Artık Büyüdüm Anne!

Göksu kullanıcısının resmi
Sa, 13/07/2021 - 15:42 -- Göksu
Meyve ağaçlarının, nazlı salınışlarla yere konmakla uçmak arası çırpınan, ortası pembe apak çiçeklerini süpürmeye çabalayan anne, hayretle başını kaldırıp; tahta balkonun boyası dökük parmaklıklarına iki büklüm yaslanmış, saçlarını karıştıran kızına “ne yapıyorsun?” diye seslendi. İlkyazın baygın kokusu, sessizliği yırtan börtü böcek vızıltıları, yusufçuğun sabırla yinelediği tekdüze iniltisi ve rüzgârın yüzünü okşayan sabah serinliğini ikiye bölen anlamsız soru: “Ne yapıyorsun?"

Binlerce kalıplaşmış, ya da şaşırtıcı, olabilir, olamaz yanıt arasından birini seçmek zorunda.
“Zorunda değilim, bitti artık, bırakın yakamı” demek istedi, tarazlı yorgun ses ama: “Çiçek açmış ağacı seyretmek güzel” dedi. Ağzından çıktığı an pişman, canı sıkkın.
Sorular, sorular… Sesler sesler; ince- kalın, yumuşak- sert, alttan alan- üstten buyuran… Sürgit böyle olmadı mı?
“Öyle olmalı” dedi anne, dudakları alaycı kıvrımıyla çenesine bükük. “Sürünmeye alışık olduğumuz için görkemli güzelliklerin ayrımında olamıyoruz.” Neden öfkeli? Oysa annesi istese - isteseydi değişik olurdu yaşantıları. Olur muydu? Of! Of! Bıktım bıktım, geçmişin sürekli öne fırlayıp şimdiki zamanı sahiplenmesinden.

Küçük oğlan elindeki plastik şişenin şişkin karnına basıp su püskürterek eğri büğrü beton üzerine isimler yazıyor kocaman harflerle. “İşte buyuz, yazılması bitmeden kuruyup yok olacak sudan isimler.”
Kısa kot şortu, çöp bacaklarını açıkta bırakmış, beli kemerle sıkıştırılmasa düştü düşecek. Sarı tişörtü teninin beyazlığına yakışmış, üç numara kesilmiş saçları yüzünün düzgün hatlarını çerçeveliyor. Gözleri büyüksü, anlamlı bakışlarla yüklü, isimleri yazmaya devam ediyor.
Anne yerlere dökülen çiçekleri öbekleştirme çabasında. Siyah pantolon geçirdiği uzun bacakları, biçimli gövdesi, ensesinde topuz yaptığı saçlarıyla, hâlâ göreni başlarını çevirtip baktıracak kadar albenili.
Çiçekler en ufak esintiyle birlikte peşi sıra savrulmada, minik bahçenin dört yanına. Niye süpürüyor? Varsın dursunlar! Neymiş efendim, çalı süpürgenin sivri oklarını saplayıp, narin çiçekleri hırpalamanın gerekçesi? İçerlere girerlermiş! Girsinler. Kapkaranlık, sevimsiz, sevisiz odalara bırak onlar girsin bari.
Yorulmuş olmalı, duvara yaslanıp soluklandı. Teneke kovayı musluğun altına koydu. “Yarın bir de yaprakları çıkar başıma, güneşten korumasa keseceğim hemen.”
Kes! Ağacımı da al elimden. Kesin tüm ağaçları, çiçekleri, yok edin güzellikleri! Oğlan köşedeki çiçek yığıntısını avuçlayıp başından aşağı döküyor. “Kar yağdı! Kar yağdı!”
Çocukluk!
“Bugün mü doğdum, yoksa hep bu yaşta mıydım? Bu küçük oğlan kimin? Gözleri aynı renk, dipsiz kuyu karanlığı. Onunkiler yıldızlı parlak, benimki ölgün…”
Nilgün geldi geçenlerde, okulda sergilenen yılsonu temsilinde birlikte oynamışız. Oyunun adı “İp” miş.
“Tutabildim mi? Nilgün” dedim. Şaşkın bakakaldı. “Ben ipin ucunu kaçırdım, tutamadım, tutturmadılar.”
“Dedeydin, çok başarılı olmuştun, ama gözlerin öyle canlıydı ki, hocamız dudaklarıyla değil, gözleriyle gülüyor bu kız derdi.”
“Ya şimdi Nilgün? Neden susuyorsun?”
Tarla duldalıklarından topladığım nergislere şaşardım. Bahar gelmeden kapkara toprağın içinden sabırsızca fışkırıp, doğanın kokusuna kendi kokularını yaymak için nasıl da didinirlerdi. Saplarından tutup koparırdım. Cam bardağın içinde tükenişlerini, solup bükülmelerini izlerdim. Aspirin atardım sularının içine, azıcık daha dirensinler diye.
Oğlan kamyonunu hızla sürerken tekerleği çıktı, takamadım. Anne öfkeli “Beceriksiz!” diye bağırdı. Haklı beceremedim. Diğer insanların yapabildiklerini başaramadım. Yerimi bulamadım. Köklerimiz belli, sağlam temellere oturmuşken, herkes bir dalına kendini güvenle asmışken… Doktor, yazar, müdür olmuş tıkır mıkır yuvarlanırken.
Anne kırmızı lastik eldivenleri çıkarıp ipe tutturdu mandalla. İçi boş parmaklar ne kadar zavallı! Az önce ince uzun parmakları korumuşlardı oysa. Kendi elleri kalın, mor damarlı, kısa ve küt, avucunda derin çizgiler…
“Hadi yemek hazır. Hazır yemek hadi… Hadi ha! Yemezsen büyüyemezsin.”

Ben Büyüdüm Artık Anne! Artık Büyüdüm Anne!
Bak! Bu çocuk anne diyor bana ne zaman anne oldum anne sütümü içiyorum üstümü başımı kirletmiyorum söz dinliyorum pis çocuklarla oynamıyorum ben uslu çok uslu bir kızım yatağıma çiş yapmıyorum köylü Saliha gibi o gece o gece karpuz yemiştim fazla yeme demiştin karpuzsa kıpkırmızıydı tatlıydı buz gibiydi hava sıcaktı içim yanıyordu mutfakta gizlice kabukları sıyırarak sularını akıta akıta yedim yattım korkuyordum kalkıp yatağımın altına dolabın içine perdenin arkasına baktım yılan yoktu yalnız yatmak istemiyordum bedenime sarılıp ısırıyorlardı dipdiri göğsüne kuğu boynunun aklığına burnumu gömüp uyumak istiyordum sense nefret ettiğim ölsün diye yalvardığım o adamla yatıyordun düşümde tuvalete gittim geceliğimin eteklerini kaldırdım külotumu indirdim karnımın ağrısı geçti rahatladım sabah ıpıslak uyandım kızmadın bana kızmazdın anne bakardın incecik kaşlarının altındaki şehla gözlerinle bakardın hayretle benim cici akıllı kızım nasıl olur da…
İşte gene aynı bakışlar. Basamakta boş boş oturması çocuğuyla ilgilenmemesi… Bak! İstediğin kadar bak. Kendim olmak, bütün gün oturup saçımı karıştırmak istiyorum. Bakışlarınla yönlendirdiğin kukla değilim. Canımın istediği kadar kalırım, karışamazsın anladın mı? Anladın mı? Sesli söylemedi ama anlamış olmalı, yürüdü mutfağa girdi. Oğlana seslendi:
“Gel yavrum, bak senin için neler yaptım, gel anneannenin kuzusu, bi tanem” Anneannenin kuzusu yürü bakalım mama yemeye. “SENİN İÇİN” diyor, otuz yıldır dinlemekten usandım: “Babanızı sizin için çektim.” Bana sordun mu? Sordun mu haa? Ne demeye ikide bir “senin için” deyip duruyorsun. Babamı da sevmek isteyeceğimi düşünmedin mi? Nefret ettim seni mutsuz ettiği için, öldürmek istedim. Yüzüne bakmadım, kaçtım. Adanmışlığın karabasanım oldu. Oğlumun karşısına geçip ‘SENİN İÇİN’ demeyeceğim,  ödenmesi olanaksız bir fatura   uzatmayacağım.
İyi anneler çekermiş. Ben iyi anne olmak istemiyorum. Zayıflığı, iyilik diye yutturmak da…
Güneş kaçtı gitti, saklandı bulutların ardına. Bacaklarını uzattı, kollarını tırabzana dayayıp gerindi. Kollarındaki ürperen tüyleri, hızlı hızlı sıvazladı.

“Kaya kertenkelesine döndüm. Güneşsiz yapamıyorum, o da ısıtmıyor, titriyorum, donuyorum.”
“Ben severek evlendim de ne oldu” derdi anne. “Görüyorsun işte babanı, kıskanç alkolik, kavgasız günümüz geçmiyor. Sizler olmasanız bu yaşımda utanmaz ayrılırdım. Kocan iyi davranırsa seversin, sevgi sonradan gelir.”

“Sözlerine inandım sekiz yıl uğraştım, sevmek istedim, kandırdım kendimi. Meğer yalnızca katlanmayı öğrenmişim, üstümde durmadan terleyen adamın ağırlığına. Bekledim bıkkınlığımı, isteksizliğimi, yorgunluğumu anlasın diye.”

Kalktım, dolaptan bornozumu alıp banyoya girdim. Klozetin kapağını kaldırıp oturdum. Çocukluğumdan beri çektiğim kabızlık yüzünden, tuvaletten çıkmak bilmezdim sıkılmamak için duvardaki şekillere anlamlar arardım. Bulutların tepesinden bakan adamın burnu sivrilmiş. Keçisakallısı doktor, kanlı göz, akıtma bıyıklısı kasaptı. Pembe badananın köşesindeki küçük kız ise…

Kapının önüne otururdum saçlarım lüle yapılıp kolalı gül saten kurdelelerle tutturulmuş elbisemin altında fistolu jüponum kabarık çorabım ajurlu pabuçlarım rugan çocuklar toz toprak içinde oynarlardı anneleri gelir kulaklarından tutup feryat figan götürürlerdi dayak yemekten korkmazlardı annem hadi kızım akşam oldu dediği an koşardım içeriye o çocukların arasına karışmadım onlar da varlığımı hissetmediler bayramlarda giysilerime hayranlıkla bakmaktan öte evimiz pırıl pırıldı konuk odasında ovulup cilalanmış ceviz koltukların arkalıklarında kol dayanacak yerlerinde sehpalarda iğne oyası dantelâlar seriliydi   yüksek ayaklı köşebentlerdeki salon çiçeklerinin yapraklarını tek tek siler dikiş diker örgü örer koşturup dururdu anneciğim iş yaparken şarkılar mırıldanırdı kısık sesiyle hüzünlü boşa gitmiş sevgilerden söz eden bir köşeye siner bıkmadan izler onu üzmekten kırmaktan ölesiye çekinirdim akşam dağların tepesine karanlık elini dokun- durduğunda yüreğim temposunu şaşırırdı şimdi gelecek anason kokusu sabun ve lavanta kokan evimizi kirletecek yemekleri beğenmeyip masayı devirecek bağıracak o gelmeden yemeklerimizi yedirip yatağımıza yatırırdı annem uyuyamazdım bekçi düdüğünü öttürerek yaramaz çocukları arardı karakola götürüp falakaya yatırmak için ayaklara kalın sopalarla vurulurken ki haykırışları duyardım onlar bir şey yapmadılar oyun oynadılar oyun oynamak çocukların hakkı demek için ağzımı açardım ses çıkmazdı yorganın altına saklanır ağlayarak karakolu olmayan sokaklarında çocuk avcılarının dolaşmadığı benim de oynayabileceğim tertemiz bir masal ülkesi düşlerdim okulda saklanacağım yorgan altı yok- tu sıranın altına girdiğimde ise öğretmen bağırıyordu çabuk çık oradan diye ince uzun sopasından ödüm kopardı çalışkan örnek bir öğrenci oldum zayıftım hastalıklıydım bu yüzden diğer öğrencilerin hoyratlıklarından kurtuldum bütün okul hayatım boyunca da acıma duygularını doyurduğum koruyucularım oldu ırmak boyundan şen şakrak kadın sesleri darbukanın oynak havasına takılıp sokağımıza kadar uzanırdı arada gördüğümüz boyalı yüksek ökçeli pabuçlarının üzerinde salınarak yürüyen kadınların o kadınlar olduklarını anlar kaldırım değiştirirdik oğlanlar peşlerine takılır laf atarlardı genç kızları kötülüklerden koruyup evinin çocuklarının sahibi yapacak olan evliliğin kutsal çatısıydı annem beyaz gelinliğin bana çok yakışacağını söylerdi.
 
Söğüt ağaçlarının yerleri süpürdüğü, tahta sandalyeli, adına kulüp denilen uyduruk bahçede, maroken koltukta oturan yanımdaki adama baktım. Kahkahamı dudaklarımı ısırarak zorla tuttum. Bordo papyonu uçmaya hazır kelebek, palyaço Foottit.
Gelinliğin eteklerini kabarık tutmaya yarayan tarlatan bacaklarımı acıtıyor, saçlarım terden ıslanmış, sahnedeki çılgın oyunun bitmesini bekleyen izleyiciydim, spotlar üstüme çevrilmiş olduğu halde.
Uyduruk orkestra, zıplayıp tepinen kalabalığı coşturuyor, Aydın, çınarın kalın gövdesine yaslanmış, elindeki içki kadehini yudumluyor, gözleri bende, yüzü kızarmış, gücenik. Birisi çıkıp dur demeliydi oynanan saçmalığa. Aydın tutsa elimden, evlenemez, o beni seviyor dese…
Davetliler dağıldı, bacaklarım titriyor. Anneme sarıldım, solgundu yüzü, yavaşça itti.
Günlerdir sudan başka bir şey geçmemişti boğazımdan. Midem ağrıyor, uyumak istiyorum… İlk gece sonraki gecelerin başlangıcıydı, ezilmenin, hor görülmenin. Bulantılarım başladığında iki aylık evliydim.
Ağrılarımın tuttuğu gün, bayramlarını kutlamak için toplandıkları alanda otuz dört kişi ölmüştü.
Acı ve ölüm. Kasılmış bedenim taşıdığı canlıyı bırakmıyordu. Daha doğum anında o dar kapıdan geçecek, hırpalanacaktı. Kendi istemiyle gelmediği bir dünya sunuyordum ona…
Geçmişte izlediğim filmdeki Kızılderili kadının yüzü gözümün önümde. Beyaz askerler köylerine baskın yapıp, yakıp öldürürken, bir ağacın arkasında doğurmaya çabalayan kadının büyü- yen gözleri…
Kızılderili köyünde ölenler kaç kişiydi? Neler hissettiler, neden öldüklerini düşünmeye fırsatları oldu mu? Çok kan çok kan aktı mı?
Bacaklarımın arasından ılık bir şeyler akıyor, suyum patlamış olmalı. Ama kan kokuyor her taraf, her yan, kıpkırmızı, vıcık vıcık.
İki büklüm masanın etrafında dönüyorum, dişlerim kenetli. Kızılderili kadın toprağı avuçluyor, gözleri durmadan büyüyor büyüyor…
Rahim açılmıyor. Ebe: “Hastaneye gitmek zorundayız” diyor. Gece doğum doktoru yok. Forsepsi tutmuyor. Kadıncağız:

“Zor doğumlar hep beni bulur şansımdan” diye yakınıyor. Ebeyi üzmemek, yanımda olmasa da annemi utandırmamak için bağıramıyorum.

“Doğumlarda hiç gıkım çıkmadı” der hep. Koca denilen adam iş gezisinde.
Üstesinden gelmeliyim, başarmalıyım. Milyonlarca kadın dağda taşta doğurup, göbek bağını kendi kestikten sonra, ben niye…

Elim koltuğun sert metaline yapışmış, acının gövdemi pençe pençe koparmasına dayanıyorum, ağzımda kanın tuzlu tadı.
Karnımdaki şekillenmiş canlıyı yalnız ben mi istedim, onun var olmasını isteyen beden nerede?
Haksızlık duvarda yankılanan hayvanca seste yanıt arıyor. Bu çığlık kimin? Benim olamayacak kadar yabancı, dişi bir hayvan değilim ben!
Toprağın üstündeki gözleri yumuk canlıyı yerden alıp göğsüne soktu, koşmaya başladı dereye doğru
“Hayır, yapma!” diye bağırdım, “O bir ana!” Tüfeğini doğrulttu uygar Amerikalı ve suya düştü kolları, açıkgözleri kocaman Kızılderili kadın.

Erkek diye bağıran ebe, baş aşağı tuttuğu mosmor yaratığı musluğun altına soktu.
Musluğu açtım, sonuna dek çevirdim. Duşun deliklerinden hızla inen soğuk suyun diken diken derime batmasına aldırmadım.

Sevisiz biten gecelerin sonunda, bedenimden akıp giden suyla arındığımı duyumsamadan uyuyamazdım.
Kirlilik, aşağılanmak, o kadınsı koku kurtulamadığım, küvetin deliğinden akıp gidiyordu sanki.
Anne oğlanı doyurmuş, elini ağzını sabunlu bezle silmiş, uyusun diye yatak odasına götürürken suyun sesini duydu, kapıya vurup:
“Yine mi yıkanıyorsun hasta hasta, öleceksin, yeter çık artık!” diye bağırdı.
Yüzümü duşun deliklerine iyice yaklaştırdım.
Sular, delice gülen ağzıma, pırıltısı yitmiş gözlerime, omzumda sürüklenip giden saçlarıma doluştu.
 

 

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...