Tükeniş

Okan Eroğlu kullanıcısının resmi
Ona gitme hazırlıklarına başlıyorum. Gün henüz ağarıyor. Geçen hafta, bugün ve önümüzdeki altı güne özel satın aldığım Jean pantolonlarımdan gök mavisi olanı geçiriyorum üzerime. Yine bu pantolonları almam için bana yardımcı olan dostumun parasıyla satın aldığım gömleğimi ve ayakkabılarımı giyiniyorum. Çantamı dünden hazır etmiştim zaten. Lavaboya gidip dişlerimi fırçalıyorum. Tuvalete giriyorum. Her zaman kötü işlerimi tasarladığım bu yerde aklıma , ‘’kötülük’’ yakıştırmasının hafif kalacağı iğrençlikler geliyor.

Ayakta sağa sola işiyorum. Tuvalet kâğıdı rulosunu olduğu gibi klozetin içine atıp sifona basıyorum. Deponun içindeki su şırıltıyla klozete doluşuyor. Şişerek yükseliyor. Sonra kabarcıklar çıkararak akacak gibi oluyor. Ancak kâğıt peçete rulosu gideri tıkamış. Su olduğu gibi öylece yüzeyinde belli belirsiz dairesel bir döngüyle kalakalıyor. Yüzeydeki bu dönemeci seyrediyorum bir an. Deponun dolduğunu bildiren tıssssesi kesiliyor. Tekrar sifona basıyorum. Su klozetten taşıp dışarı akarak zemine boşalıyor. Tuvaletten çıkıp lavaboya giriyorum. Yeşil renkli jeli olan diş macunuyla beyaz fayansa ve aynaya desenler çiziyorum. Temiz havlu sepetindeki havluları su dolu leğenin içine döküyorum. Temiz çamaşırlarla kirlileri birbirine karıştırıyorum.  Salona döndüğümde karımı bıraktığım sandalyede oturur buluyorum yine. Ağlayıp sızlıyor. Hiç oralı olmuyorum. Kapıya yöneliyorum. Gelip arkadan belime sarılıyor. Kollarındaki kuvvet beni şaşırtıyor. Şeyhin korktuğu komünist rejimlerdeki kadınlar geliyor aklıma. Kazmayı küreği eline alıp tarlalarda çalışan güçlü kuvvetli kadın kılığında canlandırıyorum karımı. Ürperiyorum. ’Ya bizim kadınlarımızda öyle olursa ne yaparız’diye düşünüyorum. Ama böylesi bir şeyin mümkün olmadığı kesin. Şeyh ‘’fıtrata aykırı’’ demişti böylesi bir şeye.  Dolayısıyla ne korkmaya ne de geri durmaya gerek yok. Nasıl olsa kadınlar ancak cennette erkeklerden…
Beni ne çok sevdiğini anlatmaya çalışıyor, ayaklarıma kapanıp yalvar yakar oluyor. Ben ise gülümsemekle yetiniyorum. Ancak onu aşağılayan bir iticilikle gülümsüyorum. O ise buna hiç aldırmıyor. Beni caydırmaya kararlı bir enerjiyle gitmemem için elinden gelen her şeyi yapıyor. Ben ise kolları arasından sıyrılıp ona dönüyorum ve olanca kuvvetimle kahkahalar atıyorum. Sesimin yükseliş yaptığı yerlerde gayri ihtiyarı göz kapakları kırpılıyor.  Ve aniden gözleri, sönmeye yüz tutmuş ateşten arta kalan kül öbeğinin içindeki iki köz parçası gibi parlayıp, çakıyor. Hırçınca, sokaktaki avare itten bile daha aşağı bir it olduğumu haykırıyor suratıma, esip gürlüyor, gidip cam sehpayı, düğün hediyesi vitrini tuzla buza dönüştürüyor. Dönüp tekrar kapıya, yanıma geliyor. Üzerime hücum ediyor. Tırnaklarıyla beni kafasındaki en uygun şekle, sahipsiz itten daha aşağı bir it şekline sokmayı tasarladığı açık. Son anda bileklerinden yakalayıp koltuğa oturtuyorum zorla. Boşuna bir çabayla çırpınarak, incecik bileklerini mengene gibi kıstıran kaba ellerimin arasından kurtarmaya çalışıyor. Gözlerini gözlerime dikerek çırpınışlarına devam ediyor bir süre daha. Sonra ise ağır ağır kaslarının gerginliği geçiyor, gevşiyor. Alnını elimin üzerine koyuyor, terli, sıcacık. Kısa bir an öylece, hızlı hızlı soluyarak duruyor. Sonra usulca doğrulup gözlerini gözlerime dikiyor. Göz bebeklerinde genişleyip daralarak devinen dairesel bir ışık, anlık bir şavk ile kendi içine doğru çekilerek, yitip gidiyor. Gözleri melülleşiyor. Ben yine de bileklerini bırakmadan önce uyarıda bulunuyorum. Bu isteğinden vazgeçmesinin ikimiz açısından en güzeli olduğunu anlatmaya çalışıyorum kendisine. O ise, asıl ona gitmekten vazgeçecek olmamın ikimiz açısından en güzel sonucu yaratacağını fısıldıyor. Ben, karımın isteğinden vazgeçmesiyle durumun düzeleceğini anlattıkça, o, asıl benim ona gitmekten vazgeçmemle durumun düzeleceğini mırıldanıyor. Kendisine haksızlıkta bulunduğumu, benim için sarf ettiği emeğe düşmanlık, sevgisine ihanet ettiğimi, fedakârlığındansa korsanca faydalanan doymak bilmez bir aç gözlü olduğumu anlatmaya çalışıyor. Bütün bu söylediklerini kabullenerek, benimle neden hâlâ evli kalmaya çalıştığını, neden boşanmadığını soruyorum. Bensiz yapamayacağını söylüyor. Beni ne çok sevdiğini anlatmaya çalışıyor. Açık sözlülüğü nasılda benliğinin bir parçası olmuştu böyle, sadece on yaşına kadar kendisine yaşamın sarp akışında refakat etmiş annesi nasıl bir kadındı acaba..? Babası iyi bir adam, annesi nasıl bir anneydi acaba? O da iyi biri olmalıydı. Etkilendiğimi düşünerek bu düşünceleri kafamdan kovuyorum hemen. Cevabını bilmeme rağmen bu açık sözlülüğünü kimden aldığını soruyorum. Şaşkınlıkla suratıma bakıyor.
Bu özellikte bir aile ferdinin olup olmadığını soruyorum bu kez. Şaşkınlığı daha bir büyüyor, gözleri irileşiyor. Açık sözlülüğünün genetik bir aktarımla kendisinde açığa çıkmış olabileceğinden bahsediyorum. Gözlerinden yaşlar akmaya başlıyor. Ancak ben konuşmaya devam ediyorum, ne bir teselli sözü söylemenin sahte gayreti içine giriyorum, ne de, ne ses tonumda, ne mimiklerimde onun ağladığından üzüntü duyduğum yanılsaması yaratmaya çalışıyorum, sadece konuşuyorum. Gözyaşları iri damlalar halinde daha bir çoğalarak akmaya başlıyor. Bu yaptığımın en sefil yaşamın içinde debelenen işçi ailelerde bile kabul görmeyeceğinden bahsediyor, gülümsüyorum. Büsbütün kaybettiğim ciddiyetimi arayıp bulmaya, yeniden edinmeye asla niyetim yok. Ayağa kalkıyorum. Selpakı gözlerine bastırarak oturduğu yerde ağlayan karıma tepeden bakıyor, onun yuvarlak omuzlarının, bu omuzlara dökülen siyah saçları ve ağlamaktan kanlanmış iri kara gözlerinin benim için artık bir anlamının kalmamış olduğunu fark ediyorum. Onun, er ya da geç çöküp dibe vuracağı kaçınılmaz olan bir tortuya dönüşmüş olduğunu ve yüzeydeki son anlarını yaşadığını düşünmeye başlıyorum. Böyle düşünmek eğlendiriyor beni. Hele ki bu son darbenin adı korkağa çıkmış olan benden gelmiş olması, daha bir eğlendiriyor beni.
 Aynı zaman da giriş mahiyetinde de olan çıkış kapısına yöneliyorum. Uzun bacaklı sevgilimle Hint okyanusunun sahillerinde yapacağımız bir haftalık tatili düşünüyorum. Tıpkı o yazar beyinki gibi, müthiş bir tatil olacak. Neşeyle dışarı atıyorum kendimi. Blok’un çıkış kapısında bir an durup açılan bir kapı sesi duymaya çalışıyorum. Blok, kati bir sükûnet içinde. Yalnız en tepedeki havalandırma pervanesi hızla dönerek bir vınlama sesi çıkarıyor, o kadar. Dışarı çıkıyorum, sicim gibi yağmur boşalıyor. Atlıyorum sokağın ortasına, yağmurun altında koşarak belediye durağının içine giriyorum. Az sonra gelen otobüse atlıyorum, içerisi tıklım tıklım. Ancak iki durak dayanabiliyorum, insanların aksırmasına, tıksırıp hapşırmasına. Mevlana Kapı’dainip taksiye biniyorum. Koltuğa oturur oturmaz her zaman arka cebimde taşıdığım cüzdanımın orada olmadığını fark ediyorum. Şoförden, durumu anlatıp beni indirmesi ricasında bulunuyorum. Gülümsüyor. Hafifçe öne doğru eğilerek yukarıya, gökyüzüne bakıyor. Gülümsemesi siliniyor. Kaygılı bir ifade gelip çöküyor iki ince kaşının arasına. Kusura bakmamam gerektiğini söylüyor. İniyorum. Otostop yapmaktan başka çarem yok. Bende öyle yapıyorum. Ve nihayet, öğlen saat on birde yazar beyin evine varıyorum.
İki insan boyundaki ahşap kapının önünde dikilip, son kez adres kontrolü yapıyorum. Numara, isim… Doğru. Zil düğmesini arıyorum. Kapının sağında, bir buçuk metre yüksekliğe yerleştirilmiş ağzı kocaman açık bir aslan başına ilişiyor gözüm. Daha bir dikkatli bakınca bu yırtınırcasına gerilmiş ağzın içinden altın sarısı renkli bir zincirin sarkıtılmış olduğunu fark ediyorum. Kapı zili olabileceğini düşünerek uzanıp zinciri çekiyorum ve kapı hemen açılıveriyor. Yaşlı bir hizmetçi ya da filmlerde görmeye alışık olduğum sahnelerdekine benzer afacan bir çocuk arıyorum boşuna. Az sonra sinirli, elimi ayağımı birbirine dolayan çatallı bir ses, içeri girmemi buyuruyor. Daha sonra içeriyi buzhaneye çevirdiğimden yakınıyor hırıltıyla. Bir şeyler daha söylüyor ki öksürüklere boğulan sesi kesiliveriyor. Kısa bir tereddütle elimdeki kâğıda ve kocaman kapının aralanmış duran kanadındaki levhaya baktıktan sonra, bu aradan süzülerek içeri giriyorum. Bir koridor karşılıyor beni. Yürüyorum çevreyi gözetleyerek. Üç duvarı kitaplarla dolu genişçe bir salona varıyorum.  Dördüncü duvarın yarısını bir kadının portresi kaplamış boydan boya. Açıkta kalan kısmınaysa son teknoloji ürünü bir televizyon montajlanmış. Ve nihayet televizyonun karşısındaki koltuğa gömülmüş adam hafifçe ayağa kalkıp geriye dönüyor. Yanına buyur ediyor beni. Yaklaşınca onun Yazar Bey olduğunu fark ediyorum. Yanakları iyice aşağı sarkmış, kaşlarındaki uzun kalın kılları kirpiklerinin üzerine devrilmiş. Saçları bembeyaz ve gür, insan yaşamının ve ilişkilerinin kritik noktalarını bildiğini sezdiren alazlı, anlayışsız, sert, aksi ve eksiklik bulmaya odaklı gözleri öylece beni süzüyor. Oturduğu koltuk eski püskü bir şiltenin altında gizlenmiş, gıcırdayıp duruyor o her devindikçe. Sebebi ziyaretim umurunda değil gibi. Üç saat oldu oturalı ağzından tek kelime çıkmadı. Neredeyse akşam olmak üzere, kalkmalı mıyım, yoksa uzun bacaklı sevgilimi, bu halden çıkmış yazar eskisi olacak babasından sormalı mıyım diye düşünmeye başlıyorum.  Aniden televizyona ses vermemi istiyor.  Ses vereyim derken, televizyonu kapatıyorum yanlışlıkla. Dipten gelen boğuk bir kahkaha tutturuyor. Sosyal konumu benden aşağı olsaydı mağara girişine dönüşmüş yamuk ağzından çıkan kahkahalarının hesabını bir güzel ödetirdim. Lakin koskoca yazar bey. Durmaya devam etmem gerektiğini düşünüyorum, özürler diliyorum binlerce kez. Daha sonra Necla’nın nerede olduğunu soruyorum. Kahkahaları nihayet diniyor. O saf sen misin der gibi gözlerini gözlerime dikiyor. Necla’nın bu sabah Hindistan kıtasına tura gittiğini söylüyor. Bir anlık bir suskunluk olanca ağırlığıyla gelip aramıza çöküyor. Usulca doğrulup, televizyonu açıyor. Daha sonra yine az önceki o umarsızlığıyla televizyon seyretmeye dalıyor. Ben ise şaşkınlıkla ona bakıyorum bir süre. Sonra televizyonu işaret ederek duyduklarıma inanıp İnanmadığımı soruyor. İnandığımı söylüyorum. Televizyondaki yayını geri sarıyor. Bir daha dinlememi buyuruyor. Şeyh’im konuşuyor. Bir alçalıp bir yükselen güven verici sesi, bazen yalvarır gibi oluyor. Yazar bey iyice kulak vermemi buyuruyor bu kez.
 
Kadınla erkek eşitliği diye bir şey olamaz, bu fıtrata aykırı.  Erkek her zaman üstündür lakin kadının tek şartla üstün olduğu da söz konusudur. Kadın ancak ve ancak, anne olmak suretiyle her zaman erkekten daha üstündür. Hele birde üç çocuk doğurdu mu cennet onun ayakları altına serilidir. Tabii bunu feministlere anlatamazsınız. Gerçeği onlar anneliği de kabul etmiyorlar ya. Öte yandan sosyalistlerde feministleri pek sevmez. Sosyalistler kadın ile erkeği eşit görüyor. Onlara, yani her iki cinse ‘’aynı haklardan yararlanan aynı düzeyde olan kimseler’’gözüyle bakıyor. Ancak feministler, bizim erkeği üstün gördüğümüz gibi, onlarda kadını üstün görüyor. Bizimkisini dinimiz emrediyor, onlarsa sapkın ideolojilerin emrinde.  Neymiş efendim ataerkil değil anaerkil bir toplum düzeni imiş insanlık onuruna uygun olan. Bunlar onur nedir onu da bilmezler ya, neyse. Kadınlar eşitlik peşinde koşmamalıdır. Asıl, eşdeğerlik arayışıdır doğru olan. Mesela bir kadın eğer erkekle aynı parayı kazanıyorsa, narin değil, onun kadar kabaysa ve birde doğurgan değilse onun gibi, bunlar arasında bir eşdeğerlik vardır ve bu ikisi aynı haklardan faydalanabilir. Bunda bir sorun bulunamaz. Yok, ama eğer erkek çalışıyor kadın çalışmıyorsa, erkek kaba kadın narinse, burada bir eşdeğerlik de yoktur. Böyle olunca da eşitlik arayışı beyhude bir çaba olarak duruyor. Hem kadın doğuruyor be. Nasıl onu erkekle bir tutabilirsiniz. Erkek senenin on iki ayı iş olsa çalışır. Kadın öylemi? Doğum yapmasına bir ay kala işten ayrılıyor. Doğum yaptıktan sonra üç ay izinli kalıyor. Bunlar hep kayıp. Ama erkek güçlüdür. Söz gelimi onu her işe koşabilirsiniz. Ama kadın narindir, onu komünist rejimlerdeki kadınlar gibi, bir yük hayvanı gibi çalıştıramazsınız…
Yazar bey ayakta dikilmiş olan bana dönüyor. Otuz yıllık yazarlık hayatında doğrulara böylesine isabet eden ne bir konuşmaya ne de bir edebiyat metnine denk geldiğini söylüyor tuhaf bir ses tonuyla.
Sizde mi katılıyorsunuz Şeyh’e? diye soruyorum.
Hem de büyük bir coşkuyla, diye karşılık veriyor.
Bir an benimle alay ettiğini düşünüyorum. Ancak o;
Kesinlikle alay ettiğimi düşünmemelisin, diyor.
Utanç duygusu kaplıyor içimi bununla beraber ve evden çıkmadan önce yaptıklarım geliyor aklıma.  Pişmanlık duyuyorum tüm o olanlardan.
Bir şeyler sormam gerektiğini düşünüyorum. Hatta insanın içini okuma kabiliyetiyle donanmış bu yazar beye olup biteni anlatıp ondan fikir almak istiyorum. Tam bu esnada, beyaz renkli tüyleri ıslanıp vücuduna yapışmış, uzun kulakları yine aynı ıslaklıktan ötürü daha bir uzamış görünen şirin, incecik bir süs köpeği havlayarak yanımdan geçip yazar beyin kucağına atlıyor. Sokakta başıboş dolaşan sahipsiz bir köpek olduğundan şüphelenerek, yazar beyi koruma isteğiyle ileriye atılıyorum. Köpeği ensesinden tutup havaya kaldırıyorum. Kaba parmaklarımın arasındaki derisini mengene gibi kıstırmış olmama rağmen, hâlâ kuyruk sallıyor, herhangi bir saldırganlık belirtisi de göstermiyor.  Götürüp, kapının önünde bir tekmeyle def etmeyi düşünerek bir iki adım yürüyorum.  Ancak koridordan odanın içine giren hanımefendi ve yanındaki kız çocuğunun korku ve yadırgamanın iç içe geçtiği bakışlarıyla karşılaşınca, parmaklarımın arasında kıvranıp duran köpeğin bu evin köpeği olduğunu anlayarak usulca yere bırakıyorum onu. Ellerimi üzerinden çektiğim anda silkinerek kaçmaya ve hanımefendinin ayaklarına sürtünerek bana bakıp havlamaya başlaması bir oluyor. Tüm bu olanları oturduğu yerden sükûnetle izleyen yazar bey yine boğuk bir kahkaha tutturuyor. Hanımefendiyle merhabalaşıyoruz. Yazar beyin aksine bakışları neşeli ve yumuşak. Yanındaki çocuğa köpeği odasına götürüp mamasını vermesini söylüyor. Çocuk kucağına aldığı köpeği yatıştırmaya çalışarak salondan çıkıyor. Hanımefendi yaklaşıp tokalaşıyor benimle. Yazar beyin karısı olduğunu söylüyor. Bir an duraklıyor. Kendini tanıtma sırasının bana gelmiş olduğunu anlamamak imkânsız. Necla’nın arkadaşı olduğumu söylüyorum mahcupça. Yazar beyin aksine, anlayışlı bir gülümsemeyle kıvrılıyor dudakları. Yazar beyin oturduğu uzun koltuğu işaret ederek oturmamı istiyor. Oturuyorum gösterilen yere. Yazar bey yine bir kahkaha atıyor. İyice sinirlendiğimi fark ediyorum. Bana yer göstermeyi akıl edemediğini söyleyerek affetmemi istiyor kabalık diye tanımladığı davranışını. Sessiz kalmayı tercih ediyorum. Hanımefendi yazar beye göz kırpıyor ve dudaklarını ‘’sus’’ anlamında büzüp öne doğru uzatıyor.  Fark ettiğim bu davranışı ona karşı bir yakınlık hissi uyandırıyor içimde. Necla’nın bu sabah Hindistan kıtası turuna katılmak için evden ayrıldığını söylüyor. Yazar bey tez canlılıkla bunu kendisinin bana anlatmış olduğunu söylüyor ve:
Karıcığım, diyor. Sen de dinlemiş miydinŞeyh’inkonuşmasını?
Hanımefendi, mahcupça gözlerimin içine bakıyor. Yarı gönüllü bir ses tonuyla;
Evet, dün dinlemiştim, diye karşılık veriyor.
Ne müthiş bir konuşmaydı ama? Diye soruyor yazar bey.
Hanımefendinin gözleri irice açılıyor. Bir an ne söylemesi gerektiğinde kararsız kalıyor. Kısa bir suskunluktan sonra;
Şakamı ediyorsun? Diye soruyor.
Ses tonu felakete uğramış evlerdeki kadınlarınkine benziyor. Yazar bey de bunu fark etmiş olacak ki, tedirginleşiyor. Tam bir şeyler söylemek için elini ileriye uzatıyor ki, hanımefendi;
Şaka ediyor olmalısın, diyor bu sefer.
Ses tonu yine az önceki gibi. Benim içimde ne zamandır uyumuş olan ikinci ben’in kıpırdanmaya başladığını hissediyorum. Belki birazda bu kıpırdanışı hızlandırmak maksadıyla;
Hayır, diyorum. Şaka etmiyor. Çok ciddi.
Hanımefendi kendinden geçmiş gibi konuşmaya başlıyor.
Şeyh’in konuşmasındaki çelişkileri ve yalanları nasıl fark etmediğini soruyor kocasına.
Şeyh asla yalan söylemez. Onun fıtratın da yalan yok, diyorum.
Bunu söyledikten sonra da yazar beye bakıyorum. Dili bağlanmış gibi çaresizlikle gözlerime bakıyor. Sanki bir kâbusun içinde ve uyanmayı, uyandırılmayı beklemekten başka yapacak hiçbir şeyi yokmuş gibi çökük omuzlarının üzerinde, bembeyaz saçlarla etrafı sarılı yüzü kıpkırmızı öylece kalakalıyor. Konuşmasında artık beni muhatap alan hanımefendi kocasını bir iblisin elleri arasından çekip almak ve onun etkisinden sıyırmak gayretiyle konuşuyor,Şeyh’inkonuşmasındaki mantığı çözümleyerek söylenenlerin ne maksatla ve nasıl maskelenerek söylendiğini anlatmaya çalışıyor. Sosyalistlerin feministleri sevdiğini ancak, onların kadın erkek arasındaki eşitsizliği giderme noktasında bir takım sorunlu yaklaşımlar sergilediğini anlatıyor. Öte yandan Şeyh’in, anneleri önce cennetlik yaptığını sonrasındaysa doğurganlıklarını bir zaaf olarak gördüğünü anlatıyor. Şeyh’in konuşmasını alkışlayan kadınları ayıplıyor ve onların gerçekleri, doğruları öğrendikleri gün kendi ellerini kendilerinin kırıp bükeceğini, en büyük cezayı yine kendilerinin kendilerine vereceğini anlatıyor. Erkekleri her işe koşulacak canlılar olarak gördüğünü açıkça söylediğini, onları da kadınlardan üstün tutmasının sebebinin bu olduğundan bahsediyor...
Ben arkamı dönüp gerisin geri yürüyorum. Arkamdan, benim bir iblis olduğumu bağırıyor hanımefendi. Hiçbir karşılık vermiyorum. Koridora vardığımda aniden peyda olan az önceki köpek, hırlayarak üzerime hücum ediyor. Duvardaki beyaz bir at ve yanında yaşlı bir kadının olduğu tabloyu çabucak kavrayıp köpeğe fırlatıyorum. Tablo köpeğin üzerinden aşıp yere çakılıyor. Etrafa saçılan cam parçaları, şangırtıyla kristalleşerek zemine dağılıyor. Köpek dişlerini olduğu gibi diz kapağımın üzerindeki ete geçiriyor. Bu sefer yazar beyin gençlik resmi olan tabloyu kavrayıp yerinden söküyorum. Sertçe vuruyorum köpeğin kafasına. Bir cıyaklama sesiyle yankılanıyor koridor. Darbeyle kendinden geçerek ayakucuma düşüyor köpek. Kirli sarı renkli ahşap zemine dağılan cam kristalleri arasından dolana kıvrıla incecik ve karmaşık yollar bularak akan kanının üzerine basarak dışarı atıyorum kendimi. Gün kararmak üzere; karşı binaların tepesinde asılı can çekişen güneşin solgun demetleri, yaprakları dökülmüş ağaçların nemli gövdelerine sürtünerek ağır ağır çekiliyor. Bir taksi çeviriyorum.
Nereye ağabey? Diye soruyor şoför.
Dikiz aynasından yüzüme bakıyor.
Sür, diyorum.
Süreyim de ağabey, nereye? Diye dikleniyor.
Sadece sür, diyorum.
Fren pedalına basıp el frenini çekiyor.
Hadi kardeşim, diyor. İn aşağı. Hadi. Başka kapıya.
Evimin adresini söylüyorum.
Oraya sür, diyorum.
Tekrar kontağı çevirip, gaza basıyor.
Çantamı ve ceketimi rehin bırakıp eve, şoföre yol parası vermek için cüzdanımı almaya çıkıyorum.
Koşar adım merdivenleri çıkıyorum. Anahtarı kilide uydurup çeviriyorum, kapı kilitlenmiş. İçeri giriyorum, ev kati bir sükûnet içinde. Uzun süre insan sıcaklığından mahrum kalmış yerlere özgü bir iticilik sinmiş eşyalara. Düğmeye basıp ışığı yakıyorum. Ortalık derlenip toparlanmış. Sehpa ve vitrin kartonla iyice sarılmış. Beyaz fayans, karımın yüzüne bakıp saçlarını taradığı ayna silinmiş. Temiz çamaşırlarla kirliler birbirinden ayrıştırılmış, leğenin içindeki havlular ve leğen görünmez olmuş. Klozetin içindeki kâğıt peçete rulosu çıkarılmış, fayans kurulanmış. Bir an hepsinin bir hayal olduğundan şüpheleniyorum. Bir yazar bey ve onun bana sevgilim olacağı umudu veren uzun bacaklı bir kızının, yaşlılığına karşın güzelliği hâlâ göze batan bir karısının, kanı elime bulaşmış bir süs köpeklerinin hiç yaşamamış olmaları isteğiyle doluyor içim. Cüzdanımı almaya yatak odasına gidiyorum. Yatağın üzerine bir A-4 kâğıdı bırakılmış. Alıp okuyorum. Karımın çok istediğim ayrılığımızı onaylama mektubu. Evi terk etmiş. Dışarı atıyorum kendimi tekrar. Şoföre parayı uzatıyorum.
Üstü kalabilir, diyorum.
Aksi bir bakış atıyor bana.
Al para üstünü kardeşim, diyor. Lazım değil.
İyi o zaman, diyorum. Yırtıp at.

Yürümeye başlıyorum.
Telaşlı martı sesleri geliyor kulağıma. ’Az ilerisi deniz, martılar, balıkçılar’ diyorum içimden. Bir sevinç duygusuyla doluyor içim. İyi ettim diyorum 58. Bulvardan Hat Boyuna doğru ağır ağır yürürken. Karım kendisinden en çok istediğim şeyi nihayet yaptı; beni terk etti. Sevgilim olacağını umduğum kadın beni atlattı. Özendiğim yazar ve onun karısıyla düşman oldum. Şimdi yapayalnızım ve bir yalancı olduğunu düşünmeye başladığım Şeyhten de nefret ediyorum. ‘’Ne de olsa fıtrata aykırı değil insanoğlunun yalancılığı’’ diye söyleniyorum. Tükendiğimi hissederek gelip köprünün üzerinde dikiliyorum. Aşağıya bakıyorum. Buradan derin ve karanlık görünüyor. Binalara bakıyorum. Hepsinin ışıkları yanıyor. Kendi yalnızlığımı kendimin yarattığını ve bu yalnızlığın içinde barınan acıları yaşamam gerektiğini, bunu hak ettiğimi düşünerek tekrar yürümeye başlıyorum.
Okan EROĞLU     29 Kasım 2014 Kayıp Zamanlar Dergisi
demavind@gmail.com
İstanbul/Zeytinburnu

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...