı... Her sorgu, güvenimizden bir parça götürüyor.” ifadesine takıldım, üzerinde düşündüm. Hayatın bizi sığmadığını düşündüğüm çok oldu, fakat sorguladığı pek aklıma gelmemişti”

Merhaba Adil Okay                                                                                     
Geçenlerde size mektup yazmıştım ancak yeniden yazma ihtiyacı hissettim. Yolcu adlı kitabınızda yer alan Mülteci adlı öykü sebep oldu buna. Dün akşam başlamıştım Yolcu’ya, oysa birkaç gün okumaya paydos edecektim. Bir arkadaş, kütüphaneden Cennetin Doğuşu’nu istemiş ve sürenin dolmasına 2 gün kala kitabı bitirmişti. Hem hacimli hem de küçük harflerle basılıydı. Yıllar önce Gazap Üzümleri’ni okumuştum. Sarıp sarmaladı, gözlerimi yorana değin okudum. Nihayet istemeden bitirebildim. Alelacele okumak pek verimli değil ama beğendiğim kitapları hızlı hızlı okumak gibi bir alışkanlığım var. İştahlı bir boğazın, lezzetli yemekler hızla mideye indirmesine benziyor bu. Hâsılı gözleri fazlası ile yordum ve birkaç gün kitaplardan uzak kalmayı düşündüm.
Ankara'dan Mustafa Çoban’ın yolladığı birkaç kitaptan biri olan Yolcu’yu yeni almıştım. Covid tedbirlerinden dolayı Eğitim Birimi’nde epey bir süre beklemişti. Göz atıp birkaç gün sonra okumaya başlayacaktım. Okudukça tad aldım ve bırakamadım. Az önce tüm öyküleri bitirdim. En çok Mülteci’yi beğendim. Yaşanmışlıkları, birebir gözlemlediklerini daha iyi yazıyor insan. Yazan ile yazılan arasında pek mesafe olmuyor. Yazı, yazarından kopuk özerkleşse bile yazarı taşıyor kendinde. Belki ürüne tadını katan da bu yoğunluğun düzeyi oluyor.
Mülteci’de, “Sorguda yaşıyoruz. Yaşam bizi sorguluyor. Biz yaşamı... Her sorgu, güvenimizden bir parça götürüyor.” ifadesine  takıldım, üzerinde düşündüm. Hayatın bizi sığmadığını düşündüğüm çok oldu, fakat sorguladığı pek aklıma gelmemişti. Hani sorgulayan taraf  biz oluyorduk, hayatı edilgenlik çizgisinde konumlandırarak. Sokrat “Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez” demişti yüzyıllar öncesinden. Sınanmak ile sorgulanmak arasındaki bağı hiç kurcalamamıştım. İlgimi çekti, başımı yastığa koyduğumda düşünüp durdum. Sonra Hasret Gültekin'in kadife sesi yankılandı kulaklarımda “Yolda kalan da bir dostum, yürüyen de bir / Savrulup gidiyor ömür dediğin” Tatlı bir hüzün eşliğinde uykuya dalmışım.
 Mülteci’de şunu sordum, “Neden ak ya da kara?” uçtan uca savrulmak zorunda mı insan? Ya devrimci ya da burjuva mı olmak gerekiyor? İdeal uğruna hayatını ortaya koyarken, topyekûn bireyleşmeye mi savurulmalı? Kendisi ile tamamen yabancılaşmak çoğu kez kaçınılması bir tabiat kanunuymuş gibi yaşanıyor. Kendini değiştirenler ile koşulların değiştirdikleri arasında ciddi bir fark olduğuna inanıyorum. Ütopyaların yerle yeksan olduğu bir çağda devrimcilik pek cazip gelmiyor; neyi yıkıp neyi koyacak yerine insan? Ama bu evrensel değerlere sırtını dönmeyi gerektirmiyor. Silahı bırakıp paraya tapmaya mahkûm olmaktansa neden daha makul, humaniter, vicdanlı, dostluklarla anlamlanan bir yaşam sahibi olunmasın ki?
Başkalarının acılarına yüz çevirmek, belki de bir vakitler bize dair başkalarının üç maymunu oynamalarına duyulan öfkeden kaynağını alıyor. Kastım illa feda etme anlamı taşımıyor, kendi olmaktan bahsediyorum. Misal Öyküdeki Yüksel ile Şükrü'nün ilişkisi, Yüksel olgunlaşıyor, kendisi oluyor, ya Şükrü? Şükrüler o kadar çok ki? Yüzeysel, zayıf, kendi olamamış, bilinci ve vicdanı gelişmemiş, sadece grubuyla ayakta kalabilen… Kendisi gibi olmayanı tez elden aforoz eden, kolayından yaftalayan… Saymakla bitmez Şükrü tiplemesinin özellikleri. En çok yaygarayı Şükrü’yü kalabalığından al çıkar, denizden çıkmış balığa döner. Belki de güruhlaşmanın öteki adı. İşin ilginci fanatik, en çok karşıtına dönüşmeye müsait tipleme oluyor.
Her neyse kapıldım gidiyorum. Mizahçı olmaya çalışan biri olarak, tatlı bir hüzün veren eserleri okumayı seviyorum. Öyküler bu tadı verdi. Elinize yüreğinize sağlık. “Edebiyat insana yaralarını göstermeli” diyordu bir edebiyatçı. İnsan olmaya galiba bir çağrı bu. Ahmet Bilge ile öyküler üzerine sohbet ettik bu sabah. Mustafa Çoban ikimize de dörder kitap yollamıştı aynılarından. Sizin Yirmibeşinci Saat’i de yollamış. İmkan varsa ben ve Ahmet adına teşekkürlerimizi iletirseniz seviniriz.
 Yine bir roman çalışmamı değerlendirip değerlendirmeyeceğinizi sormuştum bir önceki mektupta. Aslında çok yoğun olduğunuz aklımdaydı. Hasan Şahingöz arkadaş öyle önermişti ve ona yoğun olacağınızı yazmıştım. Uğraştırmayayım sizi. Zaten el yazısı ve benim yazının okunaksızlığı ortada.
 Sorgulayan hayatı sorgulayarak yaşamak dileğiyle ve de bir gün yüz yüze tanışma dileğiyle selam ve sevgilerimi sunuyorum.
Serdar Koç      3.07.2020
E Tipi Cezaevi Elbistan/Kahramanmaraş

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...