Leyla Atabay E-Tipi Cezaevi Elbistan/Kahramanmaraş
I
Felsefenin dipsiz kuyusuna düşmem tamamen tesadüf eseridir. Hazin bir sonbahar günü, esip duran rüzgara aldırmadan volta atıyordum. O esnada, voleybol topunu duvara vura vura zavallıcığı canından bezdiren arkadaşın, bir anlık dikkatsizliğiyle, top, duvardan sekerek kafama çarptı. Zaten miktarı pek fazla olmayan aklım başımdan gitti. Gözümün önünde binlerce yıldız çaktı. Tünelin ucu bir göründü bir kayboldu. Çok şükür! Verilmiş sadakam varmış ki. Yıldızlar çabuk kayboldu! Kendimi yitirip tekrar bulmam birkaç saniye sürdü ama ben artık eski ben değildim. O çarpıma adeta epistemik bir çöküşe yol açmış ama çöküş yeni bir inşa ile tamamlanmamıştı. Zihnimi sonsuz sayıda soru işareti ve derin bir varoluşsal kriz ele geçirmişti. Bir soru işaretinden ibarettim artık.
Topu kazara atan arkadaşa dönüp “Başına top kadar taş düşsün! Topsuz kalasın! Topsuzluktan ölesen de bir yudum top verenin olmaya!” diyecekken şu beddualar döküldü dilimden;
“Aklın Berkeley’le bulana! Gelen otobüsün gerçekliğini yok sayıp altında kalasan!
Aristo’nun ak-kara mantığında hapsolasan! Griyi, orta yolu, üçüncü olanağı bulamayasan!
Leibniz’in kapısız-penceresiz monadlarına hapsolasan! Ne gelenin ola ne gidenin!”
Arkadaşın şaşkın bakışları altında içeriye girmek üzere yürüdüm. Ama o kolumdan tutup kibarca sordu;
“İyi misin? Kusura bakma, lütfen.”
“İyi veya kötü! Bunlar göreceli kavramlar. Burada iyi dediğimize, dünyanın başka yerindeki bir toplum kötü diye bilmekte!”
“Top kafana değdi ya, o açıdan sordum. Vallahi kazara oldu. Topu duvara fırlattım. Duvardan...”
“Duvar mı? Duvar dediğin nedir? Maddi dünyanın varlığından nasıl böyle emin oluyorsun? Zihnimiz duvarı algılıyor diye duvar var, diyebilir miyiz? Belki duvar yok! Onu bırak! Zihnimiz var mı yok mu, o bile belli değil”
“İyisin değil mi? Başına bir şey olmadı değil mi? Bu kaç?
Arkadaşı voleybol topu, varlığı ispatlanmamış duvar ve manasız sorularıyla baş başa bırakıp içeriye girdim. Karşıma Yayla çıktı. Onu görür görmez söylenmeye başladım
“Duvar, diyor. Duvar var mıdır? Hani ıspatı? Gözle görüyor, dokunuyoruz ama bu, duvarın varlığının kesin ıspatı değil ki! Zihnimizin bir oyunu bu! Her şey yanılsama! Zaman, mekân, şu, bu...Hep kandırmaca. Duvar yok!”
Yayla bir anlığına düşündü. Söylediklerim aklına yatmış gibiydi.
“Duvar yok mu? Allah! Allah! Kesin yok mu? Weyy. Ma desene boşuna yatıyoruz zindanda bunca yıl!”
Bu sözler üzerine felsefik sorgulamam felç oldu. Bizim Yayla nevi şahsına münhasır bir insandır. Onu anlatmak için denizler mürekkep, yeryüzündeki tüm ağaçlar divit kalem olsa, yetmez. Yeryüzünde doğal kalmayı başarmış nadir insanlardandır. Neyse. Onu sonra anlatırım. Felsefe belasına bulaştığım günü anlatıyordum değil mi?
Yayla’nın sözleri beni bir süreliğine felç etse de, toparlanmam uzun sürmedi. Koğuşun üst katına, yatakhane bölümüne çıkınca, elinde tesbihi nirvanada at koşturan, lotus pozisyonunda oturmuş Gülistan Ana’ya yanaştım. Kürtçe sordum.
“Biz niye varız? Dahası var olmak nedir? Varlıktan önce yokluk var idiyse, yokluk da var değil midir?”
Gülistan Ana hiç oralı olmayıp, tesbihini çekmeyi ve Allah’ın isimlerini saymayı sürdürdü. Belli ki o ermişti ereceğine. Bulmuştu cevaplarını. Ehh, hakikatin son noktası suskunluk değil midir? Mevlâna “hamuş, hamuş” demiyor muydu?
Ama ben daha işin başındaydım ve konuşmak için can atıyordum. Yan ranzadan Rengarengin seslenmesiyle, sükût altınının yerini gümüş aldı.
“Tanrıça İsıs var ya, Osiris’in cesedini birleştirip ona yeniden can vermiş!”
Rengareng’in bu sözleri üzerine tedirgin gözlerle Gülistan Ana’ya baktım. Tesbihi şıklatma şiddeti arttı, ağzından “tövbe, tövbe”ler döküldü. “Tanrıça” kelimesine ifrit oluyordu. Kadından tanrı mı olurdu! Tövbe, tövbe! Şirk, şirk, şirk. Nıç! Nıç! Hele o tanrılar panteonu yok mu? Kim kimin karısı, kim kimin kızı, belli değildi. O Zeus ne utanmaz bir adamdı? Hermes hırsızın teki, Afrodit ise tam bir zilliydi!
Her birimiz, Gülistan Ana’nın dinî duyarlılığını bildiğimizden, sözlerimize dikkat eder, mitolojiden uzak dururduk onun yanındayken. Ama Rengareng bana mısın demezdi.
Kaş göz işaretlerim işe yaramayınca, konuyu değiştirmek için bir hamle yaptım.
“Sahi, Rengareng! Sen postmodernizmi araştırıyordun.”
Hamlem işe yaradı. Rengareng, kendisinin pek değerli katkıları ve acaip yorumlarıyla daha da çetrefilli ve karman çorman hale getirdiği postmodernizmi anlata dursun, ben de fırsattan istifade ondan bahsedeyim.
Pot kırmada kimsenin eline su dökemediği bu arkadaş işe yemek eşittir coğrafya gibi bir formülle başlamıştır. Bezelye’ye “Brezilya”, ıspanağa “İspanya”, mercimeğe ise “Meksika”der. Hadi Brezilya’yla bezelye, ıspanakla İspanya arasında az da olsa bir sesteşlik var. Meksika ile mercimek ne alaka! Dildeki bu tür sürçmelerin kökenini araştırmak üzere Freud’un kitaplarını ard arda deviren Rengareng, ailesinde Latin kökenli biri olduğun dair mühim bir tespite varmıştı. Görüş günü, bu mühim sorunu çözmek maksadıyla anne ve babasına bir süre Freud’dan bahsetmiş, ardından kendisine bebekken bakan Latin bir dadısı olup olmadığını sormuş, babasının “Kızım, kafayı mı yedin?” şeklindeki karşılığıyla araştırmasını sonlandırmıştı. Aslında biraz düşünse değil Latin bir dadının, kuş uçmaz kervan geçmez köylerine, yan köyden dahi kimsenin gelemeyeceğini, dahası koskoca Makedonyalı İskender’in bile, köylerinin bulunduğu görkemli Zagrosları görünce kuyruğunu kıstırıp geri bastığını hatırlayacaktı.
Babasının cevabı Freud’un psikanalizine yönelik şüphelerini arttırsa da asıl vazgeçişi, bir psikanaliz deneyinin başarısızlıkla sonuçlanması nedeniyle olmuştu. Bulaşıkları bol bol köpükle ovmasına rağmen iş durulamaya gelince pek az bir sudan geçiren bir arkadaşın, bu “bulaşıkları iyi durulamama sendromu”nu çözmek için kolları sıvayan Rengareng, onu bir sandalyeye oturtmuş ve çocukluğunu anlatmasını istemişti. Arkadaşın “Filmlerde koltuğa, kanepeye uzanılıyor. Sandalye ile nasıl psikoterapi yapacaksın? Olmaz ki!” itirazı üzerine, bir süre düşündükten sonra, hastasının, yere serdiği gazetelerin üzerine uzanmasını istemiş ve psikoterapiyi başlatmıştı. Tabii, hastayı konuşturmak için kâh ters psikoloji kâh soruyu aynen yankılama yöntemlerine başvurmuştu.
Önce ters psikolojiyi uygulamıştı.
“Bana çocukluğunu anlat! Yok! Yok! Anlatma!”
“Anlatmayayım mı?”
“Anlat!”
“Anlatayım mı?”
“Yok! Yok! Anlatma!”
“Anlatmayayım mı?”
Bu yöntemin işe yaramadığını görünce hastanın cümlelerini yankılamaya başlamıştı.
“Anlatmayacağım mı, diyorsun?”
“Yok! Bir şey demedim ki!”
“Bir şey demedin mi?”
“Hee, demedim. Daha başlamadım ki!”
“Daha başlamadım mı, diyorsun?”
“Vallahi kafam karıştı. Bir şey anlamadım?”
“Kafan karıştı ve bir şey anlamadın!”
“En iyisi ben gidip bulaşıkları yıkayayım”
Terapiden alt üst olmuş bir kafayla çıkan sendromlu arkadaş, bulaşıkları köpüklemeyi unutmuş, her birini yağlı yağlı durulamıştı. Bu durum, Rengareng’in psikoanalize olan inancını sarsmış, kendisi bu kadar doğru uygulamış olmasına rağmen yaşadığı hezimeti Freud ve cümle psikologların beceriksizliğine bağlamıştı. Hem zaten rüyalarını analiz ederken de istediği sonuçları elde edememişti. Mesela anne imgesini rüyasında bir kuş olarak görmesi gerekirken, annesini olduğu gibi görmüştü. Olmazdı ki!
Rengareng’in potları sadece yemek isimleriyle sınırlı değildir. Onun kendine has ilginç bir dili ve grameri vardır. Mesela “cık” ekini her türlü varlığın küçük halini tanımlamakta kullanır. Enik “köpekçik”, bebek “insancık”, küçük boy bir dolap ise “dolapçık”tır.
Ayrıca iflah olmaz bir hastalık hastası olan Rengareng’in vaktinin çoğu revirde geçer. Buna rağmen, her defasında doktor ve revir çalışanlarını kırdığı potlarla şaşkınlığa uğratmayı başarır.
Yine revire gittiği bir gün, doktorun yanına varır varmaz heyecanla hastalığını anlatmaya başlamıştı. Boğazından küçük küçük kan parçaları geliyordu.
“Doktor Bey! Doktor Bey! Benim boğazımdan kancıklar geliyor!” diyerek doktorun, şaşkınlıktan elindeki kalemi düşürmesine yol açmış, daha adamcağız ne olduğunu anlamadın ikinci şok dalgası gelmişti.
“Haa, bir de, Doktor Bey, saçımda çok köpek var. Bir dinazor yazarsanız iyi olur. Olmadı, köftehor yazın! Ha bir de yaygaraya ihtiyacım var!”
Meali; Saçımda çok kepek var. Bir nizoral (tıbbi şampuan) yazarsanız iyi olur. Olmadı, ketoral (tıbbi şampuan) yazın. Ha bir de gargaraya ihtiyacım var!
Rengareng’in devirdiği çamlar toplansa tüm Hristiyan alemin, bir milenyuma yetecek kadar yılbaşı ağacı çıkar. Neyse. Ben yine koğuşa ve felsefeyle kafayı bozduğum güne döneyim.
Rengareng postmodernizmi bir öyle bir böyle yoğuruyor, belirsizliğine belirsizlik katıyorken, pencereye doğru yürüdüm ve kafamda kımıl kımıl kımıldayan soru işaretlerinin bazılarına cevap bulurum umuduyla dışarıya baktım. Amanın! Bir de ne göreyim, lapa lapa kar yağıyor!
“Aa! Bakın, kar yağıyor! Oysa az önce açıktı hava” dedim heyecanla.
Rengareng postmodernizmi bir kenara fırlatıp soluğu pencerenin önünde aldı. Gelenlerden bir diğeri de Gülistan Ana’ydı. İntikam vaktinin geldiğini anlayan bir kaplan edasıyla ellerini beline koydu ve Rengareng’e bakarak şöyle dedi;
“Postmodernizm-tostmodernizm! A ha Xwedê jî wûsa dike!”
Türkçesiyle “Postmodernizm-tostmodernizm! İşte Allah da böyle yapar!”
Rengareng bana mısın bile demedi. Az önce attığı postmodernizm nutuğuna bir övgü saymış olmalı ki, Gülistan Ana’ya sarılıp “Oyy! Sen ne şirinsin!” dedi. Sonra bana bakıp göz kırparak “Gülistan Ana beni çok seviyor” diye ekledi. Gülistan Ana’nın yüzünde öyle bir ifade belirdi ki Rengareng’i boğması an meselesiydi.
Rengareng’in Gülistan Ana tarafından sevildiği yanılgısı beni yeniden varoluş yanılgısına, çevremizdeki dünya gerçekten var mı sorusuna yöneltti. Cevaplanacak nice soru vardı da topu kafama yiyene kadar haberim yoktu! Ah! Ah! Soru çok ama aklın cevaplama gücü kıttı. Neredeydi peki cevaplar? Gerçekliği sorgulanır haldeki dış dünyada mı? Yoksa aklın kendisinde mi, içeride mi?
Yağıp duran kara baktım bir süre ama cevap yoktu hiçbir soruya. En iyisi cevapları kendi iç dünyamda aramaktı. Akıl yetersizdi. Kapalı bir devre idi. Ama olanakları da tüketmek lazımdı. Hoş, dışarıya baksam yine akıl ile bakacaktım. Of ya! Hapsolup kalmıştık şu akıl denen çemberin içine. O da uzay gibi sonlu bir sonsuzdu.
DEVAM EDECEK
Tutsak yazar Leyla Atabay felsefe yazılarına başlıyor: "FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU I"
"Terapiden alt üst olmuş bir kafayla çıkan sendromlu arkadaş, bulaşıkları köpüklemeyi unutmuş, her birini yağlı yağlı durulamıştı. Bu durum, Rengareng’in psikoanalize olan inancını sarsmış, kendisi bu kadar doğru uygulamış olmasına rağmen yaşadığı hezimeti Freud ve cümle psikologların beceriksizliğine bağlamıştı. Hem zaten rüyalarını analiz ederken de istediği sonuçları elde edememişti. Mesela anne imgesini rüyasında bir kuş olarak görmesi gerekirken, annesini olduğu gibi görmüştü. Olmazdı ki!"
Kategori:
Bunları Okudunuz mu?
Hapishane Edebiyatı
Ümüş Eylül Dergisinin 53. Sayısı Yayınla...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan
Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2024 tarihli 53. sayısı...
Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Konuk Yazarlar
ZİNE/ Nazir Atila
Zine birden telaşlandı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Yüreği korkuyla karışık bir heyecanla atmaya başladı.
“Korkma Zine, okulun reviri var,...
"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...