Işıklar içinde yatasıca: Bir Komünist’in ölümü – Sinan Gorgan

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
Bir mücadele biçimi ve “hayat tarzının son aşaması” olarak ölüm. İslami usullerle komünist cenazesi kaldırmak kaçınılmaz mıdır? Kendini musalla taşında hocanın dualarına teslim etmek veya cemevinde dedeler tarafından Hakk’a yürüyen can’ımıza bir gülbank okutarak “gitmek” zorunlu mudur?

Komünistler ölmeden önce mutlaka Müslüman mezarlığında bir parsel arsa / mezar yeri satın almalı ve dolayısı ile illa “bu dünyada bir mülk sahibi” olmalı mıdır?

Kargadan başka kuş, mezara gömülmek dışında başka “cenaze kaldırma” ve “yitirilene veda” biçimi yok mudur?

Bugün gazetede okudum:

Komünist Ovacık belediye başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu, değerli yazarımız Vedat Türkali’ye bir mektup göndermiş:

“Halkların kardeşliğine, barışa ve bu dünyanın gelip geçiciliğine vurgu yapmak istiyoruz”

demiş.

Komünist belediyeci Maçoğlu şöyle devam etmiş: “Kızılbaş inancınca ölüm yoktur. ‘Ölüm ölür, biz ölmeyiz’ diyor bir dizesinde Aşık Hüdai. ‘Ölürse ten ölür canlar ölesi değil’ diyen bir geleneğin çocukları olarak, sizin ölümsüzlüğünüze talibiz.

Sizi, ‘Bir Gün Tek Başına’ kalmayacağınız, hiçbir vakit sahipsiz kalmamış dağlarımıza duyacağınız ‘Güven’le ağırlamak istiyoruz.
Zamanı geldiğinde Dersim’deki bu toprağınıza gömülmek isterseniz:
Mezarınızın başına bir ceviz ağacı dikeceğimize, sizi bu topraklarda sahipsiz bırakmayacağımıza söz veriyoruz.”

Ovacık’ın Komünist başkanı, Allah gecinden versin, sevgili Vedat Türkali abimiz, şayet bir gün hakk’ın rahmetine kavuşursa, “gelsin ve ebediyen Ovacık’ta ona tahsis edilecek ebedi istiraathanesinde dinlensin” istemiş.

Başkan yoldaş, o korkunç “ölüm” sözcüğünü isminin yanında kullanmaya çekindiğimiz değerli yazarımıza, “ölüm hasıl olursa”, ne yapması gerektiği konusunda öneride bulunmuş.

Bu öneriyi yaparak, zor bir işe soyunmuş Ovacıklılar.

Bence, iyi öneride bulunmuş Dersimli yoldaşlarımız.

Ciddi ve yerinde bir adım atmışlar.

Oysa bizler ölüm üzerine konuşmaktan hoşlanmayız.

Ölüm üzerine konuşmaktan kimse hoşlanmaz.

***

Peki, politika alanından isimlerine aşina olduğumuz solcu dostlarımız (şimdi) bu konu üzerine neden konuşuyorlar ki?

Konunun politika ile ne bağıntısı var ola ki?

***

“Yaşam tarzı”nın en yüksek aşaması olarak: ölüm.

“Kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm” üzerine bol laf ederiz de, mesela “yaşam tarzımızın en yüksek bir aşaması” olarak “ölüm” üzerine lafımız hiç olmaz.

Olsa da, sınırlı laf ederiz. Tercihan hiç konuşmayız.

“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin” ama ölüm üzerine ve ölüm sonrası üzerine (gereksiz) konuşmak bizim aramızda ihtiyaç ol(a)maz.

Ölerek veya hatta ölümle bile politika yapabiliriz ama ölümün kendisinin bile bir politika konusu olduğunu, olabileceğini nedense es geçeriz.

Bunu görmemeyi tercih ederiz.

İnançlarımızdaki kararlılığımızı, ölümü göze olarak, ölümün üstüne giderek, düğüne gider gibi ölüme giderek, ölümden bile çekinmeyerek ispatlarız, fakat ölümün bile bir politik duruş / tercih olduğunu veya olabileceğini “öne çıkarmayız.”

“Ölüm” nötr ve hijyenik bir toplumsal alan mıdır?

Asla değil.

Bizlerin bu konuda ne söylediğimiz, nasıl davrandığımız ve ne yaptığımızdan / ne yapmadığımızdan öte, bir diğer yandan da “karşı taraf” bizleri hiç rahat bırakmıyor.

“Karşı taraf” hattını sıkı sıkıya koruyor. En ufak bir zafiyete kapı açmıyor.

Aman vermiyor.

“Karşı taraf” bu konuda da sürekli tetikte duruyor.

***

Biliyoruz ki: ölüm, cenaze, yaşama veda, ahlak, cennet-cehennem, yaşam tarzı, yaşam kültürü, miras / mülkiyet konuları, biz komünistlerin hükümet, iktidar, sistem, ideoloji ile açık kapışma alanlarımızdandırlar.

İhmale gelmezler.

***

ALINTI

05 Eylül 2011, Sol İnternet gazetesi haber yorumu

Daha önce Aziz Nesin’in başına 250 bin dolar ödül koyması, Taraf gazetesine bir yıllık peşin parayla verdiği reklamın okurların yoğun tepkisi nedeniyle gazete tarafından kaldırılması ve Bin Ladin için tam sayfa taziye ilanı vermesiyle tanınan Mehmet Ali Şadoğlu, bu defa Mihri Belli’nin cenazesinin kaldırıldığı caminin imamına ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na saldırdı.

Ateist birinin cenaze namazını kıldırmanın Allah’ın hükmüne karşı gelmek olduğunu söyleyen Şadoğlu, “Şişli Camii imamının adı Mihri Belli olan Marksist, komünist ve ateist birine, cenaze namazını kıldırma müsaadesi ve duada bulunması, Allah’a apaçık bir isyandır. Bu durumda Diyanetin ve Şişli Camii imamının şeytandan bir farkı var mıdır?” dedi.

Ateisler dini törenle gömülmek zorunda mı?

Şadoğlu, Kuran’daki Tevbe suresini de hatırlattı: “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.”

Şadoğlu, Mihri Belli ve yoldaşlarına saldırmaktan da geri durmadı: “Dolaylı olarak İslam’ın bir kültür olduğunu deklare eden Diyanet, cenaze namazını kıldığı kâfir Mihri Belli’nin, “Halkımın gömüldüğü gibi gömülmek istiyorum” vasiyeti masum bir istek değil, yaşamı boyunca düşmanı olduğu İslam’ı aşağılamak ve yandaşlarınca camii işgal ettirmektir. Asıl amacı, hayattayken küfredip inkâr ederek mücadele ettiği Allah, Peygamber, Kur’an, cami ve imamlara ölüsünün önünde kıyama vardırıp ve inanmadığı duaları yaptırtarak yandaşlarınca alaya aldırmaktı ve başardı da. Dirisinin yapamadığını ölüsü yapsa da ilkesiz olduklarını, cenazelerini dahi kendi inançsızlıkları çerçevesinde kaldırmaktan aciz bulunduklarını ortaya koymaları, bunların devrimci değil, ancak goygoycu olduklarını kanıtlanmıştır. Ölüsünü bile kaldıramayarak hasmı olan dine teslim edenden devrimci mi olur?”

Alevi düşmanlığı da var

Şadoğlu’nun yazısında, Alevi düşmanlığı da kendine yer buldu: “Mihri Belli’nin camiden değil de cemevinden kalkması daha yakışır kalırdı. Çünkü Alevilerin bir kısmı kendisi gibi hem Marksist, hem solcu, hem komünist ve hem de ateist ama cenazeleri camiden değil cemevlerinde yapılan törenlerle kalkmaktadır.”

***

Bu konu bizim aramızda yeterince tartışılamadan, geçildi. Yine.

Konu çok nazikti.

Aile, dostlar ve yoldaşlar arasında kırgınlıklara, olmazsa kırılganlıklara bile yol açıyordu.

Ancak…

“Karşı taraf” işin ucunu bırakmıyor.

Her yerde, her koşulda, her zaman, bu konuya ilişkin hakimiyetini ve avantajını sergiliyor. Boşluk tanımıyor. Açık alan bırakmıyor. Başımıza kakıyor.

“Karşı taraf” bilinçli. Kendinden emin. Hakim.

En ufak bir zafiyet göstermiyor.

“Karşı taraf” kontrolü elinden asla kaçırmak istemiyor.

***

Bu “basıncı” ve “yakın takibi” sırtımızda ürpererek hissettiğimiz bir olayı yakında, bu kez Almanya’da yeniden yaşadık.

ALINTI

Sözcü gazetesi, 04 Aralık 2014

Almanya’da, iki küçük kızı, Sırp saldırgandan kurtarma uğruna canını veren Tuğçe Albayrak’ın cenazesinden Cemevi programı çıkarıldı.

Ali GÜLEN / FRANKFURT

Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu, “İslam inancına göre definden mutluyuz. Aile, Alevi olgunluğuyla bu kararı verdi” dedi.

Açıklama aileyi şok etti. Ailenin her an yanında olan Tuğçe’nin annesinin büyük dayısı Yusuf Demir, “Demek ki, cemevi’nden cenazeyi kaldırsak gelmeyecekti.

Bu nasıl anlayış, bu nasıl bölücülük?

Biz Cemevi’ni öksüz bırakmak istemiyorduk” diye isyan etti.

Almanya’da iki küçük kızı koruduğu için Sırp bir saldırganın yumruğuyla ölen öğretmen adayı Tuğçe Albayrak’ın cenazesi de, AKP’nin siyasi malzemesi yapıldı.

Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi, ailenin camiide cenaze törenine karar vermesinden mutlu olduklarını söyledi, bu sözler aileyi derinden yaraladı. Aile adına konuşan büyük dayı Yusuf Demir, “Demek ki, cemevi’nden cenazeyi kaldırsak gelmeyecekti. Bu nasıl anlayış, bu nasıl bölücülük?” diye isyan etti.

GAZETECİLERİN YANINA GELDİ

Daha önceki bir çok eyleminde AKP politikalarının destekçisi olan, Suudi Büyükelçiler gibi sakallı dolaşan, Abdullah Gül’ün Berlin’e atadığı Büyükelçi Hüseyin Avni Karslıoğlu, mezarlıkta bizzat gazetecilerin yanına geldi ve şok eden bir açıklamada bulundu.

Cenaze defnedilirken gazetecilerin yanına gelen Karslıoğlu, “Tuğçe, İslam inancına göre defnedildiği için mutluyuz. Aile, Alevi geleneğine göre tasavvufi bir olgunlukla mistik bir olgunlukla bunu karşıladı. O bakımdan da kendilerini hem takdir ediyorum hem başsağlığı diliyorum. Kendisi de, ailesi de Aleviliğin İslam’ın bir mistik uzantısı, bir tasavvufi yorumu olduğunu gösterdi. Yani ayrı bir din şeklinde değil. Cenazede diğer dinlerin temsilcilerinin olması da, İbrahimi dinlerin geleneğinin birleştiricini de simgeledi” dedi.

CEMEVİ İSLAM DIŞI MI?

Büyükelçi’nin bu sözleri, Cemevi’nden cenaze kaldırılmasını İslam dışı gördüğü şeklinde yorumlandı. Sivaslı ve Alevi inancından bir anne Sultan Albayrak ile Yozgatlı ve yine Alevi inancından baba Ali Albayrak’ın kızı olan Tuğçe Albayrak’ın cenazesi için ailenin, daha önce Cemevi’nde de tören istediği öğrenildi. Ancak ne olduysa, Büyükelçiliğin devreye girmesi ile oldu.

Aile bu konuda konuşmazken, annenin dayısı Yusuf Demir, “Biz Cemevi’nin de öksüz kalmasını istemedik. Cemevi de, cami de bizimdir. Ama büyükelçinin sözlerini yadırgıyorum. Demek ki, cemevinde ısrar etseydik, gelmeyecekti. Bu nasıl anlayış, bu nasıl bir bölücülük?” diye isyan etti.

ÖNCE CEMEVİ OLACAKTI

Dayı Yusuf Demir, “Biz, aile o çevrede bulunduğu, her kesimden insanın katılması gerektiğini düşündüğümüz için camiyi de zaten plana almıştık.

Önce Cemevi’ne gidilecekti, orası öksüz bırakılmayacaktı.

Sonra camiye gelinecekti. Ama öyle olmadı.

Bunların ne biçim siyaseti var böyle, biz ne düşünüyoruz, onlar ne düşünüyor?” diye konuştu.

Bu olayın akışında da görüldüğü gibi, komünist, ateist veya Alevi, fark etmiyor.

“Karşı taraf” en ufak bir boşluğa izin vermiyor. Tam saha pres yapıyor.

***

Peki, ölüm kapıyı çalarsa ne yapacağız?

Bir diğer yandan, bizim kuşağın “vakti” gelmeye başladı.

Daha önce bu denli fazla fark etmezdim, ölümleri.

“Eceli gelince ölenlere” belki alışık da değildim.

Önce herhalde “Dayı”nın ölümünde düşündüm bunun üzerine.

O, devrimci hareketimizin bir kararlılık abidesi idi.

İnançsız olduğunu şahsi tanıklığımla da biliyorum.

Kanserden ölümü sonrasında anısına yapılan törenlerin ardından, cenazesi cemevinden ve sonrasında camiden kaldırılmıştı.

İlgili gazete haberi şöyle idi:

“Törene kadar Karataş’ın cenazesi cemevinin içerisinde bekletildi.

Dursun Karataş’ın ablaları cemevi içerisinde tabutun başında bekledi.

Cemevi önünde ve caddede hiçbir polis bulunmazken, Gazi Karakolu’nda yoğun güvenlik önlemi alındı. Saat 13.30’da 2 bin kişilik grup kortej oluşturarak eski karakola doğru yürüyüşe geçti.

Karataş’ın sarı kırmızı karanfillerle süslü tabutu, saat 13.50’de Cemevi bahçesine çıkartıldı. Burada cemevinin din görevlisi Karataş için helallik diledi.

Görevlinin yaptığı duaya az sayıda kişi “amin” derken, daha sonra tabut omuzlara alındı. Cenaze aracına konulmayan tabut omuzlarda sloganlarla yakındaki Selçuklu Camii’ne taşındı. Cami’de imam tarafından cenaze namazının nasıl kılınacağı tarif edildi.

Cenaze namazı için Karataş’ın abisi ve ablası da saf tuttu.

Namaza yürüyüşe katılan yaklaşık 2 bin kişinin aksine sadece 50 kişinin katıldığı görüldü. İmam, namazın ardından “Yaratılış gayesi ve insanın bu gaye doğrultusunda kendine çeki düzen vermesi”yle ilgili kısa bir konuşma yaptı. Cenaze namazının ardından Dursun Karataş’ın cenazesi yine sloganlarla araca konulup, kortej oluşturan grubun bulunduğu eski karakol önüne hareket etti. Gazi Mahallesi Mezarlığı’nda toprağa verilecek olan Dursun Karataş’ın cenazesi yürüyüşün ardından toprağa verilecek.”

(haberler.com, 15 ağustos 2008, Cuma)

***

“Dayı” Alevi mi idi?

Doğrusu, hiç bunun üzerine düşünmemiştim, bu konuda kesin bir bilgim de yoktu.

Devrimcileri, komünistleri dini inançlarla birlikte düşünmek, henüz alış(a)madığım bir durumdu.

Haberin içinde yer alan bilgileri arka arkaya dizmekte ve anlamlandırmakta da biraz güçlük çektim.

Önce cemevinde anma töreni, ardında camide cenaze duası?

Ancak, ilgi çekici olan, katılımcıların yalnızca çok küçük sayıda bir kısmı dua’ya doğrudan katılıyorlar, diğerleri (herhalde bilinçli) uzak duruyorlar.

Bu, biraz “aykırı /alışılmadık bu durum”, haberi üreten gazetecinin de dikkatine “vacip” olmuştu.

“Dayımız” inançsızdı. Ama yoldaşları bunu bildikleri halde, acaba halklarımızın inançlarına saygı gereği ve / veya ailenin istemlerini dikkate alarak mı böyle davranmış ve anma törenini böyle mi düzenlemişlerdi?

Yoksa, teknik sebeplerden dolayı mı böyle gelişmişti, bu akış?

Gasilhane, buzhane, mezarlık falan. Zorunluluklar mı neden olmuştu acaba?

***

Sevgili dost Devrim Devin’in, o küçük beyaz güvecinin, ölümü ve cenazesi.

Sayısız ölümlere tanık olduk son yıllarda.

Dedim ya, zamansız ölümlere alışmıştık, o nedenle Devrim Devin Kuzu’nun hastalık nedeni ile ölümüne “nasıl üzüleceğimi” bilemedim, acemiydim:

“2003 yılından beri cilt kanserinden dolayı tedavi gören Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kurucu üyelerinden ve kadın hakları mücadelesinde ön saflarda yer alan Devrim Devin Kuzu, dün Fethiye Devlet Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.

Kuzu için bugün cenaze töreni düzenlendi. Ancak Akarca Mahallesi Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından erkekler cenazeyi taşımaya yönelince Kuzu’nun kız kardeşi, yeğeni ve diğer kadın arkadaşları cenazeyi erkeklerin taşımasına izin vermedi.

Devrim Devin Kuzu’nun cenazesinin kadınların taşıması yönünde vasiyeti olduğunu belirten kadınlar tabutu sırtlayarak, cenaze arabasına kadar taşıdı.
Kuzu’nun tabutu Çatalarık Mezarlığı’na götürülürken cenazeye katılan gençler, sol ellerini yumruk yapıp havaya kaldırarak, ‘Güneşe akın var güneşe akın, güneşi zaptedeceğiz, güneşin zaptı yakın. Ölenler, dövüşerek öldüler, güneşe gömüldüler. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya. Akın var akın güneşe akın. Güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın’ sloganları attı. Cenazede, Kuzu’nun oğlu Deniz Kuzu da Konstantin Simonov’un ‘Bekle Beni’ adlı şiirini okudu.”

(Radikal internet gazetesi, Böyle olur devrimci cenazesi! 20/03/2010)

Devin, ismini ölümle yan yana getiremediğim, hayat dolu, gülmeyi çok iyi bilen bir yakın dosttu.

Ölümü beni çok sarsmıştı.

Devin’in kadın hareketinde aldığı pozisyon ve galiba vasiyeti gereği, cenazede hazır bulunan kadın yoldaşlar ve dostlar, cenazeyi erkeklere vermemiş, onların katkısı olmadan mezara taşımışlardı.

Anlaşılan, ilkelere ve vasiyete bağlı kalınmıştır.

İlkeler, ama salt kadın konusundakiler mi? Devin’in bir kızıl karanfil gibi sürekli taşıdığı devrimci diğer ilkeler. Onlardan yana duyarlılık gösterilememiş idi?

Ama bu cami işi?

O, ne olaydı ki?

Herhangi bir tür zorunluluk mu hasıl olmuştu ya da istençli bir tavır mıydı bu?

Sevgili Devrim Devin Kuzu sonuçta bir Müslüman mezarlığına mı gömülmüştü?

Bu ona reva görülebilir miydi?

***

Örgüt lideri veya sıradan militan. Fark etmez.

Bir gün hepimiz toprak olacağız ve Müslüman mezarlığına gömüleceğiz.

Bu kaçınılmaz mıdır? Bu Allah!ın emri midir?

Emre itaatsizlik mümkün müdür?

***

Bu kanser hastalığı ne illet bir şey.

Annemin de yaşamını kanserden yitirmiş olmasından dolayı, bu hastalığın adından bile nefret ederim.

O da ne? Nasuh Mitap da kanserden dolayı yitirmiş yaşamını.

Nasuh abimizi yitireli bir ay bile olmadı henüz.

Büyük acı, hepimiz için.

Cenaze törenine katılmayı çok isterdim.

Olmadı. Olamadı.

“Neyse, en azından haberlerden takip ederim” diye içimden geçirdim.

Görkemli ve duygu dolu olmalı idi, Nasuh abinin cenaze töreni.

“Defin” töreni memleketi Kırklareli’nde olmuş.

Defin? Toprağa mı defnedilmiş Nasuh Mitap da?

“İSTANBUL’da tedavi gördüğü hastanede mide kanseri hastalığından hayatını kaybeden Devrimci Yol’un kurucularından 65 yaşındaki Nasuh Mitap, memleketi Kırklareli’nde 4 bin kişinin katıldığı cenaze töreninin ardından gözyaşlarıyla toprağa verildi.”

“Devrimci Yol’un kurucularından Nasuh Mitap, geçen 3 Kasım günü, 1.5 yıldır mide kanseri teşhisiyle tedavi gördüğü İstanbul Özel Gaziosmanpaşa Hastanesi’nde hayatını kaybetti. İstanbul’dan cenaze aracıyla memleketi Kırklareli’ne getirilen Nasuh Mitap’un Dev-Yol bayrağına sarılı tabutu, önce Kırklareli Devlet Hastanesi’ne, oradan da Hızırbey Camii’nde getirildi.”

“Yakınları camii bahçesinde taziyeleri kabul ederken, oğlu Ertan Mitap, babasının son dakikaya kadar hayata bakış açısının değişmediğini belirterek, “Son dakikaya kadar hastanede babam hayata bakışını sürdürdü. İstanbul’da 1.5 yıldır tedavisi sürüyordu. Onur duyduğumuz babamızı kaybettik. Dünyanın en iyi babasıydı” dedi.”

“Camide ikindide kılınan cenaze namazının ardından Nasup Mitap’ın cenazesi omuzlarda taşınarak cenaze aracına konuldu. Yaklaşık 4 bin kişinin arkasından yürüdüğü cenaze aracına karanfiller atıldı.”

“Nasup Mitap, Kırklareli Belediye Şehir Mezarlığı’nda gözyaşlarıyla toprağa verildi.”

***

Kayıplarımızın ardı arkası kesilmiyor.

Geçen hafta çıkan haberlere göre eski dost Neşenur’u da yitirmişiz.

Ben, Neşenur’u 16 yaşında iken tanımıştım, 1975/1976 yılları arası olmalı.

“Sosyalist hareketin emektarlarından Neşenur Domaniç 19 Kasım günü sabaha karşı Avyalık’ta yaşamını yitirdi.

Neşenur Domaniç, 1970’li yıllarda TSİP ve TKP(B) saflarında yer aldı.1980 sonrasında STP ve SİP’in kuruluşlarında ve çalışmalarında yer aldı. Domaniç, yaşamının son yıllarında ise Halkların Demokratik Partisi (HDP) saflarında siyaset yaptı. Geçen yerel seçimlerde HDP Ayvalık Belediye Meclis üyeliğine aday gösterildi.

Çevirmenlik yapan Neşenur Domaniç, “Modern Kürt Tarihi”, “Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü”, “Antik Çağlardan Günümüze Evli Kadının Tarihi” gibi pek çok kitabı Türkçe’ye çevirmiş, “Endüstri, İş ve Örgüt Psikolojisi” kitabının ise editörlüğünü yapmıştı. Domaniç Balıkesir’de MS tedavisi görmekteydi.

Domaniç’in naaşı 21 Kasım Cuma günü Karacaahmet’te Şakirin Camii’ndeki öğle namazının ardından yapılacak törenle aynı mezarlıkta toprağa verilecek.”

Siyasihaber.org’un aktarımı doğrudur. Neşenur “buz gibi” komünist’ti.

İnançlıydı.

Komünizme sıkıca inanmıştı.

Deliksiz, kesintisiz, sendelemez bir inançtı onunkisi.

Benim bildiğim kadarı ile bu değerli yoldaşımız, “Cuma günü Karacaahmet’te Şakirin Camii’ndeki öğle namazının ardından” gömülecek bir hata işlememişti.

O, böyle bir cezaya çarptırılacak bir suç sahibi değildi.

Peki ne oldu da, Neşenur Müslüman (inanç) ritüellerine ve mekanlarına “mecbur” kaldı?

Bu durum onun ya da ailesinin bir tercihi miydi?

***

Bu aktarımlardan sonra gelinen aşamada bazı soruları ve belirlemeleri netleştirmemiz mümkündür:

>>Bazı komünistler, halkın geleneklerine uymak istemektedirler ve bu nedenle Mihri Belli örneğinde olduğu gibi inançsız oldukları halde, bilinçli bir tercih ile “geleneksel” saydıkları usulle gömülmeye rıza göstermektedirler.

>>Bazı komünistler ise, her türlü dini ritüeli kategorik olarak reddetmektedirler. Aziz Nesin örneğinde olduğu gibi.

>>Bazı komünistler, ölüm konusu ile ilgili bir kanaat oluşturmak istememekte, “cenaze törenim ve gömülüşüm nasıl olursa olsun, hiç önemi yok” diye düşünmektedirler.

>>Bazı komünistler… … …

vs, vs.

Görülüyor ki, bu konuda tartışma, derin olmasa da, kapsamlı olmasa da, yeni değildir.

***

Bu konuda, bu değerlendirme ve tartışmada aramızda bir fikri ortaklık ve yeterlilik olmadığı, bir zamanlar aynı partide ve aynı komisyonda yer alma onurunu taşıdığım değerli komünist Rasih Nuri İleri’nin cenazesinde kendini gösterdi.

Rasih Nuri abimizin tabutunun üzerine Galatasaray bayrağı örtülmüş, üstüne de ayet yazılı kadife tabut bezi konulmuştu.

Hemen yorumlar başladı:

Ne oluyordu?

Olur muydu böyle bir şey?

Yakışır mıydı?

***

Komünistin ölümü: konuyu hangi yöntemle tartışmalıyız?

İlk önce teslim etmemiz gereken eksikliğimiz: bu konuda mevcut ortalama halimizden yeterince rahatsızlık, memnuniyetsizlik duymamakta oluşumuzdur.

Ayrıca, bu konudaki eksiklerimizi giderme tartışması ve değerlendirmesi, en azından bugünkü hali (teknik/üslup) ile yapılmamalıdır.

Görüp, duyup, izlemekteyiz: Mihri Belli veya Rasih Nuri İleri’nin cenaze törenleri ardından en yüksek sesle itiraz edenlerimiz ve hatta eleştirilerini bir tür hakarete vardıranlarımız vardır.

Bilinmelidir ki, bu tür sosyal konularda arzu edilen, özlemi çekilen ilerleme, salt birbirimize yönelik “ilke” beyanları yaparak ve birbirimize / kendimize takaza etme yöntemi ile sağlanamaz.

“Ölüm, cenaze, mezar” konuları, yukarıda belirtiğim gibi, siyasal olmaları yanı sıra, sosyal / kültürel konulardır.

Bu konular, geniş bir bakış açısı, geniş bir yürek, kapsamlı bir bilgilenme / değerlendirme ve geniş bir mutabakat ile ele alınır ise, bir düşünsel ve davranışsal değişim / dönüşüm fırsatı getirebilirler.

Bu konularda bir tür “konsensüs” üretilmesi önemlidir.

Çünkü, bu konunun içerisinde etnisite, inanç, gelenek, alışkanlık, tarihsellik, yaşam tarzı, yaşam öngörüsü, sınıflar döngüsü ve bir dizi başka element yer almaktadır.

Bu konuda “diğerlerimize” en yüksek sesle bağıran / eleştiren dostlarımızın, konunun hala çocuk ayakkabıları içinde yürüdüğünü anlamaları gerekmektedir.

***

Tartışmaya, değerlendirmeye ve yoruma, başını şöyle bir kaldırıp, durduğu yerden hızla ve biraz da haksızca giren dostlarımızın sayısı, ne yazık ki çoktur.

Tüm gecikmişliğimize rağmen, sabırlı, ayrıca bilgiye / araştırmaya dayanan ve geniş tabanlı sürdürülen bir tartışmaya ihtiyaç vardır.

***

Bu konuda içinde bulunduğumuz zayıf zeminin ne denli geri olduğunu aktarabilmek için bir örneğe baş vurmak isterim:

En yüksek sesle bağıranlar, örneğin, camide dini tören, dua, tabutun üstüne serilen Müslüman örtüsü üzerinden sözlerini kurmaktadırlar.

Ancak, hatırda tutulmalıdır ki: cenaze namazı, dua, tabut örtüsü ve diğerlerini kaldırarak yürüdüğümüzde, maalesef en devrimci ve komünist hala olunamayacaktır.

Bunlardan vazgeçildiğinde, ancak aydınlanmacı, deist veya ateist vs olunabilir.

Fazlası değil.

“Komünist gibi ölmek” için, ölümü doğal olarak takip edecek olan miras (mülkiyet) konusunda da bir adım ileri atmış, bir kalem ileri söz söylemiş olmakta gerekir.

***

Sen, tabut üzerindeki dua örtüsünü istemeyip, onu vasiyetin ve arkada bıraktıklarını önceden ikna yolu ile kaldırtabilirsin ama, evlatlarına ve akrabalarına mal olarak 8 daire, 200 dönüm tarla, deniz kıyısında 3 arsa ve bir miktar borsa kağıdı miras bırakıyorsan, bunda bir arıza var demektir.

Cumhuriyetin miras hukuku kriterlerini vasiyetinde baz alabilirsin ama, öncesinde bir kez olsun “sosyal miras” kavramı üzerinden konuyu enine boyuna düşünmüş olman gerek.

Evlatlarına ve akrabalarına “mal”ın, mülkiyetin sence gerekli / yeterli miktarını miras bırakıp, kalanını fakirlere, öğrencilere, projelere, sendika ve sosyal kurumlara, ilerici girişimlere miras bırakmayı neden hiç düşünmüyorsun, yoldaşım?

Miras, mülkiyetin bekasının, yoğunlaşmasının en önemli araçlarından biri değil miydi, Marx ve Engels’e veya herhangi bir başka komünist usta / babaya göre?

***

Ya da, senin cenazen, vasiyetin gereği, camiden kaldırılmıyor ama, sen 50’sinde idin ve vücudunun bir dizi organı hala sağlıklı olarak bu diyardan “gittiğin” halde, organlarını bağışlamak üzerine hiçbir hazırlık yapmamışsan, iyi bir komünist ve materyalist olarak gerekeni tam yapmış olabilir misin sence?

Bir de böyle düşün lütfen.

Acele etme. Hemen bağırma.

***

“Diğerlerinden” ideolojik ve kültürel bir dizi farklılığımız var, olmalı.

Buna göre “ölüm” kavramı üzerine, çerçevesinde ne diyoruz ve ne yapıyoruz?

Bir yol yeniden düşünelim hele!

Tartışmanın içine alınmasında fayda olan konuların başlıkları ve bunları içerikleri şunlar olabilir:

a) Hastalık veya herhangi başka neden ile “ecelsiz ölüm hakkı” talebi yani bir tür Ötanazi (Euthanasie), başka deyişle “ölme hakkı”, buna bağlı olarak “ölüm süresinde destek”, “ölüm biçimini ve zamanını kendi belirleme hakkı” vs. özünde bir politik taleptir.

Bu talep yükseltilmelidir.

“Kendi öleceği zamanı, yer ve biçimi belirleme hakkı”nın altyapısı hukuki ve teknik olarak kurgulanmalı, kurulmalıdır. Bu konu çerçevesinde birkaç Avrupa ülkesinde değişik hukuksal ve idari boyutlarda düzenlemeler mevcuttur ve bunların her biri dikkatle irdelenmelidirler.

b) Yahudi / İslam ritüeline göre “ölünün vakit kaybetmeksizin hemen gömülmesi” türündeki defin sürecini yeniden düşünmemiz gerek. Ölümüzle vedalaşmamız için bir süre konulması, bir tören düzenlenmesi kültür ve geleneklerimiz içine alınabilir.

c) “Veda töreni”nin bir ağlama seremonisi içinde, ağıt ve gözyaşı ile uğurlama uygulamasında, yalnızca bu “sınırlar içerisinde” kalıp-kalamayacağımız aramızda tartışılmalıdır.

Bunun yerine veya yanı sıra bir başka tür anma, ölü ile vedalaşma müzikli eğlencesi / kültür şenliği koyabilir miyiz? Koymalı mıyız?

d) Mezara tabutla veya salt kefenle gömülme, cesedin yakılması, doğaya / ormana / suya (yakılmadan) gömülmesi/ doğaya bırakılması veya cesedin küllerinin korunması (mezar yerine bir korunağa konulması) ya da küllerin suya, havaya bırakılması gibi uygulamaların hangisinin isteneceği düşünülmelidir.

e) Bir tür “bize özgü” mezar yeri veya mezar alanı olacaksa, bütün mimari ve kültürel / sosyal karakteristiğinin ne ve nasıl olacağı tartışılabilir, tartışılmalıdır.

Görkemli mezar taşları mı, yoksa mütevazi bir başucu taşı mı?

Nasıl bir kültüre / mimariye / estetiği / görselliğe dayalı olmasını isteyeceğimiz üzerine düşünceler üretilebilir.

Ayrıca, din sahipleri ile ortak alanlara gömülmeye devam edilmeli miyiz?

***

Bu konu tartışılmalı ve bunun kararı ayrıca verilmelidir.

Aziz Nesin örneğinde olduğu gibi, herkese özel hükümet izni ile mezar ve gömülme izni çıkarılamayacağına göre, bu konudaki yönelimimiz ve tercihimiz ne olacaktır, belirlemeliyiz.

Bizlere (komünistler, ateistler, deistler) Hıristiyan halklar gibi ayrı mezarlıklar açılmasını mı talep etmeliyiz?

Bunların yanı sıra devlet kurumu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı, hastaneler ve belediyeler tarafından sunulan gasilhane, buzhane, kremetoryum (henüz ülkemizde yok) hizmetlerini gerekirse kullanacak mıyız? Kullanmalı mıyız?

Yoksa bu çerçevede kendi kurum ve işletmelerimizi oluşturacağız?

***

f) Materyalist insanlar olarak, “organ bağışı”nın bizlerin “cenaze / ölüm / veda” kültürümüze eklemlenmesini ve/veya içerilmesini, daha radikal, daha fazla bilimsel, daha derin ve kapsamlı olarak ele almamız için çok nedenler vardır.

Komünistler olarak “ölüm / cenaze / veda” kültürümüze organ bağışını daha kuvvetli entegre etmemiz için gerekli duyarlılıkların oluşması bağlamında hayli gecikmiş sayılmalıyız.

“Organ bağışı” başlığı altında, bu alanda, hızlı adımlar ile duruşumuzu, kavrayışımızı yenilenmemiz gerekmektedir.

g) “Ölüm / cenaze / veda” kültür ve ritüelleri hususuna, illa ve ağırlıklı olarak “miras” konusu ile başlamamız gerek. Tarihsel olarak sınıflı toplumların tümünde ve özel olarak da kapitalist düzende “MİRAS”ın ve “biriktirilmiş mülkiyetin / zenginliklerin” yeni kuşaklara devri özel bir ilgi ve duyarlılık ile ele alınması gereken konu ve aynı anlama gelmek üzere bir “problem”dir.

Bu konu, “komünistin ölümü” başlıklı tüm değerlendirmelerin, fikir yürütmelerin ana halkasıdır ve böyle kalacaktır.

Sorun salt bireysel bir konu olarak kalamamaktadır. Çünkü varsayalım “sosyal miras” söz konusu edilecekse, bu birikimlerin / zenginliklerin gelecekte nasıl kullanılacağı, değerlendirileceği temel bir soru / sorun olarak önümüzde durmaktadır.

“Sosyal miras” için karar vermiş olan aramızdan birisi için, bağışın / mirasın / vasiyetnamenin düzenlenmesi ve gerekli tüm yasal / idari adımların atılması için “organize” olmamız gerekmektedir.

Bir büyük sorunumuz da, bu “sosyal miras/ yardım”ların bırakılacağı, yapılabileceği kurum, proje, işletme, girişimlerimizin henüz sınırlı ve yetersiz sayıda / düzeyde olmasıdır.

Herhangi bir gerekçe ile bağış yapmak istersem ve mirasımın tümünü veya bir kısmını “bırakmak” istersem hangi seçenekler mevcuttur?

Aziz Nesin Çocuk Vakfı mı? Matematik Köyü projesi mi? Halkevlerinin desteklediği öğrenci yurdu mu? Sendikalar mı? Hangisi?

Başka hangi seçenekler mevcuttur?

Başka ne tür alanlar ve olanaklar söz konusudur?

Başka hangi türden kurum, yapı ve işletmeler vardır veya yenileri oluşturulabilir?

***

Ne yapmalı?

Dostlar,

Görmektesiniz, bu sorular çoktur ve yoğundurlar.

Konuya derinlemesine girdikçe, yeni soruların ortaya çıkacağı ve mevcut sorularla bunların yer değiştireceği de ortadadır.

Başta da belirtiğim gibi, yeni bir tartışma ve değerlendirme arayışımız olmalıdır.

“Ölüm / cenaze / veda” kültürümüzün sınırlarını genişletmeliyiz ve onu derinleştirmeliyiz.

Bu kültürü, diğerlerinden beslemeli ama onlardan ayrıştırmalıyız.

Bu (demokratik/ortak/birlikte/kapsayıcı) tartışmalar ve değerlendirmeler yapmalı ama bu süreçlerde bir yeni “Konsensüs” arayışımızı hep sürdürmeli ve elden bırakmamalıyız.

***

Meleğin ölümü, Muerto de Angel, Astor Piazzolla kalitesinde kültür, müzik ögelerinin bizim “ölüm / cenaze / veda kültürümüze” dahil edilmesinin, eklemlenmesinin özlemini duyuyorum.

Bu alana girdikçe karşımıza çıkan sorular son derece çeşitlidir. Zorludurlar.

Bunların kolay ve hızlı verilecek cevapları yoktur.

Örneğin:

Mezarlık ziyareti, “yitirdiğimiz insanımızı” periyodik olarak veya süreye bağlı olmadan anmak, yıllık anma töreni / kutlaması düzenlemek nasıl düşünülmelidir, bu hangi formlar ve içerik içinde tasarlanmalıdır?

Örneğin:

“Ölüm / cenaze / veda” ritüelleri, gelenekleri üzerine tarihsel, kültürel ve coğrafi (akademik) araştırmalar yapılarak, gelecekteki cenaze / ölüm kültürümüzün bu kaynaklardan beslenerek zenginleştirmenin yolu nasıl açılmalıdır?

Örneğin:

“Ölüm / cenaze / veda” üzerine kurduğumuz edebiyat ve söz gözden geçirilmelidir.

Bu konudaki edebiyatımız ve estetiğimiz üzerindeki, içindeki ibrahimi dinlerin etkisi temizlenmeli ve uzaklaştırılmalıdır.

“Nurlar içinde yat” lafının solculaştırılarak banal bir biçimde “ışıklar içinde yatasın” biçimine tercüme edilmesi türünden sığlıkları aşacak bir çaba içine nasıl girilmelidir?

Veya dini bakışa bağlı olarak “cennete / gökyüzüne gitme” yerine, bu söyleminin devrimci versiyonu olarak “yıldızlar ulaşmak / gömülmek” kaşıntı verici, irite edici jargonunun kurulması yerine, radikal bir “dil” değişimine girilmesi nasıl kurgulanmalıdır, nasıl denenmelidir?

Bu çerçevede “bizim edebiyatçılarımızın, yazarlarımızın, şairlerimizin” ve biz hepimizin “dil’i ve sözü” yenilememiz, ilerletmemiz nasıl mümkün kılınabilir?

***

Bu makalenin sonu ve yazarının ölümü.

Yazıyı burada bitireyim artık.

Of, bir “ölüm yorgunluğu” içine düşecek kadar zorlu bir fikri gezinti oldu bu benim için.

Yoruldum.

Bundan fazlasını da bilemiyorum.

Benden bu kadar.

Son olarak, kendi vasiyetimi de buraya yazmak istiyorum:

Öldüğümde bir krematoryumda yakılmak istiyorum.

Dostlarım ve yoldaşlarım, küllerimi bizim İstanbul, Kuruçeşme sahilinden denize atsınlar.

Sonra da ardından Kuruçeşme parkında bir neşeli, müzikli, içkili eğlence yapsınlar.

Longa, sirto eserleri çalınsın.

Rembetiko parçaları, Ruby Lakatos, Django Reinhardt, Cesaria Evora, Taraf de Haiduks, Marizza, biraz Kletzmer müziği, Zeki Müren, Leman Sam, Haig Yazdjiyan, Rabih abou Khalil, Paco de Lucia, Al Di Meola çalınsın.

(iyi bir DJ bulunması elzem oldu bu durumda sanırım)

Sizleri bilemem ama bu belirtilen eserler çalınırsa, bu bana iyi gelir.

Ayrıca, biraz Borges, biraz Kavafis şiirleri okunması uygundur.

Görüyorsunuz, öyle kısa ve mütevazi bir törene razı değilim yani.

Merdan Yanardağ, Doğan Ülgenci, Hasan Kaya, Cengiz Baysoy, benim aslında ne kadar yakışıklı olduğuma dair kendi aralarında konuşsunlar.

Hanife ve Kemal küllerimi denize atsınlar.

Küllerimi denize dökerken Astor Piazzola’dan (Yo Yo Ma versiyonu olarak) Liber Tango çalınsın, lütfen.

Kızım Işık, Sebastiao Salgado’nun Exodus fotograf albümünü ve Gaudi’ni eserlerini içeren birer fotograf albümünü, katılımcılar arasında dolaştırsın ve fotoğrafları sayfa sayfa onlara göstersin.

***

Biliyorum, farkındayım, lafı uzattım.

Sizlere uzun bir görev listesi bıraktığımın farkındayım.

Bu vasiyetname değil bir talepler listesi gibi oldu neredeyse.

Beni mazur görün lütfen.

Aslında şimdi siz merakla ve heyecanla “mirasımı kime bıraktığımı” sormaktasınızdır içten içe herhalde?

Valla, bende mal, mülk yok.

Hayal kırıklığınız için üzgünüm.

Bu arada, ölüme kadar geçecek süre içinde, elime bir şeyler geçerse, aileye bırakmak istediğim bir şey yok, hepsini İHD’ye verin lütfen.

Son kuruşuna kadar.

***

“Işıklar içinde yaşayın”, sevgili okurlar.

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...