Palamarkalı Kadınlar

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
Tam tamına dokuz aylık hamileydi, akşam sancısı tutmuş, aldırmamıştı. Alışıktı acılarını içinde yaşamaya, canına düşman gibi.

Kadın cahil, gariban bir köylüydü. On iki kişilik bir aileye gelin geldiğinde daha on dörttü yaşı, komşu köyden gelin gelmişti. Kocası ondan bir yaş büyüktü, köyün diğer erkekleri gibi, neredeyse tüm zamanını köy kahvesinde pişpirik, oynayarak geçiren biriydi. Ailenin üçüncü geliniydi kadın. Otuz beş yaşında altıncı çocuğuna hamileydi.
Her yıl temmuz sonlarında, hasat zamanı güneşin en acımasız haliyle kavurduğu, buğdaylar kadınlar tarafından ellerine taktıkları palamarkaların (ahşaptan, oyarak yapılmış hasat toplamaya yarayan, ele eldiven gibi takılan alet) yardımıyla, orak ve kavramalarla biçilirdi.
O sabah, kadın ailenin diğer kadınları gibi tarlada çalışmak için erkenden köyün dışında bulunan buğday tarlasına gitmek üzere hazırlandı. Yüzünü yıkadı, başına yaşmağını bağladı, üzerine (köy kadınlarının, yerel giysilerinden olan, kara çarşafları vardı. Beli lastikli etek üzerine kapak dedikleri pelerini andıran bir örtü başlarını kapatırdı, boyun altından bağlanan) kapağını taktı, ağı yerlere kadar uzanan şalvarının üzerine kara çarşaf eteğini giydi. Mutfakta asılı duran, ekmek torbasından eline aldığı bir dilim kuru ekmeği avucunun içine sıkıştırıp ucundan ısıra ısıra yemeğe çalıştı. Bir yandan da sundurmadaki bir yığın ayakkabının içinden kendi lastik ayakkabısını giymeye çalıştı. Telaşla, tarlaya yürüyerek giden diğer kadınlara yetişti. Hamileliğinden dolayı topallayarak zor yürüyordu.
Kolay değildi, yavrusu ondan ayrılmaya hazırlanıyordu, geceden beri gelen sancılar içini kıyıyor, kadın yine de gıkını çıkarmıyordu. Ne var ki kadının dizlerinde kollarında derman kalmamıştı. O gün zorlu geçti, öğlen mola verildiğinde hiç keyfi yoktu, iştahı da... Yemek dahi yiyemedi... İki canlı bedeni yorgundu, içini kıyan acı daha sık ve her seferinde daha da kıyıcı olarak üsteliyordu.
Kadın, kendini toprağın üzerine bıraktı. Oturduğu yerde ezgin, bitkin yığıla kaldı. Kıvrıldı toprağa, kolunu başının altına yastık yaptı. Gün boyu güneşin altında yanan başına gölge etti yaşmağını. “Gökyüzüne baktı, parça parça bulutlar dağınık öbekler şeklindeydi. Biri gelse, şemsiye gibi gölgesi düşse, yorgun bedeni dinlense, yanan başı serinleseydi biraz” diye içinden geçirdi.
Öğlen mola bitince tüm diğer kadınlarla birlikte sağ ellerine oraklarını alarak, sol ellerine palamarkalarını takıp, sıraya dizildiler. Boyu kısaydı kadının, buğdaylar neredeyse beline kadar geliyordu. Karnı burnunda, eğilip palamarkasıyla ileri hamle edip bir kucak buğdayı kavrayarak, sağ kolunu savurup orağıyla buğday başaklarını kucağına devirdi. İki koluyla sararak buğday demetini sol yanına bıraktı. Gün boyu diğer kadınlarla birlikte devam etti tarlanın bir ucundan diğer ucuna gidip gelmeleri.
Arada bir belini doğrultup güneşin konumunu kontrol ediyordu. Akşamın çabuk olmasını diliyordu, çok ama çok zorlu bir gündü. Sancıları kısa aralıklarla yokladıkça gün daha da uzuyor gibi geliyordu ona. Tarlanın biçilmesi bitse de yarına kalmasa diye biraz daha gayretli çalışıyorlardı.
Bir ıslaklık duydu kadın, şalvarının ağı ıpıslaktı, adım attıkça bacaklarına dolanıyordu. Doğumun başladığı belliydi, suyu gelmişti.
Yanında duran eltisine:
“Doğuruyorum galiba, eve gitmeliyim!”
Eltisi, palamarkalı elini sallayarak:
“Gitme yol uzun burada kal, biz sana yardım ederiz,
bebeğin göbek bağını orakla keseriz...” Kadın:
“Hayır burada olmaz eve gitmeliyim, giderken ebeye uğrar onu da alır giderim.”
Kadın, tarlanın komşu sınırına bıraktığı çarşaflarını giydi ve yola koyuldu. Arada gelen sancıyla kıvranıp inledi yol boyunca. Karşılaştığı insanların durumunu anlamasını istemedi. Sokakların boş olduğu yerlerde kasıklarına kadar inmiş göbeğini elleriyle destekleyip yukarı çekti kendini. Ebenin evine varıp kapısını çaldığında:
“Şükür ebe evdeymiş!” dedi.
Kadın:
“Buğday biçiyorduk suyum geldi, eve gidiyorum bebek
geliyor hemen gelmelisin!” Ebe:
“Tamam, sen git ben çarşafımı alıp geliyorum!”
Kadın ıstırap içinde evine vardı, sundurmalı evlerinin yatak odasının eşiğinden adımını içeri atar atmaz, engelleyemediği bir ıkınma geldi. Yere oturup bacaklarını uzattı. Gür bir kanamayla rahminden yeni yoğrulmuş sıcak, hamur yumuşaklığında yumru yumru bir insan kafası geldi ellerine. Yavruyu kendi gövdesine bağlayan kordonu kesmek için ebeyi beklerken el yordamıyla, güvenli bir şekilde tutup göğsüne bastı yavrusunu. Biraz acısı dinince başından yaşmağını söküp kanlar içinde göğsüne bastığı yavrusunun üzerine örttü. Yavrunun sesi duyuldu cıyak cıyak, aldığı nefesin şaşkınlığıyla ciğerlerini açmaya çalışan yavrusunun yüzünü görmek istedi. Onu kucağına alır koklarken gözlerinden yaşlar damladı. İçi boşalmış, hafiflemiş çektiği sıkıntının sonunda mucizesi gerçekleşmişti.
Bebeğin pamuk tenini, yağ tabakası kaplı omuzlarına kadar inen simsiyah kömür karası saçları, minicik düğme burnu, dağ çileği dudakları, karamuk gözleri vardır, yumuk yumuk elleri.
Birden kapı ebenin telaşlı girişiyle açıldı.
“O ooo sen kendi işini kendin görmüşsün!” diyerek takıldı ebe, gecikmiş olmanın verdiği mahcubiyetle.
Kadın:
“Sabırsız işte ebesini bekleyemedi!” dedi, yorgun sesiyle iniltili bir halde.
Ebe, hemen bebeğin göbek kordonunu keseceği makası steril olduğunu düşündüğü çantasından çıkardı ve kestikten sonra yavrunun göbeğini iple düğümleyerek bağlayarak tekrar kadına verdi yavruyu. Sonra dönüp yan odaya geçişi sağlayan minik tahta kapıdan eğilerek geçti. Burası mutfak olarak kullanılan tabanı hasır kaplı, duvarları toprak sıvalı, üstüne kireç boyalı odada duvarın içine oyulmuş bulunan ocak vardır. Ocağın tavanından kancası olan uzun bir zincir sarkıyordu. Hemen altında da saç ayağı. Saç ayağını yana çekti. Tavandan sarkan zincirin ucundaki kancaya dışı kalaylı su dolu bakırı taktı. Çalı çırpı, dal parçaları yığarak ateşi yaktı. Su yeterince ısındığında bakır leğenin içini doldurdu ve başını yukarıda tuttuğu bedenini koluna yatırdığı yavruyu yıkadı. Daha sonra, kadının yerini gösterdiği yerden bez, zıbın, kundak bezi alarak bebeğin kollarını da içte kalacak şekilde çivi gibi kundak yaptı.
Sadece başı açıktadır mum gibi olmuştur yavru.
Ebe, yavruyu iki koluyla kavramış halde zorlu bir savaştan çıkmış, zafer kazanmanın gururuyla yerde serili bulunan döşeğin üzerine uzanmış üstüne yüzü çiçekli basma kaplı yorganı çekmiş lohusa yatağındaki kadına verdi.
“Aman ha sakın! Üç ezan geçmeden emzirme, sonra yavrun sabırsız olur...” diye tembihledi.
Mecali olmayan kadın gülümseyerek ancak başını sallayabildi.
“Daha ne kadar sabırsız olabilirdi ki; neredeyse buğday tarlasında palamarkalı kadınların ellerine doğacaktı, göbek bağı orakla kesilecekti” Dedi. Yavrusunu koynuna aldı; sarıldı, kokladı, kokladı.

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...