MAYMUN DÜĞÜNÜ

Muzaffer Oruçoğlu kullanıcısının resmi
Güneş sis tülünü dalgalandırdı, eski fabrika bacalarının arasında bakırımsı, mor ışıltılarla gülümsedi mahya kandili gibi. Papağanlar, galahlar, rozellalar, alakargalarla şenlendi metruk fabrika arazisi, çiğ damlaları, salyangoz izleri...

Üç kişi geldi acının kanadığı noktaya. Bahçeye çıkardı tabutları. Yanakları torbalanmış, tombul toraman olanı, tabutlara kapaklanıp ağlamaya başlayınca, serçeler sustu. Öğretmen olanı, gece boyu adamın gözyaşlarını dinlediği için hüngürtüden uzaklaştı, komşunun bahçe çitine doğru yaklaştı; yumurtalarını tirsi balığı gibi tatlı sulara bırakan, yakışıklı erkeklerin sevgilisi Teresa’nın kamelyalarını ve büyük bronz harflerle yaptığı, tek cümleden oluşan heykelini izlemeye koyuldu. Cümleyi çözdü: “Derin yapıtlar, insanların aklıyla değil, asırların aklıyla anlaşılır.” Gülümsedi. Biraz daha yükseldi güneş. Üç kişi çoğaldı, kendini saat gibi kurup, saat gibi çalıştıran, çalışma hırsının ve yorgunluğunun dışında hiçbir şeyi duyumsamayan mırıltılı bir kalabalığa, Çorumlu, Yozgatlı, Sarızlı suratlara, çalçenelere, yorumlara, dedikodulara dönüştü.

“Yangın nasıl çıktı? Bu adam, sütü safranlı o lağar karıyla beraber iki işte niye çalıştı? İki küçük sebi, tek başına evde bırakılır mı?”
“Bu şehir bizi mahvetti, keşke gelmeseydim Sidney’den.” 
“Neymiş, çalışıp Adana’daki kardeşine para gönderecek. Kardeşi de adam olsa bari; ana rahmindeki toğdaç yavruya faizle para veren bir herif.”
“Bu zavallı da kardeşinin eğri yolunda düz yürümek istedi ama olan çocuklara oldu.”
“Çok çalıştı. Namusuyla çalıştı.”
“Çalıştı da ne oldu, mevtasına kefen biçti.”
“Hüdanın hikmeti, ne desek boş. Ali Cengiz’den beri bu böyledir, acı çeker insan. Yaş, gözün sermayesidir.”
“Canımdan azizrek severdim, ama şimdi düştü gözümden.”
“Sen düştü gözümden diyorsun da ben ciğer diliyle çok anlattım, çok insanın hayatını hikayet ediverdim, anlasın ibret alsın diye, dinletemedim.”
“Yau böyle konuşup adamı töhmet altında bırakmayın; doğru değil, herkes iki işte çalışıyor.”
“Doğru, herkes çalışıyor. Ben de iki işte çalışıyorum ama, biri part-time, ihmal etmiyorum çocuklarımı. Herkes çalışıyor.”
“Herkes demeyin. Karslı Lalloş Ali çalışıyor mu? Melbourne’ye ayak bastığından bu yana çalışmıyor. Sof avare. Bizden de iyi yaşıyor. İşsizlik ödeneğinden otlanıyor. Devletin bizden kestiği vergileri yiyor.”
“Boş ver o tahıl bitini, sen ne yaptın, onu anlat, işe girdin mi?”

Deminden beri laf curcunası ve tozuntu içinde tilki gibi gezinip duran ve tüm mırıltıları, acının tabut içine itilmiş bilinciyle izleyen Lalloş Ali,“Susun kardeşim,” diye homurdandı. “Maymun düğününe çevirdiniz matem yerini.”

Maymun düğünü sustu. Paslanmış silindirlerin, döner millerin, çatal pimlerin, zımpara taşlarının, kama başlarının, helezonlu konveyerlerin, lastiklerin, giyotin kapılarının, çalkantı kazanlarının, freze bıçaklarının, patlama dolaplarının ve paletlerin üst üste yığıldığı eski sanayi çöplüğünü mesken eden sokak çocukları birbirlerine girdi. Kargalar, çocukların kırıntılarından umut kesip, maymun düğününün çevresindeki okaliptüs ağaçlarıyla arokarya çamlarına tünediler. Yaşlı ve avazı hazin olan, tabutları, kalabalığı ve evi saran Cebel-i Arafat havasını büyük bir merakla süzdü, duygularını duyurmak istercesine öttü acı acı.

Elinde, deve tabanına benzer, içi şarap dolu bir şarap sağrağı vardı Lalloş’un. Kalabalığın içinde şarabını lambırdatmadan dolaşıyor, arada bir duruyor, nar armudunu andıran iri, kel kıdırık kellesini iki yana sallıyor, iki işte çalışan kalabalığa içinden ana avrat düz giderek sağrağından bir yudum alıyor, karnındaki galiz yelleri, yer zaman hesabı yapmadan sessizce salıverip rahatlıyordu. Cemaat, mayasılını ikide bir kaşıyıp duran bu müleviş gözlü, tıknaz, adamdan çekiniyordu. Yediden yetmişe kadar, herkes artık onun dikine yaşadığını, dinlemediğini, dinlese bile anlamadığını biliyordu. “Kalbinin

atışlarını yavaşlatan parasempatik sinir sistemin çok zayıf, güzel kadınlardan uzak dur, ölürsün,” diye uyaran doktor Himmet gibi bir otoriteyi bile dinlememiş, kot pantolonunun arkasını yırtarak sokakta yürüyen, yeşil saçlı, döğmeli bir Maori kadına kirizlenmekten dolayı altı ay içerde kalmış, nevraljik ağrılar içinde daha yeni çıkmıştı.
Cemaat, İmam’ı beklerken , yanan çocukların fenalık geçirip hastanelik olan anası ve teyzelerini buldu karşısında birden. Kadınlar, çocukların karalar giyinmiş ve söğüt yaprağı gibi incelmiş anasını kalabalığın içinden geçirerek tabutlara doğru götürdüler. Kadın güçlükle ayakta duruyordu; tenine titreme girmiş, bakışları çarpılmış, dudakları acıdan çorap koncunun ağzı gibi büzülüp, yanık, alevriz renklerle şişmişti.

Cemaat, homurdanarak bir saat bekledi İmam’ı . İş saati gelenler gitti. Tabutların çevresinde, harfleri felce uğramış cılız bir uğultu kaldı. Ve çok geçmedi, motor trafiğinin uğultuyu yuttuğu yerde İmam’ın oğlu göründü. Cemaat, iki işte, Ford ve General Motor’da çalışan delikanlının, güreşçi kisvetini andıran, deriden dikilme bir tulumla, su sığırı gibi yürüyerek gelmesini matem havasına sığdıramadı. Homurtu yükseldi. Delikanlı, babasının part-time bir iş bulduğunu, gelemeyeceğini, yerine kendisini gönderdiğini söyleyince, yanan çocukların babası,

“Hiç değilse, kıyafetini değiştirip gelseydin, bu kıyafetle cenaze kaldırılır mı!” diye bağırdı.

Karslı Lalloş Ali, oğlanı kolundan tutup eve soktu. Kendi elbiselerini oğlana giydirdi, oğlanın tulumunu da kendisi giydi. Evden çıktıklarında tüm bakışlar ve yorumlar, oğlanın değil, Lalloş’un üzerinde yoğunlaştı.

“Hayatında elini sıcak sudan soğuk suya vurmamış. Cemaatın murdarı. Tulumu bugün niye giydi?”
“Olacak iş değil, gece gündüz çalış, çalıştığından devlet vergi kessin, onu da işsizlik ödeneği adıyla Lalloş yesin.”
“Orası neyse de bu adamın işçi tulumu giyip aramızda tümen beyi gibi dik dik gezinmesi yok mu... Adam değil.”
“Çalışsa, adam olur.”
“Yahu vazgeçin bu lakırdılardan, itin kuyruğunu kalıba koyarak düzeltemezsiniz.”
“Her hacetini Mevla’sından isteyen böyle bir adamın tulum giymesi , kim bilir belki de hayra alamettir.”
“Amaaaan, tulum giyse de dana danadır.”

Bilinç ve duygu biçimleri ve mırıldanışlar artınca, yaşamını paylaşabilecek bütün nesneler silindi, kendini kendi sınır çizgisine sürülmüş, o çizgide silinmiş olarak duyumsamaya başladı Lalloş. İçini saran nevropat çatlakların kesiştiği noktada durdu, tutkunun her duyguya, zehirli bir yılan gibi çöreklendiğini sezinledi. Kendi varlığını, kendisine güçlü bir şekilde hissettiren yerlerde fazla duramadığı için, “Susun!” diye bağırdı. “Maymun düğününe çevirdiniz matem yerini.”

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...