YENİDEN DOĞUŞ VE MESİH

Kerem Atbaş kullanıcısının resmi
(I) Roma köleci imparatorluğu kıtalar arası toplumları sömürü ve zulüm cenderesine alıp, daha sonrasında ise esir aldıkları insanları, köle pazarlarında satmalarıydı. “Her yol Roma’ya çıkar” deyimi buradan gelmektedir. İnsanlar köle pazarlarında, hayvandan da daha aşağı bir derecede tutularak, insanlık adına ne varsa ayaklar altına alınıp, insanlık adına ne varsa hiçbir şeyin yaşanmasına izin vermiyorlardı.

 

Yaptıkları baskı, zulüm ve uygulamalarına karşı irili ufaklı da olsa birçok köle isyanları baş göstermiş ise de, netice itibarıyla başarıya ulaşmadan vahşi katliamlar uygulanmış ve bastırılmıştır. Bu isyanların içerisinde unutulmayan ve tarihe mal olan, günümüze kadar anlatılagelen Spartaküs önderliğinde geliştirilen isyandır.

Spartaküs, kendisi de savaşta esir alınmış, sonrasında ise köle olarak alınıp satılan tarihi kahraman bir kişiliktir. Halklara baskı ve zulüm uygulayıp zorla esir aldıkları insanları köle yaparak, arenalarda gladyatör olarak savaştırıyorlardı. Güçlü olan kendisinden güçsüz olanı öldürüyordu. Daha sonra sağ kalan gladyatörü vahşi aslanlara parçalatıp, keyif ile izleyip eğlenen ve zevkten dört köşe olan bu insan tacirleri, üzerinde yaşadıkları gezegende insanlara uyguladıkları bu zulmün ebediyen hep böyle sürüp gideceğine kendilerini inandırmışlardı. Yapılan baskı, zulüm ve şiddetin hiçbir sınırı yoktu. Ezilip horlanan yok olmayla yüz yüze kalan insanlığın kendisiydi. Ezilen ve yok olmayla karşı karşıya kalan toplumlar, kendilerini tek bir şeye inandırmışlardı. ‘’Gün gelecek kurtarıcımız olan Mesih gelecek, bizleri bu açlık ve sefalettin acı pençesinden kurtaracaktır.’’ Toplum perişan, çeşitli ölümcül hastalıkların pençesinde kıvranarak acılar içerisinde ölen, sakat kalan, yerlerde sürünen insanlarla doluydu. Her zaman “yakında Mesih gelecek” diyen din adamı Haham’a kimse inanmıyordu artık. Yaşam, insanlar için çekilmez bir hal almıştı. Uyguladıkları vahşet karşısında nefes alacak ya da yürüyecek halleri kalmamıştı.

Gün ola devran döne, günler ayları, aylar birbirini derken dokuz ay doldu, bir ikindi vakti sanki karanlık çökmüş gibi her tarafı pus kaplanmıştı. Kelebekler uçuşmuyordu, çekirgeler zıplamıyordu, kuşlar kanat çırpmıyordu. İşyerlerinden, tarlalarından dönen insanlar evlerine kapanmışlardı. Ne olup bittiğine kimse anlam veremiyordu. Yer gök kulak kesilmişti. Bilinmezlikler içerisindeki gelgitler, çaresizliktendir. Karamsarlığın hiçbir şeye faydası yoktur.

Bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı. Susuzluktan çöle dönüşen tarlalar beklediği suya sonunda kavuşmuştu. Kuruyup yok olmaya yüz tutmuş tohum tanecikleri su ile buluşmaları ve canlanmaları bir oldu. Karamsarlık yerini, güven duygusuna bırakmıştı. Karanlık yerini güneşe bıraktı, kuşlar yuvalarından çıkıp kanat çırpıyorlardı. Kelebeklerin toplu uçuşları renk cümbüşüne bürünmüştü, sıçrayışlarıyla çekirgeler, çıkardıkları vınlama sesleri ile birlikte insanların neşe kaynakları oluvermişlerdi. Gelişen olağan üstü durum neydi? Korku psikolojisi ile yatıp kalkan bu insanları bir anda neşe kaynağına bağan ana tema nedir? İnsanların içerisinde yaşam umudu dediğimiz yaşam suyu vardır. Her canlının içerisinde olduğu gibi.

Hahamın söyleyeceği iki cümleye herkes kilitlenmişti. Haham hafifçe kapıyı kapattı. Kısık bir sesle ‘’ Köyümüzün gelini Meryem bir erkek çocuk doğurdu’’ dedi. Bir çığlık koptu. Yeri göğü inleten o çığlık dinmek bilmiyordu. Bu çığlık insanlık çığlığıydı. Zalimlerin insanlara uyguladığı zulmün, insanların bedeninde bıraktığı dinmeyen acının çığlığıydı. Arenalarda vahşi aslanların önlerine atılan ve acımazca parçaladıkları köle olarak alıkonulan insanların çığlığı idi.

Açlık ve sefalettin altında inim inim inleyen insanların çığlığı idi.

İşkence haneler de bedenleri lime lime edilen insanların çığlığıydı.

Çeşitli hastalıklardan dolayı dertlerine deva bulmayan yerlerde sürünen, sakat kalan insanların çığlığıydı.

Yaşanmışlıkların toplumun üzerinde bıraktığı olumsuz izlerin birleştiği ve ortak düşüncenin birlikte ortaya çıkardığı çığlığın adı, insanlığın yeniden doğuşudur, miladıdır ve insanlığın kurtuluş günüdür. Tarihe açılan yeni bir çığırdır.

Her zaman bardağın dolu tarafından değil boş tarafından da bakmak gerekiyor. Zor olan taraftan bakıldığında, dünyaya yeni gözünü açan Mesih’i hangi zorlukların beklediğini bilmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Çözüm bekleyen dağ gibi sorunlar yeni doğan küçücük bir çocuğun sırtına yüklenmişti.

Bu yükün altından kalkana aşk olsun dememek için insan kendini zor tutuyor. Ne bir dayanacak yeri, ne cebinde beş kuruşu, ne de arkasında orduları vardı. Yürü ya kulum deniliyordu. Bu gezegende adeta tek başınaydı. Zaten insanoğlu anasından doğarken çıplak vücudu ile tek başına doğmuyor muydu?

Yapılacak işler tek başına yapılacaktı. Yükü çok ağırdı. İsim olarak gam yüküydü. Rab’ın kulları arasındaki iletişimi sağlayan insan oydu. Onun felsefesinde yalana dolana yer yoktu. Hileye hurdaya yer yoktu. Çalma çırpma yoktu. Başkasının malına göz dikme yoktu. Bu tür şeyler onun için kesinlikle yasaktı, haramdı.

Rab’ın peygamberiydi o. İnsanların beklediği Mesih’in ta kendisiydi. Çekilen bunca acıları dindirendi o. Haksızlıkları ortadan kaldırandı, hastalıkları iyileştiren, insanlar arasında küskün olanları barıştıran, her insanın derdine deva olan, bir kardeşin sağ yanağına bir tokat attıysa sol tarafını çevir diyen insandı.

Kardeşlik bağlarını geliştirip hoşgörüye inanmış insandı o. Omuzlarında ağırlık oluşturan tüm bu yaşanmışlıkların manevi ağırlığıydı sırtında. Gerçeklerle yüzleşme zamanı gelip çatmıştı. İlk sınav Rab’ın önünde vereceği sınav olacaktı. Yolculuk Sina Dağınaydı. Alev alev yanan kızgın güneşin sıcaklığını, iliklerine kadar hissediyordu. İçerisinde çıkılması çok zor olan bir yük ile birlikte, çölün ortasına kadar gelmişti ki dizlerinin bağı çözülmüştü ve olduğu yere çöküverdi. Dizleri üzerinde doğrulmaya çalıştı fakat belini düzeltemedi. Hem yükün ağırlığı, hem sıcaklığın bunaltıcı yanı bedenini epeyce hırpalamıştı. Düşüncesi karmakarışıktı. Kulakları uğulduyordu. Kendisini rüyadaymış gibi hissediyordu. Gerçek ile düş arasında gidip gelmeler yaşıyordu.

-‘’ Yüküm çok ağır başarabilir miyim?

- Ya başaramazsam!

-Yolun yarısında dönebilir miyim?’’ gibi karmakarışık duygular içerisinde gelgitlere bir anlam veremiyordu. Kulaklarında bir ses yankılandı. Gaipteki ses; ‘’Cesaretini topla ayağa kalk! Ve yürü ‘’ diyordu. Bu duyduğu ilk sesti.

Ter içerisinde kalan yüzünü hafifçe kaldırdı, güneşin kızgınlığında gözlerini açamıyordu. Bir gözünü açmasıyla gördükleri karşısında dehşete düştü, gördüklerine inanamadı. Kızgın çölün ortasında bir hayvan iskeleti. Sadece kemikleri kalan bir keçi iskeletiydi. Tüyleri diken diken oldu. Gözleri fal taşı gibi açıldı. “Bu benim ilk sınavım olmalı” diye düşündü. Girdiği yoldan geri dönüşün olmadığını anladı.

Musevi inancında her yılın sonunda kim ne günah işlemişse, bir kâğıda yazıp günah keçisi seçilen keçinin boynuna bir ip ile bağlanıp asılıyordu. Aynı muameleyi herkes yaptıktan sonra keçi götürülüp kızgın güneşin altında bırakılıyordu. Çölde en ufak bir yiyecek kırıntısı veya bir damla su bulmak asla mümkün değildi. O ateşin altında eziyet çeke çeke ölen keçinin etini yırtıcı kuşlar ile akbabalar parça parça koparıp paylaşıyorlardı. Mesih’in gördükleri ile yüklendiği görevin ağırlığının sonucunu bir anda düşündü. ‘’Başarmazsam eğer, benim sonum da böylemi olacak?’’ Ve kollarını her iki yanına açıp Rab’ına yalvardı. ‘’Bu yükün altından kalkamıyorum, yüküm çok ağır ‘’ diye seslendi. Onun için tanıdık olan ses tekrar yankılandı;

-‘’ Hak yolunda tek başına yürüyüp başaracaksın ikinci bir yol yok.’’

Mesih’in yükü çok ağırdı.

 

(II)

 

Kafasını gökyüzüne kaldırıp: “Ne yaparım ben buralarda bir başıma?” dedi.

Kuruyup çatlamış ve kanayan dudaklarını hafifçe diliyle ıslattı. Terlemiş saçlarının arasında parmaklarını dolaştırdı, bedeni cayır cayır yanıyordu. Güneşin parlaklığından gözlerini açamıyordu. Yorgunluktan gözleri kapandı ve olduğu yerde uyuyakaldı. Uyukladığı yerde rüya gördü. Vaftiz için kucağına alıp kulağına ilk fısıldayan Haham’ın sözlerini anımsadı. ‘’Ömrüm senin yolunu beklemekle geçti. Bu nehrin berrak ve temiz suyundan kendi ellerimle seni vaftiz edeceğim günü iple çekiyordum. Bu büyük kutsal günü görmeden ölseydim eğer, gözlerim açık giderdim.’’ Vaftiz edildikten sonraki çocukluk günleri, bir film şeridi gibi tek tek gözlerinin önünden geçiyordu. Gördükleri ile yaşadıklarının bir finaliydi sanki.

Küçük yaşlarda bir arayış içerisindeydi. Ne aradığını bir türlü bulamamıştı. Çok ünlü din adamlarından bahsediliyordu. Gidip o ünlüler ile tek tek görüşüyordu. Ne aradığı ile ilgili din adamlarına sorular yöneltiyordu. Fakat tatmin edici cevap alamıyordu.

 

Musevi din adamları yerleşim yerlerinden uzak dağ geçitlerinin yamaçlarında manastırlarda kalıyorlardı. Oralarda din eğitimlerini veriyorlardı. O çağın bilgin dedikleri insanlar ile görüşüp soru sorması dikkatlerden kaçmıyordu. Aldığı cevaplardan tatmin olmadığını, yüzünün hep soluk durmasından Meryem Ana Sürekli yakınıyordu: ‘’Neden dalgınsın yavrum. Seni uğraştıran aklına takılan bir şey varsa annen ile paylaş, bu halini gördükçe içim parçalanıyor ben bir anneyim’’

Meryem Ana evin içerisindeki güneşin ışığının dışında, doğum yaptığı sırada ikinci bir ışığın varlığını görmüştü. Hem kendisinin hem de çocuğunun etrafında kümelenen ve yüzüne hafif gülümseyen nurlu bir ışıktı. O ışık anne ile çocuğunu sarıp sarmalamıştı. Adeta koruma altına almıştı, onların koruyucu meleği idi.

Meryem Ana olan bitenleri kendi gözleri ile görmüştü. Bu gördüklerinden yola çıkarak yavrusunun sıradan biri olmadığını biliyordu. Endişesi bundandı. Ayrıca bu nurlu ışık kümesini ikinci bir kişi daha görmüştü. An ve an Meryem Ananın ne zaman doğum yapacağını takip eden din adamı Haham’dı. O gün Meryem Anayı hiç görmemişti. Evleri yan yana olmaları kapı komşuydular. Kapıya yanaştı. Yavaştan kulak kesildi, bir ses duymadı. Kapıyı hafifçe araladı, gözlerine inanamadı. Meryem Ana doğurduğu yavrusu ile kucağında koyun koyuna yatıyorlardı. Onları koruyan o ışık kümesinin etraflarını aydınlattığını ve bir kale gibi koruduğunu gördü.

Gördükleri ile çığlık atması bir oldu. Meryem Ana gözlerini açtı.

Yaşlı Haham:

“Kusuruma bakmayın gün aşırı sizi görmeyince, belki bir yardıma ihtiyacınız olur diye destursuz kapınızı açtım” dedi ve oradan ayrıldı.

Beklediği günü görmüştü Haham. Meryem Ana ve çocuğuna herhangi bir yerden zarar gelmesin diye uzaktan hep gözlüyor ve korumaya çalışıyordu, elinden gelen yardımı esirgememişti. Mesih’in babası bir marangozdu. Haham ile en yakın arkadaşlardı.

Din adamı bildiklerini, gördüklerini marangoz olan Mesih’in babası ile hep paylaşıyordu. “Beklediğimiz Mesih’i gördüm, gözüm açık gitmeyeceğim” diyordu. Açlık ve sefalet içerisinde kıvranan insanların acıklı ağlamaları, çağrışımları kulaklarından bir türlü gitmiyordu. Rüyasında ağladı. Çöl sıcaklığının altında vücudunu serinlik bastı. Sanki çırılçıplak ormanlarla kaplı yemyeşil çayırlıklarda dolaştığını, akan soğuk dere suları ile olduğu yer, bir cenneti andırıyordu. “Geldiğim yer bu olamaz” diyerek uyandı. Gözlerini açtığında sabahın kızıllığı yüzünü okşuyordu. İnlerinden yeryüzüne çıkan karıncalara baktı. Toprak sade ve serindi. Daha gidecek epeyce yolu vardı.

Gördüklerine aldırmadan iyice aydınlanan güneş gözlerini alıyordu.

Ayağa kalktı ve yürüdü. Durmadan yürüdü, ne sığınacak bir yer, ne içecek bir su, ne yiyecek bir parça ekmek, ne de konuşacak bir insan etrafta yoktu. Kafasının içini acı, pişmanlık ve çaresizlik meşgul ediyordu. Haham’ın sözlerini hatırladı. ‘’Hak yolunu seçersen eğer, hep tek yürürsün.’’ diyordu.

Cesaretini toplayıp yoluna devam etti ve ha bire yürüyordu. Nihayet varacağı yere yaklaşmıştı ki; durup elleri ile terini sildi. Başını gökyüzüne kaldırdı, karşısında üzeri envai türlü yemekler, soğuk içecekler ve meyve dolu bir tepsi ile ikramda bulunan güzel bir bayan duruyordu.

Bir anda irkildi. Bu ıssız ve sıcak çölün ortasında böyle bir durumun olmasının normal olmadığını düşündü.

Karşısındaki Bayan:  ‘’O kadar yol geldin yorgunsun, aç ve susuzsun, buraya geleceğinizi önceden bildiğim için ihtiyacınız olan şeyleri hazırladım. Buyurun afiyet olsun bunlar sizin.’’ dedi. Olup bitenlerin karşısında bir anda ikilemde kalan hak yolcusu, kafasının içerisinde gelgitler yaşanan durum esnasında, kafasını avuçlarının içerisine alarak, “Ben kimim? Niye buradayım? Karşımdaki kim? Beni hak yolundan alıkoyacak bir tuzak mıdır? Ya da bilinmezlikler içerisinde oynanan bir oyun mudur? Bu düzenbazlıklar olsa olsa iblisin işidir,” diye karşısındakine bağırdı. Çok ihtiyacı olduğu halde hiçbir şeye dokunmadan hızlı adımlarla yoluna devam etti.

Bu oyunları geliştiren İblis’ den başkası değildi. Bu olup bitenler karşısında başarısız kalan İblis Sina dağının kayalıklarına tırmandı. Çırılçıplak soyundu. Bin bir entrika ile kendisini donatan İblis, hak yolunda yürüyen Mesih’i kandırmak için her türlü hileyi, çirkefliği geliştirmek maksadı ile akla hayale gelmeyen kılıklara bürünerek oyun içerisinde oyun geliştiriyordu.

Hak yolunda yürüyen insanın, en ufak bir zaafını yakalayıp, oradan vurmak istiyordu ama nafile. Hiçbir entrikası sonuç vermedi. Kayalıkların tepesinde öylece kala kaldı. Başarılı olamamıştı. Ancak tarih tekerrürlerle doluydu. Toplumu, aç sefil çaresiz bırakan İblis ile çocukları değil miydi? Yaşamı insanlara zehir eden, hayatlarını zindana çeviren İblis’in ta kendisi değil miydi? Hz. Âdem’i cennetten kovdurtan İblis değil miydi? Kabil’in eliyle kardeşi Habil’i öldürten de yine o İblis değil miydi? Spartaküs ve arkadaşlarını darağaçlarına çektirip etlerini akbabalara yedirten yine o İblis değil miydi? O tarihi dönemde olan bitenleri hatırlayan Mesih: ‘’Yetmedi mi bize çektirdikleriniz, yakamdan düşmezsen eğer yakaladığım gibi seni kayalıklardan aşağıya atar param parça ederim.’’ diye bağırdı.

Hiçbir dünyevi zevklere aldanmadan hak yolunu seçen Mesih, kapısının önüne kadar geldiği mağaradan içeri girer. Açlık ve yorgunluktan bitap düşmüştü.

Mağaraya adımını atar atmaz olduğu yere yıkılıp kaldı. Tepesinde duran ışık kümesini gördü ayağa kalktı. Çıplak bedeni ile yapayalnız orta yerde duruyordu.

Işık kümesinden bir ses yükseldi. ‘’Hoş geldin ya İsa tüm zorlukları başarı ile geçtin‘’ Bu ses karşısında Hz, İsa’nın vücudunu ani bir titreme aldı, dişleri zangır zangır birbirine değiyor. Gözlerinden yaşlar aktı. Gördükleri karşısında fazla durmadan başı omuzlarının arasından kayarak olduğu yerde yıkılıp kaldı.

kerematbas@gmail.com

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...