Lanetli ceket

Ali Vafi kullanıcısının resmi
Bana çok ilgi gösterirdi. Her zaman beni görmek isterdi. “Sen şairsin, yazarsın, bizim misafirimsin... Ben gerek sana hizmet edeyim. Biz istiyoruz ki sen Türkiye’de garip kalmayasın.”derdi.

Ben her zaman bu tatlı sözleri duyardım. Allah’a teşekkür ederdim, böyle değerli insanları karşıma çıkardığı için. Bir gün beni aradı. Çok ısrar etti. Kalkıp kahvehanesine gittim. 2 lira verip dolmuşa binip gittim. Kapıdan içeriye geçince beni bekler halde buldum onu. Kalkıp önüme geçti. “Bir dakika bekle” dedi. Çamaşır deposuna doğru gitti. Bir naylon torbayla geri geldi. Torbadan eski bir ceket çıkardı. “Bunu üzerine giy” dedi. “Bu sene getirdim kendime, ama üzerime küçük geldi. Sana olur ama.” 
Üstümdeki yarı paltom güzeldi. Ölçülüydü, üstelik yakışıyordu da. Nazlandım, istemedim. Israr etti. Sonra ceketimi çıkarmak istedim. Engelledi. “Yok, yok çıkartma, üstünde kalsın” dedi. “Üstüne giy.”
“Olur, başım üstüne” dedim. Sonra razı edip, üstümdeki ceketi çıkardım. “Kuru temizlemeye veririm” dedim.
“Yeni yıkamışım, verme” dedi.
Bir kürsüye oturttu beni, çay ısmarladı. Diğer masada oturanlarla beni tanıştırdı. “Bu arkadaş şairdir, iyi bir yazardır. Benim misafirimdir. Bu yüzden hizmet etmek istiyorum.”
Çay boğazıma takıldı sanki zorla içtim. 
Kalkıp yeniden dolmuşa 2 lira verip evime geldim. O gün “Dünya Mülteciler Günü’ydü. Facebook sayfaları mültecilerle ilgili paylaşımlarla doluydu. Çok kurum yardımlaşmak için adres belirtmişlerdi, mültecilerin acil yardıma ihtiyaçları vardı. Ben de birinin sayfasını açtım. O yaşadıklarını mülteci örgütlerine anlatın diyordu. Ben de bir kuruma yazdım. “İhtiyacı vardır, işsizdir” dedim. Ben yazdıklarımın onlara yetişip yetişmediğini düşünürken, onlardan cevap geldi bana. Belge numarası istiyorlardı. Bu kadar hızlı cevap vermeleri açıkçası beni şaşırttı. Hayretle kendi kendime: “Bunlar olmaya zihnimi, fikrimi okuyorlar!” 
Sonra ayrı bir kurumun sayfasına baktım. Onlar da mültecilik hakkında yazın diyorlardı. Bir de uzun bir liste paylaşmışlardı. Milyon dolarlardan ve reklam masraflarından söz ediyorlardı. Sonra kendi kendime: “Bu kadar reklam masrafına ne gerek var?” dedim, “yapılan bu masrafları mültecilere direkt olarak ulaştırsalar ya!”
Maillerine mesaj yolladım. Ve eleştirdim. Bekledim, herhangi bir cevap gelmedi. Düşüncelere daldım. Eğer bu kurumlar Türkiye’deki mültecilere yardım etselerdi, 11 yıl beklemede kalmazlardı. Burada on yıllıklar, 9 yıllıklar, sekiz yıllıklar ve altı yıllık mülteciler var. Beş yıllıklar çok azdı. Ben üç yılda mülteciliğin ne kadar zor olduğunu yaşamış ve de anlamıştım. Beni düşüncelerimden bir telefon sesi uzaklaştırdı. Baktım, arayan Cemal’di. Cemal’le birlikte aynı adreste kalıyorduk. Hemen açtım. Selam veremeden, araya yabancı bir ses girdi. “Ben polis memuru…” dedi. Kısaca anlattı Cemal’in başına gelenleri. Biri Cemal’i bıçaklamış ve o şimdi bir hastanede yatıyordu. 
Evimizin adresini sordu. Kimliğime bakarak söyledim. “Yanlış!” dedi polis. Elektrik faturasına bakıp adresi yeniden söyledim.
“Oturduğunuz sokağın ismi nedir*” diye sordu.
“Bilmiyorum” dedim.
“Git sokağın başındaki tabeladan oku” dedi.
Ben kendime geldim birden. ”Bu bir tuzak olmasın sakın?” diye aklımdan geçirdim. “beni sokağa çağırıp bıçaklamasınlar sonra?” Korkmadım değil. Komşunun kapısını çaldım. Ondan adresi sordum. Bir kağıda yazıp verdi. Eve döndüm, çaydanlık ocağın üzerinde fokur fokur kaynıyordu hâlâ. Ocağı kapatmaya giderken, ayağım cekete takıldı, başım duvara çarptı. Yine de çayın altını kapattım. Aynanın karşısına geçip başımdaki şişliğe bakıyordum ki, kapım çalınmaya başladı. Kapının dürbününden baktım. Üç polis üniformalarıyla duruyorlardı. Kapıyı açtım. Ama üzerinde silahları yoktu. Uyuz olmuştum. Yandaki komşunun zilini çaldım. Dışarı çıktı komşu. “Neden zili çaldın?” dedi polis.
“Türkçeyi iyi bilmiyorum.” dedim, “bu benim tercümanım.”
Polis bir şeyler daha sordu. “Cemal ne iş yapar?”
“Cemal sadece bir işçi, kara iş görer.”
“Kara iş görer ne demek?”
“Kara iş; ücreti az olan, sigortası olmayan, kaçak işçi yani. İşveren para vermese bile, işçi onu şikayet edemez.”
Polis ayakkabılarıyla Cemal’in odasına daldı. Eşyalarını karıştırmaya başladı. Ardından benim odama. Engel oldum. İstemiyordum ayakkabılarıyla odama girsinler. “Olmaz!” dedim, “ben burada namaz kılıyorum. Ayakkabılarınızı çıkartın”
Polislerden biri ayakkabısını çıkarttı. Odama girdi. Arkadaşın bana verdiği ceketi başka yere kaldırınca, cebindeki sigara gözüktü. Bunu fark eden polis:
“Bu sigara kaçak sigara” dedi. “Yasak!”
“Benim İran’dan misafirim vardı. Bana hediye getirdi. Bende bir karton var.”
“Bir paketini bana ver.”
“Olmaz, veremem!”
Ama bir tek verdim. Polis elinde sigarasıyla bilgisayarımın yanına geldi. Ekranına baktı. “Sen Arapça yazmasını biliyor musun?” dedi.
“Yok, bilmiyorum.”
“Peki, bu nedir böyle?”
“Ben farsça yazıyorum.”
Dikkatlice bakarak:
“Bu Osmanlı hattı…” dedi.
O sırada bilgisayarıma bir mesaj geldi. Mesaj ikinci mülteci kurumdan geliyordu. “Biz bu mülteciden emin değiliz. Mülteci numarasını gönderin.” diyordu. Ama mülteci mecburdu, kendisini ıspatlamak zorundaydı. Bu yüzden numara vermek şarttı.
Polisler çıkıp gittiler sonra. Polislerden biri:
“Cemal’in durumu iyidir,” dedi, “birkaç güne kalmaz eve gelir.”
Cemal beş yıldır Türkiye idi. Birleşmiş Milletler (U-N) onu kabul etmişti ama üçüncü bir ülkeye göndermediler yine de. Aslında U-N’dan Kürtler de böyle faydalanır. Onlar ki 5 yıldan fazla burada kalırlar. Ya Kürt ya doğru siyasiler... Cemal çok çalıştı ki, -hatta kaçak da olsa- Avrupa’ya gitsin. Başarılı olmadı... Ahirde bir Türkiyeli ile böyle konuştu ki 6 ay ona çalışsın, karşılığında para almasın. Ve o Türk Cemal’i Fransa’ya götürsün. Ama 6 ay sonra Cemal’in patronu bu şehirden gitti. Para da vermedi üstelik. Cemal da karanlık gelecek zamanın fikrine düştü.
Saat 1. Gece yarısıydı. istedim biraz uyuyayım. Ceketi götürdüm askıya asayım ki yeniden kapım çalındı. Açtım. Cemal birkaç polisle içeriye girdi. Cemal’in odasına gittiler doğruca. Bilgisayarını kontrol ettiler. Sonra Cemal’i yanlarına alarak evden çıkıp gittiler. Uykum kaçmıştı. Bilgisayarın başına geçip oturdum… Sonradan anladım ki eğer bu durumlarda her biri 10 mülteciye yardım etseydi ve bu 28500 İran mültecileri -ki U-N’de isimleri yazılınca sıkıntıları olmazmış- ama anladım ki o paralar mültecilerden çok reklama gidiyormuş. O kadar dalmışım ki zamanın hızla akıp geçtiğini, günün ışıdığını bile fark etmemişim. Yatağıma uzandım, bir saat kestirmek istemedim ama nerde, uyuyamıyordum bir türlü. 
Cemal eve geldi. Kalktım uzandığım yerden. “Üzerimde altı bıçak yarası ve on sekiz dikiş var.” dedi Cemal.

Tekrar gidip yerime uzandım. Uyku yerine gözümün önünde yaşadıklarım bir film şeridi gibi akıp geçiyordu. Cep telefonumun sesi uyandırdı beni. “Ya polistir ya da Cemal’dir.” dedim kendi kendime. İkisi de değilmiş. Arkadaşım gene beni kahvehaneye çağırıyordu. Yeni ceketimle kahveye gittim. Gene uzandım. Saat 2 de yeniden aradı arkadaşım beni. “Kahvehanede bekliyorum seni.” diyor. Kalkıp onun verdiği ceketle gittim. Öğlen olmuştu ama ne sabah kahvaltısı ne de öğlen yemeği yemiştim. “İki lira verip de lokantada döner yiyeyim” dedim kendi kendime. Lokantaya girip döner söyledim. Tam lokmayı ağzıma götürmüştüm kü, gözüm ceketin eteğine ilişti. Siyah benekler halinde kirler, yağlar… Ağzımdaki lokmayı çıkardım. Hızla lavaboya koştum. Ağzımdakileri çöp kovasına çıkardım. Hesabı ödeyip, bir şey yemeden çıktım lokantadan. Kahveye gittim. Arkadaşım yanıma geldi. elini omzuma koydu. "Bu ceket sana çok yakışmış” dedi.
“Bunun çok pisliği var” dedim, beğenmedim.”
“Yok yok, yeni yıkamışım.”
Ceketin kirlenen eteğini gösterdim. “Kuru temizlemeye vereceğim.” Dedim. Sonra ceketi üstümden çıkardım. Yakasındaki pisliği gördü ayrıca. Kuru temizlemeye götürüp verdim. O buz gibi soğuk havada ceketsiz eve döndüm. 
Polis evime geldi yine. “Cemal bu şehirden gidecek....bu evde kalması yasaktır!” dedi. Sonra mültecilere küfür etti. Bana da. “Gidin kendi anavatanınıza.”
Kızdım. ”Ben Birleşmiş Milletlerin misafiriyim.” dedim, ekledim. “Ben şairim, yazarım. Ben UNESCO tarafından buraya getirildim.” Çay hazırlamıştım, polise vermekten vazgeçtim. Polis beni aşağılayarak ve de tehdit ederek evden ayrıldı. Arkadaşım beni aradı. Ceketi sordu. “Bugün kuru temizleyiciden alacağım.” dedim. 
Konuşmam bitmiş, telefonu kapatmıştım ki, evin zili çaldı. Pencereden baktım. Gelen Cemal'di. Camı açıp yukarıdan seslendim: “Polis, sen bu eve giremezsin” diye kesin talimat verdi bana.” Dedim. 
“Ben eşyamı almak istiyorum” dedi.
Kapıyı açınca aklıma geldi: “Senin anahtarın yok mu?”
“Montun cebindeydi. Montla beraber çöpe attım.” 
Biraz konuştuk. Kaçamak yanıtlar veriyordu hep. “Neden seni vurdular?” dedim.
Cevap vermedi. Kem küm etti. Sonra polisin cep telefonunda şak meşk mesajı bulduğunu hatırlayınca anlamıştı. Demek ki kadının kocası ya da bir yakını cezalandırmıştı Cemal’i!
Cemal: “Patronum bekliyor beni” dedi sonra. “Para getirecek bana.”
Cemal’i evde bırakıp kuru temizlemeye gidecektim. Dönüp odamın kapısını kilitledim. On lira ödeme yaptım. Ceketimi alıp Şairler Derneğine doğru yola koyuldum. Birden bir fren sesi duydum. İrkildim. Araba arkama kadar yaklaşmıştı. Şoför aşağı inip bana kızdı küfretti. Korkudan dilim tutulmuştu adeta. Etrafıma insanlar toplandı hemen. Derneğe gitmekten vazgeçip evime doğru döndüm. Yaşlı bir kadın, elinde paket durakta bekliyordu. Hemen onun yanında on üç-on dört yaşlarında iki çocuk vardı. Ben durağa yaklaşırken, çocuklardan birinin kadının cebinden para cüzdanını çalarken gördüm. Önümden geçerken, gömleğinin yakasından yakaladım onu. Diğeri elindeki bıçakla yanıma geldi. Çocuk elimden kurtulup kaçtı. Arkasından yetişemedim. Kadın avaz avaz bağırıyordu:
“Hırsız var! Cüzdanımı çaldılar!” 
Yanına yaklaşan gençten biri:
“Teyze meraklanma” dedi, “ hırsızı yakalayıp cüzdanını sana geri getireceğim.” Genlerin arkasından koşturmaya başladı.
Eve döndüm. Cemal evde yoktu. Gitmiş, evi terk etmiş sandım. Kapımın kilidi oynamaya başladı. Birisi dışarıdan anahtarla kilidi açmaya çalışıyordu. Bıçağımı elime aldım. Kapının arkasına gizlendim. Neyse ki korktuğum başıma gelmemişti. Kapıyı açan Cemal’di. 
“Hani senin anahtarın yoktu. Montla birlikte çöpe atmıştın?” dedim öfkeyle. 
Rengi kaçtı birden. Sustu. Bir şey söylemedi. Gece benim evimde kaldı. 
Sabah arkadaşım aradı beni. Yeni ceketimi giyip kahveye onu görmeye gittim. Arkadaşım beni belediyeye götürdü. Bir halı bir de yatak aldı bana. Teşekkür ettim arkadaşıma.
Derneğe giderken, yol üstünde bulunan karakola uğradım. Cemal’i şikâyet ettim:
“Cemal benim evimi bırakmıyor” dedim.
Polis yanımda Cemal’i aradı. Onunla yumuşak sözle konuştu. Rica etti: 
“Bir daha adamın evine gidip rahatsız etme.” dedi.
Dernekte üstat İbrahim Seğir Hocama çocukların hikâyesini anlattım. Bana kızdı: “O çocukların yakında başka birileri daha var!” dedi, “eğer o çocuğu bırakmasaydın, seni vururlardı. Bir daha karışma.” 
Hatamı kabul ettim. Ama Allah’a şükür ediyorum ki başıma bir felaket gelmemişti. Sonra Cemal geldi derneğe. Beni dışarıya çağırdı. Çıktım. “Polis bana bu şehri terk et” dedi. “Param yok ki gideyim. 100 lira verir misin?” 
“Sen 2 aydır kirayı vermedin. Yemek parası da…”
“Söz veriyorum sana parayı en kısa zamanda veririm.”
Elimi cebime attım. Baktım para cüzdanım yok. Aklıma geldi, sabah cüzdanı cebime koymuştum. Çocuk aklıma geldi. Bana çok yakınlaşmıştı. Olmaya o zaman cebimden çekip aldı. Bildim o çocuk aldı. 
“Amu Ali sen bizim büyüğümüzsün. Burada senden büyük başka yaşlı İranlı yok. Biz sıkıntılarımızı gerek sana söyleyek. Sen de yok dersen…” dedi Cemal.
“Tamam, tamam” dedim. İbrahim Hocamdan 100 lira alıp Cemal’e verdim.
“Evin anahtarını ver” dedi, “evden gerekli eşyamı laayım.”
“Birlikte gidelim.”
“Ben gidiyorum. Patronum Şerik’ten para alayım. Belli değil ne zaman geri geleceğim.” 
Bir saat sonra dernekten ayrılıp eve geldim. Şükürleer olsun bugünü 100 lira bir kayıpla atlatmıştım. Telefonum çaldı. Açtım. Arayan kız kardeşimin kızıydı. Selamdan sonra:
“Mecid trafik kazasında öldü” dedi ağlayarak.
Ağlaya ağlaya Facebook’u açtım. İsfahan ve Tebriz’le konuştum. Habr doğruydu. Mecid ölmüştü. En son üç yıl önce onunla konuşmuştum. Evde yalnız oturup ağlamaya başladım. Cemal geldi. Beni teskin etmeye çalışıyordu. Çay getirdi. “İki güne kadar bu şehirden gitmeliyim” dedi. 
“Bir şey diyemedim...”
Sabahı zor ettim. Arkadaşım aradı gene. “Bana biraz para getir” dedi. O benden para alır birkaç gün sonra verirdi. Gittim. Yine ceketten bahsetti. Onu tak üzerine. Onun telefonları beni derde salardı. İstiyordum ki onunla olan arkadaşlığımı bitireyim. Ama zamanı vardı daha. Yolda bir İranlı bir arkadaşım aradı. “Dün Cemal’i bir kadınla lokantada gördüm” dedi. “Anladım ki Cemal 100 liranı o kadına masraf ediyor.”
Akşamüstü eve geldim. Musibetlerimi saydım. Böyle bildim ki hepsi bu lanetlik cekettendi. “Ne zaman onu vücuduma taktım, başıma bir bela geldi.” dedim kendi kendime. “Bunu çöp kabına atayım.” Sonra vaz geçtim. “Burada çok yoksul var. Belki biri alır üzerine giyer. Onun da başına benim belalarım gelir. En iyisi onu parça parça keseyim” dedim hiddetlenerek. Makası buldum. Küçüktü makas. Kesmedi. Keskin bir jiletle kesmeye başladım. Her kesmede kızıyordum. Ceketi de tike tike ederken birden jilet elimden ters dönü, dört parmağımı kesti. Öyle derin kesilmişti ki kemiklerim görünüyordu. Kanım bir fiskiye gibi fışkırıyordu. Çaresizce komşunun kapısına koştum. Zilini çaldım. Kadın kapıyı açtı. Elimi kanlar içinde görünce olduğu yere yığılıp bayıldı. Ardından kocası geldi. Üzerime yürüdü. Ama elimi bu halde görünce durdu. Eve gitti hızlıca. Cep telefonunu aldı, acili aradı. Çok geçmeden ambulans geldi. Komşu kadını sedye ile ambulansa taşıdılar. Ambulans siren sesiyle hareket edip gitti. 
Ben evden çıktım. Ne param vardı ne de yardım eden biri. Kahveye doğru yürümeye başladım. Elimden sürekli ceketime kan damlıyordu. Gücüm tükeniyordu. Zor da olsa kahveye ulaştım. Arkadaşım okey oynuyordu. Keyfi yerinde gözüküyordu.
“Ben o ceketi bir çöp konteynerinde buldum” dedi birden. 
“Sen kaç para aldın o arkadaşından?” diye yanındaki sormaz mı? Beni görünce sustu hemen. Gözlerim karardı. Masaya doğru yöneldim. Kanlı ceketim, dönen başım, kesik parmaklarım… Okey masasının yanına düştüm. Bayılmışım. Gözlerimi hastanede açtım. Elime gitti gözüm. Dikiş atılmış, pansuman yapılmıştı. Sağıa soluma baktım. Ceket ortalarda yoktu. Hemşire geldi. Cep telefonumu verdi. “Mesic geldi" dedi.
Mesic Facebook arkadaşlarımdandı, ama kendime dedim, “Olmaya, bir lazım Mesic ola?” Telefonu açtım. Bu yazıyı okudum. “Amu Ali selam. Ben Antalya’ya gittim.” Kendime dedim, “bir sıkıntı bitti, ama ayrı bir sıkıntı başladı. Ben gerek arkadaşımın belediyeden getirdiği eşyaları evden dışarıya atayım.” 
Alireza pourbozorg vafi 12.5.2015

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...