Ben Denizde Bir Gemi, Dalgalar Vurur Beni/ Hacer Şirin

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
Yaz akşamının hafif serinliğini içeri almak için açık bırakılan pencereler, içeride yaşanan iç yalnızlıklarını dışarı yansıtıyordu insanların.

 
Adına “Dilsiz Ayşe” diyorlardı kimseyle konuşmadığı için. O gözleriyle konuşuyordu ama kimse onu anlamıyordu.
Oysa Ayşe bülbül gibi şakıyan, gülünce yanaklarında güller açan birisiydi eskiden.
Ablası üç çocuğunu geride bırakarak ölünce, çocuklara en iyi teyzeleri bakar diyerek, ablasının kocasıyla evlendirmişlerdi henüz on yedi yaşındayken. Ve o evlendiği gün konuşmayı bırakmıştı.
Ablası mezara giderken Ayşe'nin tüm umutlarını, hayallerini, gülüşünü ve sesini alıp gitmişti. Ayşe yaşayan ölü olmuştu.
Enişte dediği, abisi gibi gördüğü adam, kocası olmuştu.
Ablası ölmeden önce, yeğenlerini çok seviyordu Ayşe. Biliyordu, çocukların suçu yoktu. Ama artık onları sevemiyordu; babalarıyla evlendirilmesinin tek nedeni onları görüyordu. Büyük yeğeni kendisinden sadece iki yaş küçüktü ve babalarıyla evlenmeden önce çok iyi arkadaştılar teyze yeğen olarak. Okuyup öğretmen olmuş, başka şehre taşınmıştı. İki oğlan ise evdeydiler.
Ayşe akşam yemeğinden sonra, bulaşıkları yıkamak için mutfağa gittiğinde, açık olan pencereden sadece akşam serinliği değil, tüm evi dolduran bir ses geliyordu karşı evin açık penceresinden. "Ben denizde bir gemi, dalgalar vurur beni / ben ağaçta bir yaprak, rüzgâr savurur beni." Ses öyle içten geliyordu ki, Ayşe elindeki tabağı kenara bırakıp, karşı evin penceresine döndü yüzünü. Karşıdaki boş daireye taşınan yeni komşudan geliyordu. Ses ve saz, ahenk içinde Ayşe'nin yüreğine iniyordu.
Ayşe gözlerini yummuş, duyulmayan çığlığıyla eşlik ediyordu: Ben denizde bir gemi, dalgalar vurur beni / ben ağaçta bir yaprak, rüzgâr savurur beni." Ayşe'nin yumduğu göz kapaklarının arasından, inci taneleri döküldü yanaklarına.
Evde kimse olmadığı zaman, Ayşe'nin evdeki tek yeri mutfaktı. Tülün arkasından karşı evi gözlüyordu. Üç ay olmuştu yeni komşu taşınalı ama evde hiç kadın görmemişti. Aklından onun bekâr olduğunu düşündü. Adam sabahları evden bakkala kadar gidip geliyor, sonra hiç dışarı çıkmıyordu. Ve her gün aynı saatte sazını çalıyor, türküsünü söylüyordu. Türküler sanki Ayşe için söyleniyor, Ayşe türkülerde kendini buluyordu. Ama en çok da ilk duyduğu o türkü, içini acıtıyordu. “Ben denizde bir gemi, dalgalar vurur beni; ben ağaçta bir yaprak, rüzgâr savurur beni." Ve sanki komşu bunu biliyormuş gibi, her gün daha bir güzel söylüyordu bu türküyü.
Ayşe kaçamak gözlerle izlediği komşusunu yakından görmek istiyordu. Onun sabah bakkala gitmek için evden çıktığı bir gün, o da evden çıktı ve aynı bakkala gitti. İçinde yenemediği bir duygu vardı. Göz göze geldiler. Yanaklarının kızardığını hissetti ve hiçbir şey almadan çıktı bakkaldan.
Ve bir gün karşı evden gelen türküler sustu. Komşular aralarında konuşuyorlardı: "Ay kız duydun mu, alt kattaki daireyi satın alan adamı polis götürmüş."
Ayşe ablasına kızdığı gibi kızdı polislere. Ablası tüm umutlarını, hayallerini, gülüşünü ve sesini alıp gitmişti mezara. Şimdi ise polisler, içinde tarifi imkânsız duygularını, türkülerini alıp gitmişlerdi.
Ayşe gün boyu içindeki çığlığa katık etti o türküyü. “Ben denizde bir gemi, dalgalar vurur beni / ben ağaçta bir yaprak rüzgâr savurur beni.”
Koskoca bir altı ay geçmişti aradan. Akşam yeni kararmış, evlerin ışıkları tek tek yanmaya başlamıştı. Ayşe yemekten sonra çay doldurmak için mutfağa gittiğinde, pencereler kapalıydı ama dışarıdan müziğin sesi geliyordu. Ben denizde bir gemi...
Ayşe elinden bardağı düşürdü. Pencerenin perdesini açtığında nefesi kesildi. Karşı evin ışığı yanıyordu.
Yine her gün tülün arkasından karşı evi gözetlemeye başladı. Yine bir gün dayanamayıp, onun evden bakkala çıktığı saatte o da evden çıktı. Ve yine göz göze geldiler. Hatta hafif gülümsedi adam. İçi titredi Ayşe'nin.
Adam kimdi, ne iş yapardı, polisler niye götürmüştü, altı ay hapiste miydi, in miydi cin miydi bilmiyordu Ayşe. Ama içinde tarifi imkânsız duygular vardı, tülün arkasından izlemeye, o içten gelen türküleri dinlemeye alışmıştı. O sesin sahibi, o türküleri öylesine içten söyleyen birisi kötü olamazdı onun için.
Kapının zili çaldı. Kapıyı açtığında nefesi tutuldu. Adam elindeki mutfak bezini uzatıp, "Sizin olmalı bu; mutfak pencerenizden düşerken gördüm." Ayşe uzanıp mutfak bezini aldı. Yıllardır hiç sesi çıkmadığı için, teşekkür etmeyi bile düşünemedi. Gözlerinin içine baktı sadece.
 
Sokaktan seyyar satıcı geçiyordu. Ayşe elinde sepetle çıktı dışarıya. Başka komşular da geldiler ellerinde sepetleriyle. Ayşe onun geldiğini görmemişti. Satıcıya domatesleri gösterip, parmaklarıyla iki kilo işaret etti. Domatesleri alıp arkasını döndüğünde, onunla göz göze geldi. Bakışları sıcacıktı.
Ertesi gün kendisine engel olamadı ve yine onun evden çıktığı saate göre, onun dönüşünde karşı karşıya gelebilecek şekilde çıktı evden. Adam bir gün önce domates alırken onun dilsiz olduğunu düşünmüş olmalı ki, işaret diliyle “merhaba” dedi.
Ayşe ertesi gün bir kâğıda: "Ben dilsiz değilim." diye yazdı ve o bakkala gittiğinde, koşarak onun açık olan penceresinden içeri attı kâğıdı kimse görmeden.
İki gün sonra yine karşı karşıya geldiklerinde, adam onun duyabileceği şekilde: "Yarın bu vakitler Bostancı'da sahilde olacağım." dedi ve hızla yürüyüp gitti.
Ayşe bütün gece uyumadan düşündü: "Gitmeli miyim?"
Ertesi gün adamın dediği saatte Bostancı'da olacak şekilde çıktı evden. Yolda paniğe kapıldı; adama dilsiz değilim diye yazmıştı ama, yıllardır hiç konuşmadığı için, sesinin varlığından bile habersizdi. Kendisiyle konuşmaya bile korkuyordu. Ya sesim çok çirkinse...
Sahile indiğinde uzaktan gördü onu. Yaklaştıkça kalbi daha hızlı atıyordu. Adam da onu görmüş, ona doğru yürümeye başlamıştı.
"Merhaba. Hoş geldiniz. Benim adım Ata."
Ayşe elini uzattı, merhaba diyemedi. Bir banka oturdular yan yana.
"Neden konuşmuyorsunuz?"
 Ayşe kâğıt kalem çıkardı: "Ben dilsiz değilim. Ama, on yıldır hiç konuşmadığım için, konuşmaktan korkuyorum. Sesimin çok kötü olacağından korkuyorum. Ben on yıldır kendimle bile konuşmadım!" diye yazdı.
 Adam şaşkın şaşkın baktı: "Neden konuşmadınız? Hasta mı oldunuz?"
Ayşe yine yazdı. "Hayır.”
“Öyleyse neden konuşmuyorsunuz?”
 “Sesimden korkuyorum. Ya çok kötüyse diye.”
Adam yerinden kalktı. “Gelin benimle,” dedi.
İnsanlardan uzaklaşana kadar yürüdüler konuşmadan.
“Bakın burada kimse sizin sesinizi duymaz. Çok kısa bir kelime söyleyin önce. Mesela, ‘Ata’ deyin.” Ayşe tedirgin bakıyordu adamın yüzüne. Ve birden ağlamaya başladı. Ön yıldır içten ağladığı için, ağlarken bile kendi sesini kendisi bile duymamıştı.  Önce ağlayan sesini duydu. Az çıkıyordu sesi. Ve sonra, zor duyulur bir sesle “Ata” dedi.
“Siz çok konuşmalısınız. Konuşmalısınız ki hem sesiniz hem yüreğiniz açılsın ve sizinle barışsınlar. Bana güven duyup buraya kadar geldiğiniz için çok teşekkür ederim. Adınızı söyleyecek misiniz?” “Ayşe”
“Ayşe. Ayşe, ben senin beni tülün arkasından gözetlediğini biliyorum. Utanma. İnsan duygularını kendisine saklarsa o duygular onun kurdu olur, kemirir. Ben senin bir hikâyen olduğuna inanıyorum. Hepimizin hikâyesi var. Kimimizin hikâyesi çok daha ilginçtir elbette. Benim de bir hikâyem var. Ben ailemin tek çocuğuyum. Bankada memur olarak çalışıyordum. Solcuyum ben. Bir örgüte sempati duyuyordum. Sağcı görüşe sahip olan babam, biraz da bana gözdağı vermek için polise adımı verdi. Onun yüzünden kaç kez hapse girdim çıktım, kaç kez dayak yedim. Babam zengindi. Ben hapisteyken öldüğünü haber verdiler. Şimdi iş bulup çalışamıyorum bile damgalı olduğum için. Ama bu halime sebep olan babamın parasını yiyorum. Kısaca benim hikâyem bu. Siz de hikâyenizi anlatırsanız dinlerim.”
Ayşe uzaklara baktı. Hikâyesi bile yarım kalmıştı on yedisinde. “Benim hikâyem on yedi yaşımda noktalandı. Büyük ablam ölünce üç çocuğu yetim kaldı. Büyük kızı benden iki yaş küçüktü. Çocuklara en iyi teyzeleri bakar deyip, beni enişteme verdiler. On yedi yaşımda bütün umutlarımı, hayallerimi, gülüşümü ve sesimi ablam mezara götürdü. Benim hikâyem de bu. Ve bir gün sizin sesinizi duydum; yani türkünüzü. “Ben denizde bir gemi, dalgalar vurur beni…” Çok sevdim o türkünüzü. Size eşlik ettim içimdeki çığlıkla. O türküyü bu akşam iki kere söyleyin lütfen.
Ata içinde bir acı hissetti duydukları karşısında. Sustu önce. Sonra sanki boğazına bir şey takılmış gibi temizledi. “Çok üzüldüm hikâyenize!” dedi. “Hayat herkese eşit davranmıyor ne yazık ki. Bakın artık konuşmaya başladınız. Kendiniz için neyin iyi olacağına inanıyorsanız, onu yapın. Bugün evde konuşacak mısınız?”
“Hayır. O evde kimse benim sesimi duymayı hak etmiyor.”
 
Ata ve Ayşe çok iyi anlaşıyorlardı. Ve artık bir karar vermeleri gerekiyordu.
Ayşe akşam yemeğinden sonra kocasının karşısına geçti.
“Seninle önemli bir konu hakkında konuşmak istiyorum.” dediğinde, yıllardır karısının sesini duymadığı için şaşkına döndü adam.
“Sen konuşuyorsun artık. İyileştin demek. Çok sevindim.”
“Ben hasta değildim ki. Annem, babam ve sen, benim sesimi ablamın mezarına gömdünüz. Yalnız sesimi değil, umutlarımı, hayallerimi ve gülüşümü, hatta ruhumu bile ablamın mezarına gömdünüz.” “Ablanın ömrü o kadarmış.”
 “Ablamın ömrünün o kadar olmasında benim günahım neydi?”
 “Bunları neden konuşuyoruz şimdi onu anlamadım. Yıllardır çalışıp çabaladım, her ihtiyacını karşıladım. Benden sesini bile sakladın. Şimdi neyin hesabını soruyorsun benden?”
“Hesap sormuyorum. Ben senden ayrılmak istiyorum. Çocuklarına bakayım diye verdiler beni sana. Büyüdü artık çocukların. Ve benim görevim bitti.”
 “Sesin gelmiş ama, aklın gitmiş. Bu evden ancak ölün çıkar.”
“Ben zaten ölüydüm. Şimdi yaşamak istiyorum.”
Ayşe ağlamaya başlamıştı. Yıllardır içinde biriktirdiği ne varsa söylemek, yükünden kurtulmak istiyordu.
“On yedi yaşındaydım beni sana verdiklerinde. Ve şimdi yirmi yedi yaşındayım. Sen ise 70 oldun. Gönlüme zincir vurdunuz. Gençliğimi yaşatmadınız. On yıldır içime zehir akıyor benim. Ve ben aşığım anlıyor musun? Bırak beni. Yaşayamadığım, yaşamama izin vermediğiniz bir nebze mutluluğu yaşayayım. Elini vicdanına koy ve bırak beni!”
Ayşe bunları bir çırpıda söyledikten sonra mutfağa gitti, pencereyi açtı. Ata onun için türkü söylüyordu. “Ben denizde bir gemi, dalgalar vurur beni / ben ağaçta bir yaprak, rüzgâr savurur beni.” Ayşe ilk defa sesli eşlik ediyordu türküye. Sırtında çok büyük bir acı duydu. Ne olduğunu anlayamadı önce. Arkasına döndüğünde, kocasının yukarı kalkmış elinde parlayan bıçağı gördü. Çığlığına gece kuşları eşlik etti; sokaktaki tüm evlerin camları titredi, Ata'nın elinde sazın teli koptu; çığlık gelip Ata'nın çığlığına karıştı. Göğsüne inip kalkan bıçağın parıltısı, sokak lambasını gölgede bıraktı. Kocası bıçağı atıp, sokağa fırladı kırmızıya boyanmış pijamasıyla. Onu gören sokak köpekleri kaçıştılar.
Ayşe kan kokan son nefesini harcıyordu. Ben de niz de bir ge mi, dal ga...
Hacer ŞİRİN

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...