Umudun Çocukları/Sabri Varan

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
İnternet ortamında yayınlanan “Yankı İnfo” dergisine birkaç fotoğraf göndermiş ve şöyle bir not düşmüştüm: “Sayın Erdal Çağlar, derginizde yayınlanması için birkaç fotoğraf gönderiyorum, eğer yayınlamaya değer bulmazsanız çöp sepetine atabilirsiniz.”

Kısa bir zaman sonra kendisinden bir elektronik posta aldım: Fotoğraflarla ilgili bir yazı beklediğini bildiriyordu. Yani “Umudun Çocukları”nı yazmamı istiyordu benden.
Erdal Çağlar ile ne yüz yüze ne de telefon ile bir görüşmemiz olmuştu. Kendisiyle değerli yazın emekçimiz Kemal Yalçın aracılığıyla sanal alemde tanışıyoruz yalnızca.
Tabii ki yazar olmadığım için ilk başta pek sıcak bakmadım bu öneriye... Sonra fotoğraflara yeniden bakınca, “Hadi al bakayım defteri kalemi eline Sabri!” dedim kendi kendime.
Gerçi şimdi artık kimse kalemi kâğıdı eline almıyor, oturuyor bilgisayarın başına, yazılarını öyle yazıyor. Artık kime “Kalemine sağlık!” diyebileceğiz ben de bilmiyorum!..
Umudun Çocukları’nı Hollanda ve Türkiye’de görüntüledim. Her bir fotoğrafın ayrı bir hikâyesi ve anısı var bende. Onlar üzerine hikâye yazmak yerine, kendi çocukluğumu anlatmak istiyorum.
Benim de çocukluk yaşamım Umudun Çocukları gibi geçti. Yoksulduk; benim hiç renkli balonum olmadı, bu da yetmezmiş gibi soğuk kış gecelerinde donmamak için elbise ile yatardım. Mendilim olmadığından burnum hep sümüklü olurdu. Oyuncaklarım olmazdı, babam elimden tutup beni lunaparklara götüremezdi. Sinemaya gidip çekirdek çıtlayıp gazoz içemedim. Bisiklete binmek benim için ancak düşlerde mümkündü.
Demek ki bugün bile Umudun Çocukları’nın yazgısı kırk yıldır fazla değişmemiş yeryüzünde.
Çocukluğum Karadeniz’in Fatsa ilçesinde, yeşilin her türlü tonunun olduğu fındık bahçelerinde geçti.
Kendi köyümde okul olmadığı için komşu köydeki okula giderdim. O yıllarda kız çocuklarının okula gitmesi hem ayıp hem günah sayılırdı. Bu yüzden yaşları bana yakın olan iki kız kardeşim de okuma-yazmayı yıllar sonra kendi çabaları ile öğrendiler. Kara önlük ve beyaz yaka o yıllarda zorunlu idi. Köydeki çocuklar gibi benim de ceketim, paltom ve potinim hiç olmadı. Kara önlüğün altına kazak, ayağıma ise o yıllarda “Trabzon lastiği” denilen, kara bir lastik ayakkabı giyerdim. Üstelik bir yıl boyunca tek bir pantolon ile idare edeceğimin bilincindeydim. Yırtıldı mı, vay halinize... Hemen çocuklar “delikli göt” diyerek alay ederlerdi.

Okula, her öğrenci her gün odun götürmek zorundaydı. Kapıdaki nöbetçi odun getirmeyeni anında öğretmene şikâyet ederdi. Sonucu da dayakla biterdi. Sınıfımızda ders araç-gereci olarak bir Türk bayrağı, bir de Atatürk resmi vardı. Okulumuzun en önemli sosyal etkinliği, baharın gelmesi ile birlikte çevre köylerdeki okullara düzenlenen gezilerdi. Bu gezilere askeri bir disiplin içinde giderdik. Elimizde Türk bayrakları sallanır, aralıksız marşlar söylerdik. Marşları söylerken avazımız çıktığı kadar bağırırdık. Gezilerin en ilgi çeken yanı ise ilkokullar arası düzenlenen bilgi yarışmasıydı. Karadeniz’de düz alan bulmak çok zor olduğundan, futbol, voleybol müsabakaları yerine, mendil kapmaca, birdirbir ve çuval yarışı yapardık. En heyecanlı anı ise güreş müsabakalarıydı.
Yağlı boya, renkli kalemler çok lüks şeylerdi. Bunlara ancak İstanbul’a taşındığımızda sahip olabildim. Okul çantalarımızı bile annelerimiz bezden dikerlerdi.
Öğretmenimiz sınıfta anlatıyor; oturma odası... yatak odası... yemek masası... gardırop... büfe... kahvaltı... Oysa bu kavramları yaşamımda ilk defa duyuyordum. Dört amcam, eşleri ve çocukları aynı evde yaşıyorduk ama evimizde öğretmenin anlattığı bu şeylerden hiçbiri yoktu. Her aileye bir oda bile düşmüyordu. Anne-baba, çocuklar aynı odayı paylaşıyorduk. Misafir geldiğinde de aynı odayı paylaşıyorduk.
Kahvaltı kavramını kimse bilmezdi. Sabah, öğlen ve akşam aynı yemekler yenirdi. Bir de sofralardan hiç eksik olmayan karalahananın her türlü yemeği ve turşusuydu.
Köyümüz Alevi köyü olduğundan Cemler genellikle kışın yapılırdı. Yine bu Cemlerden biriydi. Cem başlamadan “Dede” köylülerin dertlerini, şikâyetlerini dinliyordu. Dede başköşeye oturmuş yanında köyün yaşlıları ve varsılları... Dede elinde tespihi, bir yandan bıyığını sıvazlıyor, bir yandan eğitmenin, Ali Usta ile ilgili şikâyetlerini dinliyordu. Köyün marangozu Ali Usta, eğitmenin evinde bir aydır çalışıyormuş… Hem yevmiyesini alıyor hem de ev sahibinin sunduğu yemekleri yiyormuş. Ali Usta’nın bir gün canına tak etmiş:
“İçine sıçarım bu pancarın, bu evde pancardan başka yemek yok mu?” demiş.
Dede her ikisini de dinledikten sonra Ali Usta’ya dönerek:
“Haklısın ama, yine de nimete küfür edilmez!” deyip ona ceza verdi.
Oyuncaklarımızı taştan, çamurdan yapardık. Elimizde doğru dürüst malzeme olmadığı halde, taşlara en güzel şekilleri verirdik. Ortak meralarımız olmadığından, herkes kendi bahçesinde hayvanlarını otlatırdı. En güzel türkülerimizi yalnız olduğumuzda söylerdik. Bol bol da hayal kurardık. En büyük hayallerimiz, şehire gidip, köfte ekmek ve dondurma yemekti. Bisiklete binen kentli çocukları, gizli bir hayranlıkla uzaktan seyrederdik.
İlkokul üçüncü sınıfta okuyordum. O kış çok çetin geçmişti. Büyüklerimiz kışa “zemheri” derlerdi. En küçük amcam evlenecekti. Terzi olduğu için bir pantolon da bana dikmişti. Çok sevinçliydim. Hem nasıl sevinmem ki; ilk defa kumaş pantolonum oluyordu. Mutluluktan o gece pantolonum ile yattım. Sabahleyin hava ata ata okula gittim. Herkesin dikkatinin benim üzerinde olacağını düşünüyordum. Özellikle kızların!
Sınıfta öğretmen beni tahtaya kaldırdı. Daha bir gururluyum, çünkü bütün sınıf kumaş pantolonumu görecekti. Öğretmen dönüp demesin mi:
“Lan oğlum! Bu ne biçim pantolon? Bir ipini çeksem, kırk parçaya ayrılacak!”
Kıpkırmızı oldum, sinirimden tir tir titriyordum. Meğer amcam kumaş parçalarını birleştirerek bir pantolon dikmiş bana. Bir daha da o pantolonu giymedim.
Sınıfımızda Şükran Ateş diye bir kız vardı. Kıpkırmızı yanakları, kalın dudakları sınıftaki biz oğlanların aklını başından alıyordu. Hepimiz deli oluyorduk onun için. Diğer kızları gözümüz görmüyordu hiç. Ben de Spor Kolu Başkanı’yım. Okulun tek futbol topu var, o da benden sorumlu. Topu bir tek Şükran’a veriyordum. Köyden ayrıldıktan sonra bir daha Şükran’ı göremedim. Acaba yanakları hâlâ al al mıdır, gözleri Türkan Şoray’ın gözleri gibi buğulu mu bakmaktadır, bilemiyorum ama aklımın bir köşesinde olduğunu iyi biliyorum.
Sinemaya dördüncü sınıfta okurken gitmiştim, Yılmaz Güney’in “İnce Cumali” filmi oynuyordu. Filmde kötü adam rolündeki Hayati Hamzaoğlu ateş ediyor, korkudan altımıza edeceğiz neredeyse! Bizi vurmasın diye kafamızı yan tarafa çeviriyoruz. Filmin final sahnesinde başrol oyuncusu Yılmaz Güney kötülerin hakkında gelince, seyirci bunu kendisiyle özdeşleştirerek salonda alkış tufanı kopardı. Avuç içlerimiz şişene kadar alkışladık. Sonrasında filmi günlerce birbirimize anlatıp durduk.
Karadeniz’de evler dağınıktır. Herkes evini, bahçesinin olduğu yere yapar. Evler eskiden ahşaptan yapılırdı. Daha sonraları inşaatlarda tuğla, briket kullanılmaya başlandı. Bizim ev de ahşaptı ve çok eskiydi. Evimiz ne ilk yapılışında ne de sonraları yıllarca boya yüzü görmüştü. O yüzden dış cephesi ve içerisi simsiyah görünürdü. Okuldan arkadaşlar bizim evimizi sorduklarında, utancımdan “Bu ev bizim evimiz!” diyemezdim.
Hikâye uzun, yerimiz dar. En iyisi bir çocukluk anımla yazımı bitireyim.
Okuldayım. Birden sınıfın kapısı çaldı. Gelen misafiri eğitmenimiz hemen sobanın başına oturttu. Gelen her konuk, sessizce dersi dinlerdi. Ama bu sefer gelen konuk ağır; köyün Dede’si. Eğitmenimiz de Alevi kökenli olduğu için Dede’ye karşı daha bir hürmetkâr. Diğer altı köyün öğrencileri ise Sünni kökenli. Eğitmen bir yandan Dede ile sohbet ediyor, bir yandan da bizimle ilgilenmeye çalışıyordu. Baktı ki böyle olmuyor, sınıfa dönerek:
“Kim türkü söylemek istiyor?” dedi.
Sesime güvendiğimden hemen parmak kaldırdım. Hiç unutmuyorum, türkünün bir yeri şöyleydi:
“Kiremitten buz musun?
Gel Osman’ım gel.”
Eğitmen öfkeli bir ses tonuyla:
“Otur lan yerine!” dedi. “Başka türkü bilmiyon mu?”
Benim de aklıma hemen “Sabahın seher vaktinde Ali’yi gördüm, Ali’yi” türküsü geldi. Başladım söylemeye.
Eğitmen:
“Aferin! Bak şimdi oldu.” dedi.
İçinizdeki çocuğu öldürmeyin. Ben o çocuğu hâlâ içimde yaşatıyorum.
Sürçülisan eylediysek af ola...
Sabri VARAN
e-mail: ceva87@hotmail.com

 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...