Leyla Atabay: FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU IV BÖLÜM 4

Görülmüştür kullanıcısının resmi
"Arara’nın patlattığı sakız balonu sonucu yaşadığım korkuyla kafamı ranzaya çarptığım için, birkaç gündür yatakta dinlenmekteydim.

Gülistan Ana’ya göre başıma gelenlerin tek nedeni felsefe-melsefe denen bu kötü cini kovmak ve beni kurtarmak niyetindeydi.
Gülistan Ana cin kovma ritüelini gerçekleştirirken, ben de elimle kafamdaki şişliği yokladım. Hemen hemen iyileşmişti. Neyse ki zaman diye bir şey var. Tamam, bizi yaşlandırıyor ama o olmasaydı acılarımız da geçip gitmez, geride kalmazdı. Ah zaman! Onun kadar ilginç, onun kadar kafa karıştırıcı bir şey yok şu evrende. Zaman nedir? Akıl en çok bu soruya cevap vermek için çabalıyor. “Zaman oynayan, dama taşı süren bir çocuktur: bir çocuğun hakan oyunu!” diyor Herakleitos. Aynı ırmaklara girenlerin üzerine hep başka sular akar gelir. Aynı ırmaklara giriyoruz hem girmiyoruz, hem biziz hem değiliz. Her şey gelip geçiciyse o halde hakikat nerede? Her şey oluştan ibaretse sabit olan nedir? Kesinlik yok! Kesin cevap yok. Hadi zaman gelip geçsin, ya mekan? Zaman ardışıklık, mekan biraradalık mı? Peki, her şey bir yana, bu maydanoz kokusu da nereden geliyor?"

 

LEYLA ATABAY L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA-ANTALYA

 
                                                               IV
      “Bak kızım. Beni iyi dinle. Bu dünyayı zaten kaybettin! Bari öteki dünyayı kazan. Cennet için çalış.”
      “Tamam da Gülistan Anacığım, O zaman çıkar gözetmiş olmaz mıyım? Ayrıca zindandayım diye dünyayı kaybetmiş sayılmam ki! Hayat içeride de olsam dışarıda da, devam ediyor. Onu güzel ve anlamlı kıldığımız sürece...”
      “Bol bol dua et. Allaha sığın. Nefsini kurtar”
      “Nefs dediğin benliğin bir türü. Onun varlığından dahi emin değilken nasıl kurtaracağız? Descartes bile benin varlığına varmadan şüphe ile yaklaşıyor her şeye. Hatta matematik gibi kesin bir bilimden bile şüpheleniyor. Kötü niyetli bir cin tarafından kandırılıyor olabiliriz, diyor.”
      “Tövbe! Tövbe! Cin mi? Bismillahirrahmanirrahim!”
      “Cin tabii! Hani kesin bilgiye ulaşmak için ilk önce şüphe yöntemini kullanıyor dedim ya, işte ilk başta duyulardan şüphelenip onları bir tarafa atıyor. Örneğin, duyularımız uyku ile uyanıklık arasında kesin bir ayrım yapamazlar. Rüya görürken onu gerçek zannederiz. Dahası duyular bir tür inançtır. Bilgiye duyulan inanç! Eğer öyleyse, kesin bilgidir dediğimiz matematiğe duyulan inanç bize kötü bir cin tarafından aşılanmış olabilir. O kötü cin bizi iki kere ikinin dört ettiğine inandırmış olabilir. Çin tarafından kandırılmadığımızı kim söyleyebilir?”
      “Vah! Vah! Cin seni kandırmaya mı çalışıyor? Bismillah! Bismillah”
      “Ya, işte! Her şeyden ama her şeyden şüphelenince, insanın elinde bir tek herşeyden şüphelenen olarak ‘ben’ kalıyor. Şüpheleniyorum öyleyse varım!”
      “Kimden şüpheleniyorsun? Kim musallat etmiş o kötü cini sana? Bismillah! Bismillah!”
      “Hangi cini?”
      “Vah! Vah! Kızım! Senin kafanı hep o cin bulandırıyor.”
      “Haa, evet felsefe cini. Sokrates’in diamon’u!”
      “Sokrates kim? O mu musallat etti cini?”
      “Diamon Sokrates’teki iç ses. Yani Sokrates’i uyaran, onu erdemsiz davranışlardan koruyan ilahi iç ses!”
      “Nerededir şimdi bu Sokrates?”
      “Öldü”
      “Allah rahmet eylesin. Ölmüşse cini o musallat etmemiştir”
      “Yani cin dediğin doğanın olumlu ve olumsuz enerjileridir bence. Paralel evrenler var bir de. İç içe ne tür varlık boyutları var da, aklımızın sınırlarının dışında kaldığı için kavrayamıyoruz.”
      “Bismillah! Bis...”
      “Niye ayet okuyup yüzeme üflüyorsun?”
      “Allahû...”
      “Doğada her varlık canlı aslında. Taş diyoruz, o da cansız değil. Bir canlılığı var, ruhu var. Taş cini yani”
      “Sana bir dua ezberleteceğim. Cinleri görünce hemen oku”
      Arara’nın patlattığı sakız balonu sonucu yaşadığım korkuyla kafamı ranzaya çarptığım için, birkaç gündür yatakta dinlenmekteydim. Gülistan Ana’ya göre başıma gelenlerin tek nedeni felsefe-melsefe denen bu kötü cini kovmak ve beni kurtarmak niyetindeydi.
      Gülistan Ana cin kovma ritüelini gerçekleştirirken, ben de elimle kafamdaki şişliği yokladım. Hemen hemen iyileşmişti. Neyse ki zaman diye bir şey var. Tamam, bizi yaşlandırıyor ama o olmasaydı acılarımız da geçip gitmez, geride kalmazdı. Ah zaman! Onun kadar ilginç, onun kadar kafa karıştırıcı bir şey yok şu evrende. Zaman nedir? Akıl en çok bu soruya cevap vermek için çabalıyor. “Zaman oynayan, dama taşı süren bir çocuktur: bir çocuğun hakan oyunu!” diyor Herakleitos. Aynı ırmaklara girenlerin üzerine hep başka sular akar gelir. Aynı ırmaklara giriyoruz hem girmiyoruz, hem biziz hem değiliz. Her şey gelip geçiciyse o halde hakikat nerede? Her şey oluştan ibaretse sabit olan nedir? Kesinlik yok! Kesin cevap yok. Hadi zaman gelip geçsin, ya mekan? Zaman ardışıklık, mekan biraradalık mı? Peki, her şey bir yana, bu maydanoz kokusu da nereden geliyor?
      “Pışt! Hey! Bir hoş geldin demek yok mu? Hasta ziyaretine geldik yani!”
      “Aa, Yayla! Dalmıştım vallahi!”
      “Al, buyur. Bunlar sana” diyerek elindeki bir demet maydanozu zarif bir tavırla uzattı. Eh! Çiçek yoksa maydanoz! Ekmek yoksa pasta yenilmiyor muydu?
      “Teşekkür ederim, Yaylacan”
      “Ee? Nasılsın felsefe gazisi?”
      “Aman çok komik!”
      “Weyy! Sen bugüne bugün sakız balonuyla kafası kırılan tek insansın. Ma sana gazi demeyeyim? Ha ha haa!”
      “İki gündür gülmeye de doyamadın.”
      “Weyy! Tabi ki güleceğim. Bak dinle, sen o mübarek adama laf atmasaydın bu hal başına gelmezdi.”
      “Hangi mübarek adam?”
      “Tabii ki Aristo!”
      “Allah! Allah!”
      “Bence sen şu felsefe işini bırak”
      “Ben bırakmasına bırakırım da o beni bırakmıyor”
      “Aman! Vallahi hep boş işler. Hayat dediğin pratiktir. Felsefe neye yarayacak?”
      “Ama insan...”
      “Bence felsefe sadece boş zamanı doldurmak için var.”
      “Boş zamanlarımda felsefe yapmalıyım yani?”
      “Boş işler, boş. Sen onu bunu boşver şimdi. Arara rüyasında kimi görse o tahliye oluyor.”
      “Haa, bu dolu iş yani! Ee? Seni de mi gördü?”
      “Yok. Ama beni görmesini sağlamaya çalışıyorum.”
      “Rüya siparişi alıyor mu Arara?”
      “Ona kaç kere söyledim ama beni görmedi. Görmesini sağlamak için sürekli onun aklına mesajlar gönderiyorum.”
      “Allah! Allah!”
      “Tabii. Hep kendimden bahsediyorum. Ve hep dışarıdan bahsediyorum ki, iki durumu yani benle dışarıyı kafasında, bilinçaltında harmanlasın”
      “Vay, vay”
      “Evvelki gece rüyasında beni görmüş! Ama maalesef içerideymişim. Dün gece ise dışarıyı görmüş ama ben yokmuşum!”
      “Hımm.”
      “Esas sorun iki durumu birleştirmek.”
      “Bence Arara uyurken, gidip kulağına ‘Yayla-dışarı’ ‘Yayla-dışarı’ diye fısılda!”
      “Yaa? İşe yarar mı?”
      “Ya Allah aşkına, yaa! Ya beni dinden imandan çıkarma! Yahu olacağı varsa ve bu olacak şey kendini kehanet olarak bildirme lütfunda bulunacaksa, bunu senin zorlamanla yapmaz ki! Kehanet rüyaya gönüllü gelir. Sen kement atıp boynundan zorla çekemezsin ki!”
      “Weyy! Bu da kendini etti kehanet uzmanı!”
      “E, tamam. Sen bilirsin. Ama gidip de çocukcağızın kulağına fısıldayayım, uykusundan edeyim deme. Zavallım  Hejir’i kaçırttın, bu yavrucağızın kanatları da yok senden kaçsın.”
      “Neyse. Zaten şeyhin kehanetiyle Zerê anamın rüyada bana görünmüş olması yeter. Sahi Gülistan Ana niye sana bakıp bakıp dua okuyor?”
      “Cin kovuyor.”
      “Bismillah!”
      “Vallahi, billahi, tillahi cin kovuyor”
      “Hımm. Aslında ben de sezdim. Senin etrafında olumsuz bir enerji, bir tür cin atmosferi var”
      “Ya, işte yatakta başımı dinliyorum ya iki gündür, o derin varoluşsal endişe sardı yine ruhumu. Tek kalınca içim kararıyor. Nasıl bir umutsuzluktur o öyle. Aslında insanın kendine tahammülü yok. O yüzden tek kalmayı göze alamayız. Korku, kaygı, can sıkıntısı, hayatın anlamı veya anlamsızlığı ile yüzleşmek zorunda kalmamak için yalnız başına kalmaz asla. Kendine katlanamaz. Yüzleşmek ürkütücüdür varlık sorunuyla. Hiçliğiyle kim yüzleşmek ister? Unutmaya vurur kendini. Kaçış. Kaçış.”
      “Bak şu başucunda duran şahmeran resmi var ya, uğur için astın ama ben hissediyorum bir uğursuzluk var. Ama şahmeranda değil. O zaten uğurlu. Uğursuzluk ressamda. Seni hep bu uğursuz uğurluluk bozuyor.”
      “İnsan dediğin et ile kemik. İçi usanç, sıkıntı, boğulmuşluk, hiçlik, boşluk, yetersizlikle dolu bir et yığını.”
      “Problem şahmeranda değil. Onu resmedende. Yılan elbette tehlikeli bir hayvan. Ama Şahmeran onların kraliçesi ya, o tehlikeli değil, iyi kalpli ve uğurludur.”
      “Yılanın, kuşun, çiçeğin varlık sorunu yok. Kendi varlıklarına dair farkındalık taşımıyorlar. Onların seçim yapma gibi bir durumları yok. Oysa insan her an bir seçim yapar. Öte yandan seçim denilen şey de bir hayal, vehim. Seçim yapamıyorsun. Seçim seni zorluyor, buluyor. İpin bir ucu seçim bir ucu zorunluluk. Seçim hem var hem yok. Tesadüf yok. Her şey zorunluluğun eseri. Dünya, güneş, gezegenler... her biri fizik yasalarına göre hareket ediyor. Zorunluluğun esirleri hepsi. O devler, o kara yıldızlar zorunluluğun esiriler de bizim gibi et ve kemik yığını, küçük iki ayaklı hayvanlar mı özgürdür? Peh peh!”
      “Yok! Şahmeran iki ayaklı değil zaten. Bir sürü yılansı ayağı var. Tabii resimden resime değişiyor.”
      “Olaylar zamanda nedensel bir sırayı takip ederek varoluşlar ve hiçbir şekilde değişmezler”
      “Değişiyor! Değişiyor! Bende bir şahmeran resim var. Orda ayakları altı tanedir.”
      “Acaba çare nerede? Stoacılar gibi kendi içimiz de mi aramalı, yoksa Epikurosçular gibi kendimizden kurtularak, kendi sınırlarımızı aşarak mı varırız huzura? Herakleitos gibi ağlamalı mıyız? Yoksa Demokritos gibi gülmeli miyiz?”
      “Nıç, nıç. Niye ağlayacaksın ki? Ma biri mi ölmüş?”
      “Kurtuluş nerede?”
      “Yok! İşte insanın büyüklüğü burada! Kurtuluş olmadığını anlayan tek varlık! Bir sisifos!”
      “Hiiy. Vah vah! O Sisifos’tan hiç bahsetme! Çok günahım geli o adamcağıza. Zeus demiş ya, hep bu kayayı şu tepeye taşı. Zavallı adam tepeye çıkarınca da yine yuvarlanıyor yere. Yani o kayayı tepeye çıkardıktan sonra onun yuvarlanmasını engelleyecek bir taş koysa altına, kaya yokuş aşağı gitmeyecek. Nıç, nıç. Çok akılsız bir adam. Yani ailesi de çok duyarsız! Ne oğlu ne akrabaları yardım ediyor. O kadar ağır bir kayayı tek başına taşıyor. Nıç, nıç. Bak eğitim çok mühim. Çocuklarını iyi yetiştirseydi, babalarına yardım ederlerdi. Kollektif bilinç eksik.”
      “Kollektif bilinç mi?”
      “Bak. Bu Şahmeran resmini kaldır buradan.”
      “Of Yayla. Şimdi de Şahmerana mı taktın kafayı?”
      “Wey. Benim Şahmeran’la bir sorunum yok! Böyle konuşma. Bana da zarar verecek şahmeran. Ben kuantumik açıdan değerlendiriyorum. Ve bunu unutma ki hem şahmeran hem de Delphoi’nin yılanları kehanet yeteneği taşırlar.”
      Yayla’nın Kuantum kuramı ile tuzlayıp sosladığı birçok batıl inancı vardır. Güne başlarken ilk yargısı günün uğurlu mu uğursuz mu olacağı yönündedir. Cevap kesindir; hem uğurlu hem uğursuz. Delphoi kahinlerinin muğlak dizeleri gibi her anlama gelebilecek şiirler ürettiği de olmuştur. Esrimek için gözlerini yumar ve “hımmm” diye mırıldanır. Bu esrime anları genelde kendisince uğurlu saydığı her ayın ilk Çarşambasında zuhur eder. Tanıklık ettiğim kehanet esrimelerinden biri şöyle olmuştu.
      “Hımmm. Hımmm. Görüyorummm. Bir kepçe var. Kepçe kepçe içinde. Olacak bir latife. Hımm Ocakta buz gibi bir ateş. Bulut olacak göğe eş.”
      Elbette bu Delphoi kahinlerini kıskançlıktan çatlatacak dizelerin Yayla’ya göre yorumu şu idi, üç aya kadar dışarıdayız! Bulut biz tutsaklara, gök ise dışarıydı.
      Yayla’ya “şimdi de Şahmerana mı kafayı taktın” dediğim için rengi kokudan sararmış, şahmeranın öfkesini çekmemek için debelenip duruyordu.
      “Ben şahmeran da tüm yılanları da çok severim. Tamam yılanlar tehlikeli dedim ama kendilerine zarar verilmek istendiğinde özsavunmalarını yapıyorlar elbette. O açıdan tehlikeliler. Haklarıdır elbet.”
      “Hımm. Kleopatra’yı da bir yılan öldürmüştü!”
      “Ehh, pehh. Ne alaka? Ne diye söylüyorsun bunu? Ne gerek var, hıı?
      Yayla’nın rengi daha da sarardı ben bunu deyince. Eh nasıl bir hikaye vardı. Bunu hatırlatarak Yayla’nın ödünü koparmayı tasarlıyordum. Kötü kadın modunda idim bugün.                     Bir süre önce Yayla reenkarnasyon incelemesi ve gök, bulut, kuş, yoğurt ve çay fallarından sonra kedisinin bir vaktiler kim olduğunu yüzde yüz doğru bir tahminle bulmuştu. Ve bu keşfini büyük bir heyecan içerisinde gelip benimle paylaşmıştı.
      “Ben var ya eskiden Kleopatra’ydım!”          
      “Eski kraliçe öldü! Yaşasın yeni kraliçe!”
      “Bak dalga geçme. Ben çok ciddiyim”
      “Kleopatra’yken de çok ciddi miydin?”
      “Aslında çocukken de oyunlarda hep kraliçe olmak istiyordum. Meğer nedeni buymuş.”
      “Ya Allah aşkına Yayla, zaten reenkarnasyon iddiasında bulunanlar ya Kleopatra'ydım der, ya da Sezar. Sıradan bir çiftçi, normal bir ev kadını olduğunu iddia edeni duymadım.”
      “Ben yüzde yüz eminim. Tüm fallar da çıktı.”
      “Peki tek kanıtın bu mu?”
      “He, daha ne olsun?”
      “O zaman önüne bir paradoks süreyim. Nasıl hatırlıyorsun? Reenkarnasyon varsa bile kimse eskiden ne olduğun bilmez. O kimlik ölmüştür. İnsan yeniden doğmadan evvel Lethe ırmağından su içer.”
      “Lethe mi?”
      “Hı, hı. Unutma ırmağı. Hades’in karanlık ölüm yurdunun içinden akar. O sudan içince eski hayatını unutur ruh.”
      “Weyy. Ma ben mecburum içmeye! İçmemişimdir belki.”
      “İçmeseydin o zaman Yayla olamazdın. Tam tamam Kleopatra olurdun. Yayla buradaysa kedi nerede? Kedi oradaysa et nerede?”
      “Hiç de komik değilsin. Belki hem Yayla’yım hem Kleopatra! Hem- hem de meselesi. Biraz kuantumik düşün!”
      “Mesela yarı Kleopatra'sın diyelim. Hiç Kleopatra’lığını görmedik.”
      “Weyy! Ma ne yapayım? Kilime sarılıp Sezar’ın huzuruna mı çıkayım?”
      “Problem burada zaten. Kleopatra’yı Kleopatra yapan koşullar yok! Ne sarayın var ne de Mısır’ın! İnsanın kimliği, varlığı bir bağlam içerisindedir. Etrafını saran dünya, yani o dönemin dünyası yoksa, Kleopatra olsan da Kleopatra olamazsın!”
      “Bu ne çelişkili bir cümle!”
      “Kuantumik düşün canım! Hem-hem de!”
      “Benden aldığını bana satma. Ben hissediyorum. Ruhumun derinliklerinde tahtına oturmuş duruyor Kleopatra”
      “Eh, ne diyeyim. Allah sonunu benzetmesin!”
      “Hani duymuşsundur, yani pardon duymak demeyelim de, ne de olsa Kleopatra’nın ta kendisi isen onun bildiklerini de biliyorsundur. Cümlemi düzelteyim. Hani biliyorsun Kleopatra yani sen bir yılan tarafından öldü-öldün-öldünüz. Hem öldün hem de ölmedin.”
      “Weyy. Allah korusun!”
      “Ee. Reenkarnasyonun da bir bedeli var!”
      “Tamam da, yani ben de komple Kleopatra değilim ki!”
      “Yanlış hatırlamıyorsam reenkarnasyonda birçok değişiklik söz konusu. Ama sonları hep aynı oluyor.”
      “Yanlış hatırlıyorsundur.”
      “Dinle bak. Bazı kabilelerde ölümü yaklaşan yaşlı insanlar Azrail’i kandırmak amacıyla isimlerini değiştirirmiş.”
      “Ben de mi değiştirsem?”
      “Ama bir sorun var. Sen hem Yayla-hem de Kleopatrasın. Hem Zeynep-hem de Feride gibi bir isim bulmalısın.”
      “O ırmağın adı neydi?”
      “Lethe”
      “Ben kesin o suyu içmişimdir. Kleopatra’yla da bir alakam kalmamıştır. Aslında sen doğru diyorsun, reenkarnasyon tam bir paradoks. Aslında fallarda çıkan da Kleopatra olmayabilir. Ben şahsen Yayla olmaktan çok mutluyum.”
      “Bir kere söz ağzından çıktı. Yerin kulağı varsa evrenin de kulağı var. Bu iddian dönüp dolaşıp Azrail’in de kulağına gidecektir.”
      “Benim aşağıda işim vardı. Hadi görüşürüz!”
      Yayla o günden sonra reenkarnasyon kelimesinin ağzına almamıştı. Sonu Kleopatra’yla aynı olacak diye ödü kopuyordu.
      Yılanlarla bir derdi olmadığını Şahmeran’ın resmine bakıp ona hitaben anlatan Yayla, elinde bir bardak kahve ile yatakhaneye giren Rengareng’i görünce sustu.
      “İyileştin mi?” diye soran Rengareng elindeki kahveyi bana uzattı.
      “Aman Rengareng, hasat değilim ki iyileşeyim. Kafamda hafif bir şişlik vardı o kadar. İki gündür felsefik bir inzivadaydım. Şişlik geçti ama ruhumdaki metafiziksel ısıtırap duruyor.”
      “Onu bilemem. Yine de şişlik mühim. Beynin zarar görmüş olabilir. Belirtiler de onu gösteriyor zaten! Ha, bu arada şu yazı için kullandığın kağıtları, karalamaları atma. Yazıları silip kağıtları yeniden kullan.”
      “Ama bu yazılar silinmez ki! Tükenmez kalem kullandım.”
      “Ben bir çare düşüneceğim. İsraftan kaçınmak gerek. Mesela koskoca Japonya nasıl zenginleşti biliyor musun? Tek bir pirinç tanesini bile israf etmeyerek. Ekonomi çok mühim. Marx ne diyor; ekonomi de ekonomi! Her şeyin merkezinde, altında ekonomi var. Ekonomi olmazsa felsefe de olmazdı! Karnın tok olacak ki düşünmeye vaktin olsun. Sen hiç yoksul filozof gördün mü?”
      “Sokrates!”
      “Onu geç. Onu eşi geçindirmiş”
      “Diyojen var. Onun gibi birçok Kinik var. Tasavvuf ehlinin büyük bir kısmı yoksuldur. Veya yoksulluğu seçer.”
     “Neyse. Bu konuyu sonra konuşuruz. Benim aşağı da işim var.”
      Rengareng gidince Yayla açıklamaya girişti. Bu arada Gülistan Ana, bir kulağı bizde. Dua okumayı sürdürüyordu.
      “Rengareng iki gündür yatıyor kalkıyor israftan dem vuruyor. Ekonomik kalkınma için israfa son verecekmiş. Çaya şeker katılmasını, çorbaya tuz atılmasını engellemek için başımızı şişirip duruyor. Bir de sağlığınız için böyle yapıyorum diyerek cimriliği övüp duruyor. Mesela...”
      Yayla cümlesini bitiremeden Rengareng elinde bir bardak bitki çayıyla yukarıya geldi ve bardağı bana uzattı.
      “Teşekkür ederim. Ama kahve getirdin ya az evvel. Onu içseydim önce.”
      “Tamam. Önce onu sonra da bunu iç.”
      “Gerek yoktu.”
      “Var, var. Herkese içireceğim”
      “Sebep?”
      “Semaverin fişi yanlışlıkla takılı kalmış. Bir semaver dolusu kaynar su var şimdi. Yazık değil mi? Nıç, nıç. Ziyan olmaması için düşündüm durdum. O suya giden elektrik parasından haberiniz var mı? Yok tabii! Benim kafam neyse ki böyle sorunlara anında çözüm buluyor. Herkes o suyu birer ikişer gerekirse üçer... kahve, bitki çayı biçiminde içecek. Bu bitki çayını da iç. Sana bir kahve daha getireceğim.”
DEVAM EDECEK

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Yeni sergi çalışmamız. "Sınırsız Kü...
  Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf Grubu ve Karşı Sanat Çalışmaları olarak politik tutsaklar ve fotoğrafçılarla yeni bir sergi hazırlığına...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...