
SANAT MANAT HARAÇ MEZAT
“Zalimin parasını alan, O’nun kılıcını çalar…” Halil Cibran
Sanatçı biriktirdikleriyle – gözlemleriyle eser meydana getirir. Bu birikim uzaydan gelmiyor. Önce doğup büyüdüğümüz coğrafyanın, sonra da uzak diyarların sesleri bizim sanat edimimize etki ediyor. Bu girift ilişkilerin - seslerin arasından “imdat çığlıkları”na, her dilden yakılan ağıtlara kulak tıkamak mümkün elbette. Sadece deniz dalgalarını, ispinoz seslerini veya aşk namelerini işitmek üzere kendimizi kodlayabiliriz. O da siyasi bir tercihtir. Bu durumda sanatçı, üç maymunları oynayarak siyasi iktidara destek olur. Çünkü “Sanatın dışında kalacak bir gerçek dünya yoktur. Duyumsanabilir ortak kumaşın üzerindeki estetik politikası ile politika estetiğinin birleşip ayrıldıkları tek ve ikili kıvrımlar vardır. ‘Kendine gerçek’ diye bir şey yoktur; algılarımızın, düşüncelerimizin ve müdahalelerimizin nesnesi olarak, gerçeğimiz olarak bize sunulmuş olanın yapılandırılması vardır.”[i]
Ranciére’in dediği gibi “Öncelikle sanat siyasidir çünkü mekânın, görünürlüğün ve yaşanırlığın dağılımını yeniden biçimlendirir. (…) Sanat siyasaldır çünkü sosyal tahakkümün biçimlerini yapılandıran zaman ve mekânın sıradan koordinatlarını askıya alarak belli bir algısal modeli biçimlendirir.”[ii]
Ranciére’e ek yapayım: Şimdilerde “çoklu gerçekçilik” tartışmaları yapılıyor. Yani söz konusu olan “gerçeğin-bilgi”nin gizlenmesi değil bulanıklaştırılmasıdır, neoliberal “toplum mühendisleri” tarafından gerekli - gereksiz milyonlarca bilginin pompalanması sonucu hakikatin arada kaybolmasıdır. Gerçeğin bilince ulaşmadan, hakikate dönüşemeden savrulmasıdır. Dolayısıyla gündelik dilin dışına çıkmasını beklediğimiz sanatçılarda bugünü anlama ve geleceğe tasavvur edimi zayıflıyor. Gidimli dilin dışına çıkanların bazıları da hakikatin ya üstünde ya altında gezinip duruyor. Demem o ki; duyargaları daha açık olduğu varsayılan sanatçılar da bu gelişmelerden nasibini alıyor. Onlara “gerçeğin dolayında” gezinmeye ya da iş işten geçtikten, atı (para ve iktidarı) alan Üsküdar’ı geçtikten sonra “gibi yapma”ya, “muhalif görünme”ye izin veriliyor.
Sanatın ve sanatçının ehlileştirilmesi – iğdiş edilmesi projesi yeni değildir. Bir dönem Marshall planı çerçevesi içinde amacı Sovyetlere karşı savaş olan “Özgür Avrupa Ülküsü, Kültürel Özgürlük Kongresi, Varfield vakfı” adlı vakıflar kurulmuştu. “Kültür alanının NATO’su olarak görülen ‘Kültürel Özgürlük Kongresi’, 35 ülkede açtığı bürolar aracılığıyla yayıncılık faaliyeti ve dağıttığı ödüllerle kayda değer pek çok entelektüeli istihdam etmiştir.”[iii] Bu gibi vakıflar on yıllar boyunca -kendi seçtikleri ve örgütledikleri sanatsal etkinliklere milyarlarca dolar aktarmıştır. Çalışma kurullarında General Motors başkanı ve Henry Ford gibi kapitalistlerin yanı sıra CİA ajanları da yer almıştır.
Sözünü ettiğim vakıflar bugün deşifre olmuş durumdadır. Ama sanatın ve sanatçının, dünyanın birçok coğrafyasında, kimi zaman siyasi zor yoluyla kimi zaman da “sponsorlarla” ehlileştirilme süreci yine farklı araçlarla devam etmektedir. Türkiye’de de durum çok farklı değildir. Yandaşlarını kollayan, muhalif sanatçıları yok sayan, yok saymakla kalmayıp onları mahkeme kapılarında yıldırmaya çalışan, kimilerini hapse atan, sürgünde yaşamak zorunda bırakan siyasi iktidarın, yanı sıra sermaye sınıfı da -sözüm ona sanata ve sanatçıya destek adına- yayınevleri ve galeriler açarak, harcadığı parayı da vergiden düşerek sanatçıları “ehlileştirme” politikasına katkı sunmaktadır.
İşte bu suç makinesinin aktörleri bir yandan kendilerini aklamak, halka şirin görünmek diğer yandan sistemin devamlılığına katkıda bulunmak amacıyla dönem dönem sosyal faaliyetlere, sanatsal etkinliklere de sponsor olmaktadırlar.
“Özel şirketlerin sponsorluğu ve kamu fonlarına bağımlı gerçekleşen sanatsal etkinlikler, şirketlerin sanata müdahil olması, hatta sanat yapıcı olması sanatçıları kendi kökeninden koparır- kopukturlar. Sanatsal bir etkinlik olarak bienaller, festivaller ve onların sanatçıları, yenidünya düzeninde yeni ekonomik ve politik güçlerinin kültürel düzeyde hegemonyasına hizmet ediyor. Ürkütücü olan, sanatın neo-liberalizmin propagandasını yapması değil, neo-liberalizmin inşasında rol ve işlev üstlenmesi. Bu neo-liberal küreselleşme sanat dünyasını şirket enternasyonalizmini benimseyecek şekilde dönüştürmüştür.”[iv]
Sonsöz
Ancak devlet aklının ve sermaye kalemşorlarının anlayamadığı şu olmuştur: Bu ülkede “başka bir dünya mümkün” diyen sanatçılar her dönem baskılara, tutuklamalara, karartmalara, sansüre karşı baş kaldırmış ve babam şair Süleyman Okay’ın hapishanede yazdığı şiirin adı gibi “Sevda tutuklanamaz” diye haykırmışlardır. Dünyada ve ülkemizde en has şairler / yazarlar / sanatçılar hep zalime karşı mazlumun yanında olmuşlar, ellerindeki iktidar mührünü kötülük için kullananlara baş kaldırmışlardır. Pir Sultanlar’dan Nazım Hikmet’lere, Missak Manouchian’dan Feqîyê Teyran’a, Atilla Jozef’ten Bertolt Brecht’te, Heine’den Victor Hara’ya, şu anda tutsak olan ve 20 kez kanser ameliyatı olduğu halde hâlâ serbest bırakılmayan şair Erol Zavar’dan ortak kitap hazırladığımız[v] tutsak hekim Ayhan Kavak’a ve daha nicelerine kadar bu gelenek sürmektedir.
İşte ben / biz de onlardan feyz almaktayız. Ruhlarını şeytana satan sanatçılardan değil.
Adil Okay
okayadil@hotmail.com
[i]J. Ranciére, Özgürleşen Seyirci, (Çev. E. Burak Şaman), İstanbul, Metis yayınları, 2009.
[ii] J. Ranciére, Disiplinler arası düşüne: Bir bilgi estetiği, Sendika org için çeviren: Kutlu Tunca
[iii] Frances Stonor Saunders, "Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş.
[iv] İlyaz Bingül, “Sanat(çı)lar, Felsefe(ci)ler Neyle Yaşar?”, Birgün, 9 Kasım 2009, s.14.
[v] Firari Yazılar, Adil Okay – Ayhan Kavak, Klaros yayınları, Ankara, 2023.