
Afganlı genç olanı Frankfurt’ta okumakta, diğeri ise işçiymiş. İranlı Tebrizli bir Azeri olduğu için, Anadolu Türkçesine yakın bir dille rahat iletişim kurabiliyordu benimle.
Arka koltukta oturanlardan biri:
“Uzun ince bir yoldayım,
Gidiyorum gündüz gece,
Bilmiyorum ne haldeyim,
Gidiyorum gündüz gece” sözlerini mırıldanmaya başladı, Aşık Veysel’i anarcasına. Sanki Veysel, yıllar öncesinden sesleniyordu, yolculuk yapan umut yolcularına.
Otobüs tıka basa dolu olduğu için, yolculuk yapan aileler küçük çocuklarını kucaklarında tutuyorlardı. Bir karı koca iki koltukta dört kişiydiler. Yolculuk öyle kolay değildi. Üç gün üç gece sürecekti. Daha küçük olanı babasının kucağında bağırmaya başlamıştı bile.
“Anne, anne kolum ağrıyor. Babam kolumu acıtıyor anne!”
“Sus kızım, bağırıp çağırma herkes sana bakıyor!”
“Baksın Anne, kolum ağrıyor işte!” diye kıvranıp dururken şoförün sesi duyuldu:
“Arkadaşlar, şu anda Bulgar Gümrüğü’nden sonra Yugoslav Gümrüğü’ne varacağız, herkes uyanık ve pasaportları elinde olsun!” dedi. Uykuda olanları yanında oturanlar uyandırdı. Her yolcu dikkatle pasaport ve bileti elinde hazır halde, gümrük memurunu beklemeye koyuldu.
Otobüs durduğunda iki gümrük polisi içeri girerek pasaportları hızlı bir şekilde kontrol edip, şoförün ikram ettiği sigaralarını alarak indiler. Herhangi bir sorun yaşamadan Bulgar Gümrüğü’nden çıkışımızı yaptık.
Biraz gittikten sonra otobüs tekrardan durdu. Yugoslav Gümrüğü’ndeydik şimdi de. Polisler içeri girip, göz ucuyla yolcuları şöyle bir süzdükten sonra, pasaportları tek tek kontrol edip bitirdiler. Çoğu pasaportlarda turist sözcüğünü görünce “Turist, turist, çok turist komşi!“ diye söylenerek otobüsün ön kapısından indiler.