Muzaffer Baykurt’un anısına/ Cem DUMAN

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
BİR BAŞKA Fakir Baykurt

Fakir Baykurt’la ilk tanışmam Hollanda’ya geldiğim 1985 yılında bir toplantıda olmuştu. Kitaplarını okumuş, ama o güne kadar kendisiyle karşılaşmamıştım. Fakir Baykurt, bir grup arkadaşla çıkarttığımız Sesimiz gazetesi için söyleşi yapma isteğimizi bir kez geri çevirmiş, bir söyleşimizde de beklentilerimizi karşılamamış olmalı ki, bir arkadaşımız gazetede, “Kitapları okunması gereken, ama dinlenmesi gerekmeyen bir yazar” gibi bir cümle kullanmıştı onun için.
 
Bir yıl kadar sonra Köln’de Yılmaz Güney’i anma etkinliğinde tekrar karşılaştığımızda bize ilk sorusu; “söyleyin bakalım o cümleyi hanginiz yazdınız?” olmuştu. Birçok etkinliği beraber takip ettiğim ve Sesimiz gazetesinin en üretken çalışanı Sabri Varan da yanımdaydı ve şaka zannederek: “Sabri!” demiştim. Aslında hangi cümleden bahsettiğini bile anlayamamıştım. İşte o an bize unutulmaz bir ders verdi: “Bir yazarı eleştirmek veya övmek için önce kitaplarını ve yazarın başka yerlerde yayımlanan yazılarını okuyacaksınız, yazarla konuşacaksınız, ondan sonra eleştirebilirsiniz veya övebilirsiniz!”
Yazın dünyasında yayıncı kimliğimle yer aldığımda, yazar ve yapıtlarına bakış açımı Fakir Baykurt’un verdiği işte bu ders belirlemiştir.
Bunun üzerine kendisine, “Tüm kitaplarınızı okudum, dergilerde çıkan yazılarınızı da takip ediyorum. Galiba sizinle uzun bir sohbete ihtiyacımız var. Sizi şimdiden bir hafta sonu için Hollanda’ya davet edebilir miyim?” dedim. “Böyle olmaz, evinize dönünce eşinizle konuşacaksınız, ondan sonra davetinizi bir mektupla yapacaksınız.” diye yanıtladı. Hollanda’ya dönünce kendisini bir mektupla davet ettim. Fakir Baykurt ve eşi Muzaffer Abla ile dostluğumuz işte böyle başladı. İyi ki de başladı. Fakir Baykurt çok sık misafirim oldu. Bazen hafta sonları, bazen bir hafta boyunca... Kendisiyle Hollanda’da onlarca edebiyat etkinliği düzenledik. Her defasında kendilerini Almanya’nın Duisburg kentindeki evinden alıp tekrar evine bırakırdım.
Fakir Baykurt’un dört kitabını 1997 yılında düzenledim ve Hollanda’da yayımladık; Ateşdikenleri, Bizim İnce Kızlar, Türkiye Nereye ve Unutulmaz Köy Enstitüleri. Bu kitapların yayınlanmasına katkı sağladığım için kendimi huzurlu hissediyorum.
*
Fakir Hoca ile her konuda sohbet ederdik. O bana “Abem” derdi, ben de ona “Sevgili Hocam.” Kendisiyle çok hoş anılarım oldu. Birbirimize karşı çok şaka yapardık. Bazen şakanın dozunu kaçırdığım da olurdu. Bunlardan birini burada paylaşmak istiyorum.
Bir sonbahar günü beni aradı:
-Abem, hafta sonu gel de bizim evin arkasındaki parkta uzun bir yürüyüş yapalım. Biraz da sohbet edelim, dedi.
-Olur, Sevgili Hocam, memnuniyetle, dedim. Cumartesi sabahı bir arkadaşımı da alıp geleceğim.
-Ama bir şartım var, dedi. Hafta sonu yapacağımız masrafların hepsi benden olacak.
Böyle anlaştık kendisiyle. Masrafları Hoca karşılayacaktı. Almanya’da yaşayan arkadaşım Cemil Şenel ile beraber saat dokuzda evine vardığımızda:
-Çocuklar, bugün ne oldu biliyor musunuz? Kahvaltı için taze bir şeyler alayım diye pazara gittim. Alışverişi bitirdim, cüzdanıma baktım ki hiç param yok.
İçimden kendisine, ‘Hani bu hafta sonu paraları sen ödeyecektin?’ demek geçti ama bir şey demedim. Bunun için uygun bir zamanını kollamalıydım. Ben, Fakir Hoca ve Cemil Şenel. Parkta uzun bir yürüyüş yaptık. Fakir Hoca bir ara “Çocuklar bir yerde yemek yiyelim,” dedi. Dedi demesine ama bende tamı tamına elli Mark var. Ne de olsa Hoca’nın cüzdanında para yok. Güzel bir restorana girdik. Yemeklerimizi ısmarlarken fiyatların elli Mark’ı aşmamasına dikkat ediyordum. Tam yemekleri ısmarlamıştık ki, içeriye epeyce kilolu biri girdi. Restoranın sahibiymiş. Fakir Hoca’ya sarıldı, övgüler dizdi, bize de dostça “Hoş geldiniz” dedikten sonra garsonu çağırdı. Verdiğimiz siparişleri iptal edip garsona bizim için çorba, birer buçuk kebap, salata, ayran, baklava ve semaverde çay hazırlamasını söyledi. Bendeki para ile bu hesabı ödeyemezdim. ‘Acaba Cemil’de para var mı?’ diye düşünürken meğerse Cemil de aynı şeyi düşünüyormuş: ‘Acaba Cem’de para var mı?’
Yemeğimizi yedik ama gelin bir de bana sorun. Hesabı birlikte ödemek için Cemil’e işaret ettim. Biz tam kasaya giderken, patron gördü: “Sizin gibi misafirler bana gelmiş, beni şereflendirmiş... Ben sizden para mı alırım?” dedi, inanılmaz iltifatlarda bulunarak. Hatta bir paket baklava hazırlatıp bize vermek istedi.
Oradan sinemaya gittik. Birkaç yerde oturup kahve içtik. Hesabı ya ben ya da Cemil ödüyordu. Hesap, Hoca’nın umurunda değildi. O, sürekli şaka yapmakla ve beni iğnelemekle meşguldü. Cemil’e dönüyor, “Abem bu şakaların altında kalmaz, beni Abem’den koru Cemil Enişte,” diyordu. Ben de kendisine, “Her akşamın bir sabahı var,” diyordum. Tüm planlarım akşama yönelikti. O gece Cemillerde yatacağımız üzerine kurmuştum şakamı.
Geç vakitte Cemillere gittik. Uzun sohbetimizden sonra yatmak için oda hazırlandı. Ev küçüktü, ben salonda, Hoca İlker’in odasında uyuyacaktı. Hoca’ya bir sanatçı arkadaşı CD hediye etmiş, ama evinde CD çalar olmadığı için yanında taşıyordu. Odasında CD’yi dinleyebileceğini söyledim. Sevindi. Cemil’in oğlu İlker’in beşli CD çaları vardı. Ben beş Cd’den birini çıkardım, yerine Hoca’nın getirdiği CD’yi taktım. CD çaların üzerini yorgan, battaniye, ne bulduysam onunla kapattım. Öyle ki duvardaki elektrik prizi dahi görünmez olmuştu. Hoca yattıktan sonra, “Hocam, CD’nizi şimdi dinleyebilirsiniz, zaten o bitmeden de uyumuş olursunuz.” dedim ve kapıyı kapattım. İlk CD bitiyor, arkasından diğer Cd başlıyor ve bir kadın sesi. “Allah Allah, bu sanatçı kadın sesiyle de mi türkü söylüyor?” diye söyleniyor Hoca. Bu arada uykusu da kaçıyor. Üçüncü CD’de pop şarkıları çalıyor, bitiyor, bu kez dördüncü CD çalmaya başlayınca dayanamayıp kalkıyor. CD çaları arıyor, bulamıyor. Elektrik prizini arıyor, bulamayınca sinirleniyor, ama lambayı açmadan da çözüm bulamayacağını biliyor. Karanlıkta, odada ne varsa sağa sola atıyor ve bulduğu tüm kabloları yerlerinden çıkartıyor. Müziğin sesi kesiliyor ama sabah da oluyor.
Ben sabah erkenden kalktım, kendimi dışarı attım. Birazdan olacakları sezebiliyordum çünkü. Çıkarken ev sahibesine de “Hoca sabahları uyanınca biraz gergin oluyor, onu biraz sakinleştirin.” dedim. Daha fazla bilgi vermeden bir saat kadar dışarıda dolaştıktan sonra eve geldim. Tabi Hoca kalkınca gece olanları evdekilere anlatmış. Ben eve dönünce:
-Abem, dedi. Bunu bana yapmayacaktın! Benim sana bir yılda yaptığım şakayı sen bir gecede yaptın. Hadi gel de barışalım.
Birbirimize sarıldık. Tam o sırada içimde kalan cümleyi söyledim:
-Hocam, hani bu hafta sonu bize hiç masraf ettirmeyecektiniz. Oysa siz “Cüzdanıma baktım ki hiç param yok.” dediniz.
-Ama çocuklar, ben oradan bankaya gidip para çektim... demez mi?
Güzel günlerdi. Keşke yaşasaydı da yine her istediğinde gidip onunla parklarda dolaşsaydım.
*
1989 veya 1990 yılı olmalıydı. Aziz Nesin Nijmegen’de bir toplantıya davet edilmişti. Fakir Baykurt da benim ve Sabri Varan’ın davetlisi olarak Arnhem’de idi. Aziz Nesin’in Hollanda’ya geldiğini duyunca çok mutlu oldu. Toplantı salonunda karşılaştılar, birbirlerine sarıldılar. Daha sonra Aziz Nesin onu masaya davet etti. Fakir Hoca nezaketle ayağa kalktı: “Bu senin toplantın, ben yerimde oturayım” dedi ve tekrar yerine oturdu. Fakir Hoca bir nezaket sembolüydü.
Fakir Baykurt güzel şiir okurdu. Cemil Şenel, Marl’da Almanca-Türkçe bir radyo yayını yapıyordu. Onun stüdyosunda Selim Yılmaz’ın da katkılarıyla Fakir Hoca’nın şiirlerini kayıt ettik. Vedat Gültekin, Engin Okyay, Haydar Çakal ve arkadaşları da günlerce uğraşarak şiirlere özgün müzik yaptılar. Güzel bir CD oldu ve otuz beş adet çoğalttım, Hoca da emeği geçen arkadaşlara imzalayarak armağan etti.
*
Fakir Baykurt, siyasi bir yazardı ve hep öyle kaldı. ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi), 1999 milletvekili seçimlerinde birçok aydın gibi Fakir Hoca’ya da milletvekilliği adaylığı teklif etmiş, o da “Aydın sorumluluğum gereği,” diyerek kazanamayacağını bildiği halde, teklifi kabul etmişti. Türkiye’ye gitmeden birkaç gün önce beni aramış ve uzun uzun sohbet etmiştik. Aslında sohbet etmemiş, o konuşmuş ben dinlemiştim. İşte o konuşma son konuşmamız oldu.
Seçimlerden sonra Almanya’ya dönünce onu Mevlüt Asar, Kemal Yalçın ve arkadaşları karşılamış, halsiz ve zayıflamış halini görünce eve değil, doğrudan hastaneye götürmüşler. Kısa bir süre içinde kanser teşhisi kondu. Hastanede yatarken ziyaretine gittiğimizde, doktorların uygun bulmasına rağmen, eşi Muzaffer Abla, bizi kendisiyle görüştürmemiş, “En son nasıl gördünüzse aklınızda öyle kalsın,” demişti. Cenazesini Duisburg Belediyesi yöneticileri, dostları, öğrencileri ve ailesinin de katılımı ile “Güzel bir veda töreniyle” Türkiye’ye göndermiştik.
*
Fakir Baykurt'un birçok insanla güzel anıları oldu. Onunla ilgili çok şey biliniyor. Ama bilinmeyen bir konuyu daha buraya eklemek istiyorum.
Park gezimiz sonrası onu evine getirdik. Gecenin geç saatlerinde, evinin önünde, arabada yine uzun uzun sohbet ettik. Benden bir isteği oldu. “Biliyorum, Kürt Sorunu ve Atatürkçülük konusunda benden farklı düşünüyorsunuz. Güvendiğin ve bu konuları iyi bilen sekiz-on arkadaşınla bir toplantı organize et, konuşalım. Bir aydın olarak sorumluluklarım var. Yanlış yapıyorsam düzeltmeye hazırım.” dedi. Ama böyle bir buluşmayı ne yazık ki gerçekleştiremedim.
*
Fakir Baykurt, özellikle Avrupa’da yaşayan hemen hemen tüm yazarların kitaplarını okumuş, onlara önerilerde bulunmuş, kitaplarına “Önsöz” yazmıştır. Almanya'nın Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti'nde bir grup yazarla beraber Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu adında bir inisiyatif oluşturmuştu. Ben de dönem dönem bu çalışmalara katıldım. Bu inisiyatif içinden değerli yazar ve şairler yetişti. Mevlüt Asar, Kemal Yalçın, Molla Demirel ve daha niceleri. Ayrıca bu inisiyatif bugün ATYG (Avrupa Türkiyeli Yazarlar Girişimi) adıyla çalışmalarını sürdürüyor. ATYG’nin buluşmalarında Fakir Baykurt anılmadan geçilmez.
Sesimiz gazetesi için Sabri Varan ile beraber Fakir Baykurt’un konferanslarını birçok defa haberleştirdik, kendisiyle söyleşiler yaptık. 24 Ağustos 1990 tarihinde Sesimiz gazetesi için, bugüne de ışık tutması açısından sorduğumuz bir soruyu ve onun cevabını kısaltarak buraya aktarmak istiyorum.
-Sizce “Aydın” ne demektir, kimler aydındır?
-Bugüne değin aydının, aydınların çeşitli tanımları yapılmıştır. Gene de burada, Avrupa'da yaşayan yurttaşlarımız arasında bile dumanlı bir kavramdır bu. Önce aydının ne olmadığını saptayalım.
Kimler aydın değildir?
Her okumuş, yüksekokul diploması almış kimse aydın değildir. Buna karşılık uzun boylu okumamış, hatta hiç okula gitmemiş, diploma almamış kimseler arasında bile aydın vardır.
Kimler aydındır?
Aydın; bilimlerden, sanatlardan biriyle uğraşan, toplum ve yurt sorunlarıyla sürekli ilgilenen, bir davası, bir tutkusu, olumlu anlamda bir inadı olan insandır. Her değerli nesne gibi aydının da hası azdır. Has aydının sayısı kimi ülkelerde üçü beşi geçmez... Has aydın ise, kendimci değil, elci; bireyci değil, toplumcudur. Has aydın toplumundan, insanından, çağından, ereğinden, inadından sürekli olarak sorumludur...
*
Fakir Baykurt’la bir anımı daha paylaşmadan geçemeyeceğim. Bir gün beni telefonla aradı. Hiç alışık olmadığım bir ses tonuyla:
-Abem merhaba, nasılsın, dedi
-Sevgili Hocam merhaba da asıl siz nasılsınız? Sesiniz pek iyi değil.
-Sorma Abem, iyi değilim.
Sorularım karşısında anlatmak zorunda kaldı. Meğer bilgisayarının ekranı bozulmuş. Üstelik yıllardır yazdıkları ve yeni çalışmaları da bu bilgisayarda kayıtlı. Bilgisayar çok eski. Yeni ekran da uymaz. Hemen, Hollanda’da bulabileceğim ikinci el dükkânlarını ve tanıdıklarımı aramaya başladım. Bu arada Almanya’dan Selim Yılmaz’ı da aradım. Bir saat sonra Selim’den cevap geldi. “Buldum!” dedi. Çok sevindim, Hocam da çok sevinecekti. Telefon edip en geç üç saat sonra kendisinde olacağımı söylediğimde ağzından sadece “Abem” sözcüğü çıktı. Evin zilini çaldık. Kısa bir süre bekledikten sonra Hoca asansörle aşağı indi, kapıyı açtı. Hiç konuşmadan, hatta yüzümüze bakmadan asansörle yukarı çıktık, uzun bir koridoru geçtikten sonra evin içine girdik. Üçümüzden de hiç ses çıkmıyordu. Hoca ekranı kararmış bilgisayarda bir şeyler yaptı. Sonra bize dönerek yumuşak bir sesle, “Hoş geldiniz çocuklar,” dedi. Hızla bilgisayarın ekranını değiştirdik, bilgisayarı açtık. Çalışıyordu. Hoca’ya sordum:
-Siz biraz önce ekranı kararmış bilgisayarda ne yaptınız?
-Yazdıklarımı kaydettim.
-Ne zamandır ekransız bilgisayarda çalışıyorsunuz?
-En az on beş gündür.
Ben ve Selim şaşırmıştık. Yaptıklarını görmek istedim. On beş günde neler yaptığını gösterdi. Onlarca sayfa yazmıştı. Ne bir paragraf ne de bir satır hatası yapmıştı. Keyfi yerine gelmiş, eski neşesine yeniden kavuşmuştu. Aynı anda ikimize sarılıp kucakladı.
Sevgili Hocam Fakir Baykurt’u vefatının 18. yılında saygıyla anıyor ve büyük bir zevkle hazırladığım ATEŞDİKENLERİ şiir kitabından bir şiirini paylaşıyorum.
 
BENİM DİLEĞİM
Benim dileğim dünyada
Saraylar yaptırmak değil
Biriktirip biriktirip paraları
Mal mülk edinmek değil
 
Benim dileğim
Bir gemi satın alıp kendime
Dolaşmak değil denizlerde
Avlayıp aslanları Afrika'da
Başında resim çektirmek değil
 
Çevrildi şiirlerim varsıl yoksul dillere
Kimi de kızların defterine yazıldı
İsterse unutulsun kitaplarım
Ünlü kalmak değil
Benim dileğim
 
Benim dileğim
Bahçe yetiştirmek olabilir
Susuzluktan kuruyan köylerde
Dağlardan su indirmek bir köye
Okul açmak olabilir yoksul çocuklara
 
Benim dileğim
Yüz yıldan fazla yaşamak değil
Bir küçük dileğim var halkımdan
Mutlu olduğu o güzel mevsimde
Bir türkü süresi anımsanmak
Onu da paşa gönlü bilir
 
Fakir Baykurt

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...