SADIK DEDE VE BERİSİ - 1

Ali Rıza Aksın kullanıcısının resmi
Sürgüne gönderildiğim Andırın'dan, maaşımı alır, anneme giderdim.

Yine böylesi bir gündü. Sekiz saatlik bir yolculuktan sonra eve yetiştiğimde alaca karanlıktı. Annem, ineğini sağmış, tavuğunu, püssüğünü doyurmuş, merdivene oturmuş, babamın türbesini gözetliyordu. Gün aşmış, Ziyaret Tepesi'ndeki kayaların silüeti gözüküyordu. Geç vakte kadar oturduk. Sonra odamdaki yatağıma çekildim. Çatıya yüklenen rüzgâr, anaforlar yaparak acayip sesler çıkardı. Yağmur, yufkaya serpilir gibi kiremitlere döküldü. Köpekler, acı, uzun ulumalarına ara verdiler. Üst üste çakan şimşek, güvercinlerin huzursuzca ötmelerine, cama düşen yağmur taneciklerinin ışımasına, saraydan kız kaçıran Arap süvarisinin, duvar halısındaki resminin ışımasına neden oldu. Baş koyduğum kaz tüyü yastığımda bir türlü uyuyamadım. Dedemden babama, babamdan bana kalan yastık, bizimkilerin Dehliz Köyünde oturdukları, babamın ''Deli bir çocuktum'' dediği zamandan kalmaydı. Puslu bir camdan bakar gibi duyduğum, hissettiğim bir tarihi yaşıyordum. Hayal meyal... ''Horasan'dan çıkmışız, oradan Urumiye'ye, Urumiye'den de beriye... Babamın adı Sadık, Sadığın ki Seyit, Seyidin ki Köse Hüseyin. Gerisini bilmem'' derdi babam. Bizimkiler Sinemilli Aşireti’nin Ağuçan kolundan olurlar. Dedelik hiyerarşisi içindeki konumları mürşitlik. ''Ağuçanlar, İmam Zeynel Abidin neslinden olurlarmış.'' “Ehlibeyt” dergisinin Eylül-Ekim 1990 sayısındaki incelemesine göre Ağuiçen Ocağı’nın kurucuları dört kardeşmiş. Bunlar, Horasan'dan gelip, Elazığ'ın Sün Köyü'ne yerleşirler. Dört kardeşten Koca Seyyid Elazığ'ın Sün Köyü'nde, Köse Seyyid evlenmemiş olup kardeşi Mir Seyyid'le Çemişgezek'in Ulukale Köyü’nde, Seyyid Mençek ise Hozat'ın Bargini Köyü’nde yatmaktadır. Bizimkilerin dört kardeşten hangisinin soyundan geldikleri tam olarak bilinmemekle beraber Koca Seyyid'den olmaları ihtimali güçlüdür. Koca Seyyid'in mezarının Elâzığ’ın Sün köyünde olması, Dedemiz Seyyid Abdullah oğlu Hüseyin Özden'in de halen orada olması, bu seçeneği akla yakın kılar. Malatya Arguvan ilçesi, Kuyudere (Minayik) köyünde oturan Aşık Muharrem Naci'yse bu fikre katılmaz. ''Biz bu kardeşlerin hiç birinde değiliz, biz, Ebul Vefa evlatlarındanız'' der. (Aşık Muharrem Naci, bununla, sonuçta bütün Alevilerin, Anadolu Mezepotomya Aleviliğin kuramcısı Tacü’l Arifin Ebu’l Vefa’yı Kürdi’nin torunlarından Sinemil’ den geldiklerini anlatmak ister.)
Elazığ'dan sonraki ikinci durakları Malatya’dır. Malatya'ya 1700'lü yıllarda geldikleri sanılmaktadır. Dedem, 1800’lerin sonlarına doğru Arguvan'ın Germüşlü Köyündeki (şimdiki adı Ermişli) üç yüz dönümlük arazisini bırakıp Pazarcık'a gelir. O günün koşullarında hangi nedenden hısım akrabalarını bırakıp Pazarcık’a yerleştiği tam olarak bilinmemektedir. Bilinen bir şey var ki, susuz olan bu tarlaları ekip biçmek oldukça zahmetliymiş. Yakın bir zamana kadar (1960) muhafaza edilen bu tapular, yayla gidişi (Yaşıl'a), göçten kopan bir eşeğin yüküyle kaybolurlar.
Dedem on sekizinde cin gibi bir oğlanmış. Tek kelime Kürtçe bilmezmiş. Türkmen mi oldukları, etrafı Türklerle çevrili Arguvan'da asimile mi oldukları henüz bilinmiyor. Ancak Elâzığ’ın Sun köyünde oturan dedemiz Seydi Abdullah oğlu Hüseyin Özden'le, Pazarcık'taki taliplerinin Kürt olması akla ikinci seçeneği getirir.
Çabuk parlayan, su gibi duru, saf biriymiş Sadık Dede. Kızdıklarının başına o saat bir iş geldiğinden, korkuyla karışık bir saygı duyarlarmış ona. Sırrı hikmetinin, masmavi gözlerinden kaynaklandığını düşünenler, ''Gök Gözlü Sadık Dede'' demişler ona. Onunla ilgili birkaç anekdota değinmeden edemeyeceğim. Bir keresinde Sadık Dede, harmanını kaldırır, yaylaya doğru yola çıkar. Dağa vurulmadan önce yolu üstündeki Maraş'ta birkaç kilo et alır. Sorar,
-Bu et kokar mı?
-Kokmaz, der kasap.
Atıyla üçüncü gün Yaşıl'a varır. Konu komşu gelince, “Karı, heybede et var, pişir de yiyelim” der. Ninem heybeyi açar ki, ne görsün, kokudan durulacağı yok. O gün Yaşıl'a, ineğini kesmiş, zararını doğrultmak isteyen biri iner. Dedem bastonunu kaptığı gibi yallah. Varır varmaz da saldırır.
-Vay namussuz, hani et kokmaz, demiştin.
-Yahu ne eti, ne kokması... O ben değilim, bir yanlışın var…
-Sen değilsen, ya emmin oğlu, ya dayın oğlu…
Bir gün de Narlı'dan Maksutuşağı'na geçerken Aksu'nun çeminde tuvalete oturur. Oturduğu yerdeki ısırgan otuyla da kıçını siler. Kendini köye zor atar ama... O zaman erkekler, altlı üstlü beyaz don giyerlermiş. Maksutuşağı’nın mukallit kadınları, donunu indirip, kıçına yoğurt dökerlerken, o ince, tiz sesiyle “dökün dökün!” diye bağırırmış.
İlkin Tapo'nun yurduna, sonra da arzu ettiği yere gider Sadık Dede. Tapo devlet, Tapo Maraş'mış o vakit. Bu Tapo öyle bir Tapo'ymuş ki, sözünün üstüne söz edilmez, gurur ve kibirine güç yetilmezmiş. Derler ki, bir gün konağına Maraş Valisi gelir. Olacak olur ya, kahvaltıda, çökeleğinde kıl çıkar valinin. Bozulmuş,
-Bu Kürtler senede bir batman kıl yerler, demiş.
Çetinine gider bu Tapo'nun.
-Türkler de bir batman bok yerler...
-O niye?
-Canım, demiş, kıçınızı yıkar, aynı suyla da, sebzenizi, meyvenizi sulamaz mısınız?
Boğulmuş, bir şey diyememiş vali. Çıkarken, seyisin arkasındaki ışıl ışıl tayı görünce gülümsemiş.
-Ulan Tapo, kızdırmasını da bilin, gönül almasını da...
Dedem Urumoğlu'ndan Karakız dediği Selver adında Kürt bir kızla evlenir. Bu evlilikten üç kız, iki oğlan edinir. Ninem, dedemin deli dolu kişiliğine katlanır, dedem de sever sayar, baş tacı edermiş onu. Bir vakit de orada, Urum Ağa'nın yanında eğleşir. Sonra Emiruşağı (Tapo'nun etki alanı) dahilindeki Dehliz'e gelir. Tahminen zorunlu iskân dönemi (1865-1870 )  Ona iskân olması üç yüz dönüm toprak önerirler.
-Param yok'' demiş.
-Öküzünün birini satarsan olur, demişler.
-Olmaz, demiş, kırmızı gözlü öküzümü, Allah'ın toprağıyla değişmem...
Babam, Pazarcık’a her gidişimizde, minibüsten çocukluğunun geçtiği yerleri gösterirdi bize. ''Evimiz, aha şo ağacın yanındaydı. Şorda oynar, şorda yüzer, şordan da kaz kovalardık. Bir horozum vardı. Çok kabaydım ona. Bir gün onu, bacımın küpeleriyle süslemek istedim. Çocukluk işte… İstedim vermedi. Çektim, kopardım. Bilmem dikkat ettiniz mi, bizim Elif'in kulağındaki yırtıklar te o zamandan kalma... ''
Bir vakitte Doğanlı Karahasan'da eğleşirler. Zaman, Tut Dağı'ndaki Çiftliğin, Ermeni Hırlak'tan Mıdar Ağa'ya, Mıdar'dan Veli Ağa'ya el el değiştire değiştire geldiği günlermiş. Göçmüş, Veli Ağa'nın himayesine girmiş Dedem. O vakit köylünün bir kısmı Çiftlik'te, diğerleri de Kelibişler'de (Kelo'nun Yurdunda) otururmuş. Yalnız, uçkuruna pek düşkünmüş Veli Ağa. Bunun üzerine köylü kına gelip, Kelo'nun Yurduna kaçar. Ne zaman ki Çiftlik, bir desiseyle Veli Ağa'dan Kadılar’a geçer, o günden sonra da aşiretin hedefi haline gelir. Bu düşmanlık, Ziya Efendinin oğlu Mehmet Ağa'nın vurulmasıyla da doruğa çıkar. Neden ki, devletin kılıcını çalar, aşirete zulmedermiş Kadılar...Gelelim Kelo'nun Yurduna. Kimine göre Adıyaman'dan, kimine göre Suriye'den (Adıyaman'dan Rakka'ya sürülen bir aile de olabilir) kopan iki kardeş (Kel ile İbiş), sürülerinin peşi sıra Tut Dağı'na gelirler. ''Şurada az eğleşek'' deyip, çadır kurarlar. Zaman, Toroslar'da, konar göçer Türkmenlerin, Karadağ'da (Çoy Reş) Deli Xalil'in ezildiği, Şam, Halep, Hicaz yolunun koruma altına alındığı, sıcağın, sineğin aman okuttuğu, aşiretlerin, ho hu dağlara kaçtığı zamanmış. Zaman, hazinenin tamtakır, Osmanlı'nın, ''Ekmeli, biçmeli vergi vermeli'' dediği zamanmış. Amanoslar'ın iki yakasını da hesaba getiren Derviş Paşa, Eloğlu’nu aşıp Kızlarmeydanı'na gelir. O vakit Kızlarmeydanı'na,Hussali'nin Dedesi Gökşenoğlu Nuri (Pepeli) hükmedermiş. Gel gör ki, Pepeli'nin dosyası pek kabarıkmış. Pusu atar, kervan soyar, mahiyetindekilere zulmedermiş. Olup biteni bilen Paşa, kervanların güvenliği için Pepeli'nin idamına karar verir. Belki de amacı, Pepeli'den başlayarak diğerlerini de hizaya getirmekti. Yalnız Pepeli'nin dokunaklı bir sesi varmış. Hani, geceyi kuyruğundan yakalayıp, uykudan kopak istemediğimiz bir an olur ya, öylesi bir anmış işte... O gün erkenden kalkan Pepeli, dibekte kahvesini döverken, yanı sıra da acıklı bir türkü tutturmuş. Paşa, gururunu okşayan bu türküden pek etkilenmiş. “Haydi ulan affettim seni'' demiş.
Oradan Tut Dağı’na, şimdiki Kelibişler'e gelmiş Paşa. Yamaçta Kelo'nun çadırı gözükmüş.
-İskân olacaksın! demiş hiddetle.
-Olmam! demiş Kelo.
Olursun, olmazsın derken, ötede bir ağaç gösterip,
-İyi düşün, demiş Paşa, yarın da yok dersen seni şuraya asarım...
Kelo bakmış, ziyaretin gözü kırmızı, hemen o akşam, derme çatma bir huğ kurup, iskâna razı olur. Böylece Tut Dağı ve çevresi, iki kardeşin namına Kelibişler olarak geçer.
Sonra Elbistan'dan Mirali gelir. Mirali'yi Mıstoli, Mıstoli'yi Kırro takip eder. Hayli şenlenir Tut Dağı. Ağalık hep Kelo da kalır ama... Kız alır, kız verir, dövüşür barışırlarsa da aynı yurdu, aynı yaylağı paylaşmayı sürdürürler.
Sadık Dede’nin büyük oğlu Haci, küçüğü Seydo'dur. Ağır, miskin Haci’nin aksine, cin gibiymiş Seydo. Günlerinin sayılı olduğunu düşünen Sadık Dede, büyük oğlu Haciyi evermek istemişse de beceremez.
Şöyle anlatırdı babam:
-Veli Ağa'nın günüydü. Çiftlik'te kalıyorduk. Narlı'dan beri Aksu'nun çeminde atlarımıza binmiş geliyorduk. Geçmiş gün ya, her hal bir düğüne gitmiştik. Yanıma sokulan babam,
-Edene söyle gayrı etrafına baksın, dedi.
Hemen de aklından geçen birini önerip,
-Haydi durma, var söyle, dedi.
Sürdüm, yetiştim edeme. Babam, böyle böyle diyor dedim. Kızdı,
-Bula bula onu mu bulmuş? Ondan kız mız isteyen yok deyip, koyurdu atını.
-Ne oldu Seydom, söyledin mi?
-Söyledim ama kabul etmiyor…
-Ya öyle mi?
Dayanamadım ekledim.
-Ama o da edemin harcı değil ki...
Bunu dememle bastonunu fırlatması bir oldu.
-Vay dövis, oğlanı fitlersin ha!
Baston, otun palağın içinde kaybolup gitti. İndi atından, aradı, bulamadı. Bulamayınca da öfkesini bastırıp güldü.
-Ulan Seydo, gel bastonumu bul!
Buldum, korka, çekine uzattım. Öfkesi yatıştı, konuşa konuşa geliyoruz.
-Bak Seydom, Allah'ın gazabına uğramış bu. Şurdan yaşayacağım ney ki? Çoğu gitti, azı kaldı ömrümün. Maksadım, bu can bu bedeni koyurmadan, başgöz etmekti onu. Aha bu dediğimi unutma. Gün gelecek, kadın ağaca çıkacak, o da püssük olup miyavlayacak ya, eline geçmeyecek.
Devamla:
-Bak yavrum, çalı çırpı deme evini odunsuz koyma, gilgil, darı deme evini ekmeksiz koyma, iyi, kötü deme, evini avratsız koyma!
Ali Rıza Aksın
Kırmızı Fare Romanı 2. Cilt

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...