Türkiye’de faşizm ile kültür sanat ilişkisi...

Adil Okay kullanıcısının resmi
"Egemenlerin siyaseti, kültür politikası copuyla, hapishanesiyle, yandaş medyasıyla, Kültür Bakanlığı’yla, sansür kuruluyla, sermaye piyasasıyla, iktidar yanlısı STK’larıyla, linç sürüleriyle bir heyula gibi sanatın ve sanatçının üzerindedir. Biz istediğimiz kadar “siyaset”in dışındayız diyelim, bunun inandırıcılığı olmaz..." Adil Okay

 
 
FAŞİZM VE KÜLTÜR… *
 
Konumuz gündemimizden düşmeyen, sık sık kapımıza dayanan, uykularımızı kaçıran, sabaha doğru evleri basılan arkadaşlarımızı meçhule götüren “faşizm” ve hayatın her alanında karşılaştığımız, günlük sohbetlerden, yazdığımız makalelere kadar sık sık sorguladığımız “Kültür”. İkisi bir arada olur mu? Olur elbette. Sadece “sol kültür” yok ki dünyada. Sağın da kültürü var. Marksist Estetik olduğu gibi Faşizmin de estetiği var.  Dimirtof’un ünlü ve pek bilinen tanımıyla “Finans kapitalin en gerici, şövenist, ırkçı, milliyetçi öğelerinin açık terörist diktatörlüğü” olan faşizmin, faşist iktidarların, kişilerin de “kültürü” ve “kültür çalışmaları” var.
 
Malum bizim ülkemizde mali sermaye sıkıştığı anda devleti darbeye (faşizme) çağırır. Eskiden tankla topla açık darbe yapılır ve TRT’de okunan bir bildiriyle faşizm ilan edilirdi. Sonra tutuklamalar, işkenceler, karartmalar, kapatmalar başlardı.  1980’den sonra bu uygulama değişmiş görünüyor. 28 Şubat’a “postmodern darbe” dendi, 15 Temmuz’a da “yarım darbe”. O darbeyi de AKP, OHAL’in ilanıyla tamamladı. OHAL kalktı ama uygulamaları yasallaştı. Burjuvazi daha sinsileşti sanki. İktidarlara daha ince yöntemler salık veriyorlar. O nedenle AKP iktidarı döneminde fiziki işkence azaldı, psikolojik işkence çoğaldı deniyor. Hapishanelerden gelen feryatlara ve hız kesmeyen tutuklamalara bakarsak bu gün yaşadığımız rejime “faşizm” de diyebiliriz.
 
kültür nedir?
 
Şimdi Kültür hakkında da birkaç kelam edip “faşizm ve kültür” bağlantısını kurmaya çalışayım:  “’Kültür’ kavramı, gündelik dil, siyaset ve akademik alandaki yaygın kullanımına karşın, anlamı ve içeriği konusunda üzerinde en az uzlaşılan kavramlardan biri olagelmiştir. Grekçe “colere” (ekip biçmek) fiilinden türetilmiş olan kavram, Batı Avrupa’da dolaşıma girdiği 18. yüzyıldan bu yana (Fransız) Aydınlanmacı – Rasyonalist ve (Alman) Romantik – Özselci düşün geleneklerinin gerilimli bir alanı olmayı sürdürmüştür. Bir bakıma evrensel yönelimli ekümenik Katolik ve tikelci Protestan düşüncesi arasındaki çelişkinin seküler bir ürünü olarak değerlendirilebilecek bu gerilim, nihai temelde tüm insanların temelde aynı olduğunu, aynı yetilerle donandığını, yani insanın ‘psişik birliğini’ varsayan ilerlemeci, akılcı bir “uygarlık” fikri ile, uygarlığın kozmopolitanizmi karşısına ulusal geleneğin, maddeciliğin karşısına  manevi değerlerin, bilim ve teknolojinin karşısına sanat ve zanaatların, bireysel dehanın, kuru aklın karşısına duyguların yerleştitildiği “kültür” fikri arasında açığa çıkmaktadır. (…)Kısacası Kültür içgüdüsel ya da biyolojik- kalıtsal değil de öğrenilmiş olan hemen her davranış biçimini kapsamaktadır.” daha anlaşılır bir ifadeyle: “Anlam, değer ve öznellikler oluşturan bir dizi maddi pratiktir”[i]
 
Neyse çok kavram kargaşası yapmadan özeti bitireyim. Tabi Kültür tanımı hem muğlak hem geniş kapsamlı hem de yoruma da açıktır. Örneğin maddeci ve idealist dünya görüşleri arasında Kültür yorumu farkları vardır.
 
 
 
faşizmin kalemşorlarının kültür emperyalizmine “direnmesi” mümkün mü?
 
Antropolog Sibel Özbudun’un dediği gibi: “Küresel kapitalizmin yeryüzü kültürlerini tek bir dünya pazarı çerçevesine temellük ederek “deteritoryalize” ettiği, yani geçmişte “yerel” olarak kavranılan hiçbir şeyi artık “yerel” düzlemde çözmenin mümkün olmadığı, medya araçlarının taşıyıcısı olduğu kültür emperyalizminin tüketim(ci) standartlarını hızla tüm insan topluluklarına nüfuz ettirdiği, “katı olan her şeyin buharlaştığı” çağımızda, iktidar ilişkilerini sorgulayan, dinamik ve etkileşimsel bir kültür kavrayışına gereksinim kültüre ilişkin söylemlere damgasını vurmaktadır…”
 
Özbudun, “Kültür emperyalizmi, tek tipleşme” sorunlarını çeşitli kitaplarında derinleştirmiştir. Dikkat çekilmesi gereken nokta şudur: Faşizmin ideologları da bu kavramları işlerine geldiği gibi yorumlamışlar ve “kültür tutuculuğu”nu başka bir ifadeyle söylersem “en üstün ırk -  milliyet” gibi “en üstün kültür”ün onlara ait olduğu savını yalanlarla oluşturulan bir tarih yazımıyla / anlatımıyla halka empoze etmeye çalışmışlardır.   Ama edebiyat onların maskesini düşürmüştür. Zira sanat edebiyat her dönem kamunun vicdanı olmuş ve resmi tarihe karşı gerçek tarihin yazılımına katkı sunmuştur. Her inancın, her dilin, her kültürel birikimin eşitlik, özgürlük temelinde, birlikte korunması savını ise sosyalist kuramcılar savunmuştur.
 
Zira bazı kültürlerin kaybolması her zaman doğal evrim (mesela doğal afetler) sonucu olmamış, sömürgecilerin asimilasyon politikası sonucu gerçekleşmiştir. “Kültürel soykırım” kavramı da bu gelişmeleri ifade etmek için kullanılmıştır. Kültürel soykırım sadece ABD veya Avusturalya’da yerlilere karşı gerçekleşmemiş, dünyanın dört bir yanında egemenlerin başvurduğu bir yönetme biçimi olmuştur. Bir dönem adları imparatorluk, krallık, hilafet, padişahlık, monarşi olan bu ülkeler yönetim biçimlerini cumhuriyet ile değiştirmek zorunda kalsalar da egemen ulus, egemen din, egemen mezhepten olmayan azınlıkları yani yüzyıllardır birlikte yaşadıkları kadim halkların kültürlerini zor yoluyla tarihe gömmeye çalışmışlar ve maalesef bunda da kısmen başarılı olmuşlardır. Yaşadığımız coğrafya da bu gelişmelerde nasibini almış, Anadoludaki “mozaik” kırılmıştır.
 
Diğer yandan “sağ, muhafazakâr, İslamcı” yazarlar kültür, inanç tutuculuğu – şövenizmi yapar ve sözüm ona tek tipleşmeye, “yerel – ulusal kültürel birikimler”in aşınmasına karşı çıkarken, bu aşınmayı gerçekleştiren, hızlandıran kapitalist üretim ilişkilerine ve kültürel soykırıma karşı çıkmazlar. (Halide Edip’in tehcire – ölüme gönderilen Ermeni aydınların arkasından gözyaşı dökmesi bu gerçeği değiştirmemiştir.) Onların da en büyük paradoksu budur. Yani bizim ülkedeki siyasal İslamcı, muhafazakâr, sağcı yazarların “kültür” söylemi, erozyona uğrayan kültürel değerlerin, birikimlerin ardından feryat etmeleri, kapitalizmle derdi olmayan sol görünümlü yazarların “Sosyal adalet” söyleminden çok farklı değildir. İçi boş propagandadan ibarettir.
 
 
 
Türkiye’de faşizm ile kültür ve sanat ilişkisi
 
Faşizm ile Kültür sanat ilişkisini sorgulamadan önce, “Ben siyasetin dışındayım” diyen yazar, şair ve sanatçılar hakkında birkaç kelam etmek gerekiyor.
 
 Egemenlerin siyaseti, kültür politikası copuyla, hapishanesiyle, yandaş medyasıyla, Kültür Bakanlığı’yla, sansür kuruluyla, sermaye piyasasıyla, iktidar yanlısı STK’larıyla, linç sürüleriyle bir heyula gibi sanatın ve sanatçının üzerindedir. Biz istediğimiz kadar “siyaset”in dışındayız diyelim, bunun inandırıcılığı olmaz.
Zira kapitalist sistem artık insanlığın üretime devam edebilmesi için tek ihtiyacının ekmek ve barınmak olmadığının bilincindedir. İnsanlık bu gün sosyal gıdaya, yani sanata da ihtiyaç duymaktadır. Sanat özü gereği muhaliftir. Sanatçıların duyargaları fazlasıyla açıktır. Nesnel gerçekleri görüp gözlemleyip harmanlarlar, sonra onları ses, nota, heykel, fotoğraf, şiir, öykü, roman halinde değiştirip, dönüştürüp estetize edip sunarlar. Sermaye bu nedenle, vasıflı iş gücüne ihtiyaç duyduğu gibi, sistemin devamı için bilim insanına ve sanatçıya da gereksinim duymakta, muhalif sanatçıları da pasifize etmek için kucağına almaya çalışmaktadır. Kaldı ki her zaman zarar etmemekte, sanata ayırdığı fonu vergiden düşmekte, halkın parasıyla halka hizmet etmiş görünüp bir taşla iki kuş vurmaktadır. Bir genelev patronunun vergi rekortmeni olması gibi, bir mafya şefinin okul yaptırması, bir holding patronunun edebiyatçılara ödül dağıtması, “sanat/ kültür merkezi” açması hayır için veya sanat aşkından değildir. (Kültür Bakanlığının ve TSK’nın muhalif olmayan “yandaş” yazarların çocuk kitaplarından milyonlarca aldığı biliniyor.)
Osmanlıda büyük mülk sahiplerinin saltanatını sarsacak tüm faaliyetler yasaklanırdı. Bu uygulama bu gün de farklı biçimlerde sürmektedir. Bu gün sermaye sınıfını ve onun siyasi iktidarını rahatsız eden muhalif yazarlar, şairler, sanatçılar her daim zindan ya da sürgün tehditi altında yaşamakta, sansür ve otosansür ile cebelleşmektedirler. Aydınlar, sanatçılar cumhuriyet dönemi boyunca bazen açık bazen örtük faşist baskılardan muzdarip olmuşlardır. Zindana atılmanın, sürgünde yaşamak zorunda bırakılmanın yanı sıra faili “belli” saldırılarda hayatını kaybeden onlarca yazar, şair vardır.
 
Peki neden sermaye sınıfının desteklediği iktidarların Kültür Bakanlıkları, “kültür elçileri,” “sermayenin kültür merkezleri”, banka yayınevleri toplumcu sanatçıları –birkaç istisna dışında- yola getiremiyor. Bunun nedenini Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç kez şöyle itiraf etmiştir: “ Bu kadar destek verdiğimiz halde kültür ve sanatta istediğimiz sonuca ulaşamadık…” 
Ulaşamadılar belki ama arkalarında hasar bıraktılar. Yarattıkları korku iklimi birçok sanatçıyı suskunluğa gömdü. Belki yandaş olmadılar ama sustular. Kimisi de “ben siyasetin dışındayım…” argümanına sarıldı.
Ben de bu şair ve yazarlara “susanlar da suç ortağıdır, statükodan yanadır” diyorum ve  “nerede yazdığını söyle nasıl bir insan olduğunu söyleyeyim” diye yanıt veriyorum.
 
sponsorlarla ehlileştirmek
 
“Özel şirketlerin sponsorluğu ve kamu fonlarına bağımlı gerçekleşen sanatsal etkinlikler, şirketlerin sanata müdahil olması, hatta sanat yapıcı olması sanatçıları kendi kökeninden koparır. Sanatsal bir etkinlik olarak bienaller, festivaller ve onların sanatçıları, yenidünya düzeninde yeni ekonomik ve politik güçlerinin kültürel düzeyde hegemonyasına hizmet ediyor. Örneğin İstanbul Bienali; Türkiye’yi yöneten ve çekip çevirenlerin AB üyeliğine girmek için gerekli olan seküler ve neo-liberal standartlara uyum sağlandığının bir garantisini sergiliyor, arzuluyor… Ürkütücü olan, sanatın neo-liberalizmin propagandasını yapması değil, neo-liberalizmin inşasında rol ve işlev üstlenmesi. Bu neo-liberal küreselleşme sanat dünyasını şirket enternasyonalizmini benimseyecek şekilde dönüştürmüştür.”[ii]
 
Kaldı ki bu gelişmenin temelleri Marshall planı ile atılmış, amacı sovyetlere karşı savaş olan “Özgür Avrupa Ülküsü, Kültürel Özgürlük Kongresi, Varfield vakfı” adlı vakıflar kurulmuştu. Marshall planından sonra ABD’nin kültürel alanda uygulaması farklılaştı. “Kültür alanının NATO’su olarak görülen ‘Kültürel Özgürlük Kongresi’, 35 ülkede açtığı bürolar aracılığıyla yayıncılık faaliyeti ve dağıttığı ödüllerle kayda değer pek çok entelektüeli istihdam etmiştir.”[iii] Bu gibi vakıflar onyıllar boyunca -kendi seçtikleri ve örgütledikleri sanatsal etkinliklere milyarlarca dolar aktarmıştır. Çalışma kurullarında General Motors başkanı ve Henry Ford gibi kapitalistlerin yanısıra CİA ajanları da yer almıştır. Sözünü ettiğim vakıflar bugün deşifre olmuş durumdadır. Ama sanatın ve sanatçının “sponsorlarla” ehlileştirilme süreci yine farklı araçlarla devam etmektedir. Türkiye’de de durum çok farklı değildir.
 
 
Galile ve sonsöz
Bertolt Brecht’in, olgunluk dönemi oyunlarından Galieo Galilei’den söz ederek bitirmek istiyorum diyeceklerimi. Bildiğimiz gibi Galilei, kilisenin baskısı sonucunda, kendi yaptığı deney ve gözlemlerini yadsımıştır. Dünyanın dönmesi, dönmemesi anekdotu herkesin aşina olduğu bir konudur. Oyunda Galilei bir karar aşamasındadır. Baskıya hayır deyip, gerçekleri işkence ve ölüm tehdidi altında da olsa söyleyecek midir, yoksa boyun eğip kilisenin karanlığında yaşamayı kabullenecek midir? Galilei ikinci yolu seçer. Sokrates gibi baldıran zehrini içmeyi göze alamaz. Tabi bunun öncesi vardır. Galilei bilimsel çalışmalarına başlarken, görece özgür olacağı ama maddi desteğin daha az olduğu Venedik Cumhuriyetine değil, engizisyonun sözünün geçtiği, kilise karanlığının egemen olduğu Floransa’ya, daha çok maddi destek almak amacıyla gitmiştir.
Yani Galilei başta hata yapmış, bağımsız bilim adamı, aydın tavrı koymamıştır.
Galilei’nin kilise karşısında boyun eğmesi üzerine öğrencisi Andrea’nın bir sözü ve Galilei’nin yanıtı öğreticidir. Andrea yargılama sürecinde hocası Galilei’nin tavrı karşısında hayal kırıklığına uğrar. ‘Kahramanları olmayan ülkeye yazıklar olsun’ der. Galilei’nin yanıtı da en az bu saptama kadar çarpıcıdır:
‘Kahramanlara gerek duyan ülkelere yazıklar olsun...’ [iv]
 
Bu oyundan, öncelikle kendilerini ‘aydın’ sayan tekellerin ve-veya devletin, dolaylı ya da dolaysız kalemşorluğunu yapan yazar ve şairler ders almalıdır.
 
adil okay
okayadil@hotmail.com
 
*Klaros. Sanat ve faşizm.
 
 
 
 
 
 
 

[i] Sibel Özbudun, Kültür, Kavram Sözlüğü, Özgür Üniversite Kitraplığı, Aralık 2005.

[ii] İlyaz Bingül, “Sanat(çı)lar, Felsefe(ci)ler Neyle Yaşar?”, Birgün, 9 Kasım 2009, s.14.                       

[iii] Frances Stonor Saunders, "Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş.

[iv] Sevda Şener, Yaşamın Kırılma Noktasında Dram Sanatı, Dost Kitapevi, İstanbul, 2016.

 

 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...