Bir Tutam Ot

İsmail Cömertoğlu kullanıcısının resmi
Tek maaş dört nüfuslu bir aileyi geçindirmeye yetmiyordu. Öğretmenlik mesleğinin yanı sıra ek işler yapmak zorundaydık. Aksi takdirde çocuklarımızı gereğince beslemek, başka çocuklara imrendirmeden büyütmek, okutup ülkeye yararlı evlatlar yetiştirmek olası değildi. O nedenle babadan kalma tarlamıza nohut ekmiştik. Eşimle beraber nohut yoluyorduk. Yazın kavurucu sıcaklığı bizi yakıyordu. Sıcağın etkisiyle terden her tarafımız sırılsıklam olmuştu

İşçiler, emekçiler, memurlar için hayat gerçekten zordu. Çocuklarını iyi yetiştirmek isteyen anne babalara daha çok çalışmak, daha çok ezilmek düşüyordu. Bütün bunları düşünürken bir otomobil yakınımızda durdu.
Otomobilden inen iki kişi bize doğru geldi. Selam alıp selam verdik, birbirimize hâl hatır sorduk.
 “Biz öğretmen İsmail’i arıyoruz.” dediler.
“Aradığınız kişi benim, hayırdır, niçin beni arıyorsunuz?” dedim.
“Sorduk, soruşturduk. Çevrede sevilen bir kişiymişsiniz. Çevrede lafın dinleniyormuş. Kurban Bayramı dolayısıyla Arap ülkelerine kurbanlık gönderiyoruz. Bize çok koyun, kuzu lazım. Bize yardımcı olursanız biz de ekmek yeriz, sen de. Bizim patronumuz Pazarcıklı Erdal Mutluay’dır. Narlı’da çiftlikleri ve çırçır fabrikaları var.”
50 yaşlarında olan adamın adı Mevlit,  70 yaşlarında olan adı ise Hakkı idi.  Mevlit değil de Hakkı daha çok güven verdi bana.  Adamların teklifini kabul ettim. Eşim razı olmadı. O, benden daha çok önseziliydi. Gitmemem için ısrar etti, ne yazık ki ben hayatımın en büyük hatasını yaptım ve adamların peşine takıldım ve çevrede koyun kuzu satın almak için yola koyulduk. Önce benim kuzuların pazarlığını yapmak için Çukur Yaylası’na gittik. Bizim kuzuların pazarlığını yaptık. Daha sonra kuzularını satmak isteyenlerle görüştük.
Benim 200 kadar koyunum ve 150 kadar kuzum vardı. Koyunlara kardeşim Seyit bakıyor, kazancını kardeş payı yapıyorduk. Yazın eşimle beraber biz de onlara karşılıksız yardım ediyorduk. Amacım para kazanmaktan çok kardeşimin iş sahibi olmasıydı. Kendisine Elbistan’da dükkân açmak istediğimde reddetmiş, “Ben dükkân işini sevmem, dükkân cezaevi gibi beni boğar. Bana koyun kuzu alırsan seve seve bakarım.” demişti. Kardeşim mutlu olsun diye koyun almıştım. Kardeşim gerçekten baba mesleği olan çobanlığı ve koyunlara bakmayı çok seviyordu. Çobanlıktan iyi anlıyordu. Koyun ve kuzulara çocuklarına bakar gibi bakıyordu. Bundan dolayı olacak ki benim kuzularım çevrede herkesin dilindeydi. Başka kuzuların yanında koç gibi duruyorlardı. Bir kuzum ayrılıp başka sürüye katıldığında o kuzunun benimki olduğu herkes tarafından bilinirdi. Kışın koyunları iyi beslerdik, baharda kuzuları bir ay boyunca koyunlarla beraber otlatırdık.
Kuzularını satmak isteyenlere “Bunlar paranızı yiyeceğe benzemiyorlar.” diyordum. Kime gittiysek geri çevrilmedik. Kısa zamanda 5 kamyon dolusu kuzu satın aldık. Güya parasını kuzuları Antakya’ya götürdüğümüzde ödeyeceklerdi. Kuzu sahipleri adamların yanında beni görünce tereddüt etmeden mallarını satmışlardı. Paralarını alacaklarından emindiler.
Kuzuları kamyonlara yükledik. İyi bir iş yapmış olmanın sevinciyle türküler söyleyerek Antakya’ya doğru yola koyulduk. Kırıkhan’a gittiğimizde kamyonları yolun kenarına park ettik ve kuzuları kamyonlardan indirdik. Güya patron Erdal oraya gelecek ve kamyoncuların parasını verecekti. Biraz bekledik patron gelmedi. Şoförlerin parasını vermek zorunda kaldım. Artık burnuma kötü kokular gelmeye başlamıştı. Bu işte bir hile olduğunu, bunların dolandırıcı olabileceğini düşünmeye başladım. Yaklaşık 3 milyon lira alacak vardı. Yayladan Çukurova’nın çölüne getirilen kuzular yol yorgunluğu ve sıcağın tesiriyle perişan olmuşlar, karınları birbirine yapışmıştı. Kara kara kuzuları tekrar köye götürmeyi düşündüm. Kuzular iyice perişan olur diye vazgeçtim. Zaman ilerledikçe sıkıntım artıyordu. Güya patron Arap alıcıyı bekliyordu. Alıcı gelince paramızı alacaktım. Kuzular 3 gün Amik Ovası’nın sıcağında bekletilince iyice perişan oldular. Ne yapacağımı bilmiyordum.
Dördüncü gün kuzular kesime verildi. Kuzuların hepsi kesilmişti, ama parayı alamamıştım. Nihayet patronu görme ve onunla tanışma imkânım oldu. Patron, “Alıcıdan parayı alamadım, birkaç gün içinde parayı alıp sana ödeme yapacağım.” dedi.  Para bir yana insanlar “O kadar tahsil görmüşsün, insan bu kadar mı cahil olur, nasıl parayı almadan kuzularını satarsın?” diye beni tiye alacaklardı. Sanki kuzularını borca veren tek kişi benmişim. Hâlbuki Mevlit’ten ayrı, Hakkı’dan ayrı senet almıştım. Daha önceden anlatıldığına göre Hakkı’nın Göksun’da fırını ve değirmeni vardı. Kötülüklere, hileye, hurdaya hiç aklım ermezdi. İnsanların bir başkasını dolandıracakları kırk yıl geçse aklıma gelmezdi. Hakkı ile Mevlit’i karşıma alıp “Hakkı Dayı ben kendi yağı ile kavrulan, kendi halinde gariban bir öğretmenim. Çocuklarımı insanca yetiştirebilmek için çabalayıp duruyorum. Madem birilerini dolandıracaktınız, beni mi buldunuz? İnsanların içine nasıl çıkacağım? Çocuklarımın yüzüne nasıl bakacağım?” diye sitem ettim. Hakkı: “Hocam senin paranı kurtaracağım. Bana güven. Eğer senin paranı kurtarmasam kızımla zina etmiş olayım.” dedi. Yüreğime su serpilmişti. Alacağımı alabilmeyi umut etmiştim. “Nasıl kurtaracaksın?” diye sordum. “Birkaç kamyon arpa alıp satalım. Böylece senin paranın kurtaralım.” dedi. Denize düşen yılana sarılır misali teklifi kabul ettim. Hakkı ile beraber Elbistan’a geldik, 5 kamyon arpa satın aldık. Arpalar satıldı, yine de benim param ödenmedi.
Her şey gün gibi aşikârdı. Adamlar beni olabildiğince daha fazla borçlandırmak istiyorlardı. Patron Erdal’ı bir gün yakaladım ve ondan büyük bir çaba sonucunda 500 liralık bir çek aldım.
Yaz tatili bitmek üzereydi. Türkoğlu’nda öğretmenlik yapıyordum. Hatay’ın Samandağ ilçesinin bir köyüne tayinim yapılmıştı. İki hafta sonra göreve başlayacaktım. Çevrede birkaç fakir fukaranın kuzularını satmalarına sebep olmuştum. Bu durum beni içten içe kemirip bitiriyordu. Evet, “Kefilim dememiştim, ama bunlar sizin paranızı yiyeceğe benzemiyorlar.” diyerek vicdanen kefil olmuştum. Ben o adamların yanında olmasaydım onlar kuzularını tanımadıkları bu insanlara satmazlardı. İşin kötü tarafı benim o fakir fukaranın parasını ödeyecek durumum kalmamıştı.
 Afşinli bir amcadan 50 tane kuzu almıştık, parasını ödememiştik. Türkoğlu’nda evde oturuyorduk ailece. Kapı dövüldü, içeriye bir adam girdi. Tanıdım. Bu adam kuzularını satın aldığımız adamdı. Parasını istiyordu. Her ne kadar ben dolandırıldığımı, parayı alamadığımı, en kısa zamanda kendisine ödeme yapacağımı söylediysem de inandıramadım.
“Sen tahsilli bir adamsın. Seni dolandıramazlar, sen parayı aldın bana ödemiyorsun.” dedi.
Bana sahtekâr gözüyle bakması eşimin çok zoruna gitmişti.
 “Bak amca, evimde ne varsa alacağın yerine alabilirsin, ama kocama sahtekâr diyemezsin.” dedi. Eşimin bu tavrı beni gururlandırmıştı, ama bir o kadar da ezmişti. Adam divanda oturuyor, sinirinden hop oturup hop kalkıyordu. Eşim öyle konuşunca inanır gibi oldu ve söylediklerinden utanarak:
 “Allahaısmarladık.” deyip evine gitti.
Senetleri avukata verdim. Avukatla beraber Hakkı’nın evine gittik, televizyon, birkaç halı, buzdolabı ve mobilyadan başka bir şey yoktu. Avukat eşyaları yediemin olarak Hakkı’nın karısına teslim etti. Hakkı’nın resmi olarak üzerinde ne fırın ne de değirmen vardı. Hakkı da dolandırıcıydı. Anlaşılan zaman kazanmak için “Senin paranı kurtaracağım Hoca.” demişti.
Kara kara düşünmeye başladım. Gemilerim Karadeniz’de batmış, kurtaramıyordum. Paramı alabilmek için binbir plan yapıyordum. Kendi kendime ‘İnsanın insana yaptığını hayvan yapmaz.’ diye düşünüyordum. Adamların üçünün de üzerinde paramı karşılayacak mal ve mülk yoktu. Alacağımın üzerine bir tas su içmem gerekiyordu. Tabi söylemesi kolaydı. Dişimden tırnağımdan arttırdığım parayla sahip olduğum koyunlarım ve kuzularım ite köpeğe yem olmuştu. Bir lokma ekmeğe muhtaç olmuştum. Bu yetmezmiş gibi insanların diline düşmüştüm. Beni görünce el pençe divan duran insanlar bana selam vermek bir yana selamımı almaz olmuşlardı. Ben değerden düşmüş, sözüm beş para etmez olmuştu. Kardeşim bile paramla almış olduğum yünü ve peyniri vermemişti. “Başkasının borcunu ödediniz de bu mu kaldı?” demişti. Tam bunalıma girmiştim. Ölmekle öldürmek arasında mekik dokuyordum. Bu adamları tek tek nasıl punduna getirip öldürürüm diye planlar yapıyordum. Tam bir çıkmazdaydım. Ölsem sevgili eşim kocasız, dünyalara değişmediğim hayatımın anlamı olan çocuklarım babasız kalacaklardı. Birilerini öldürsem genç eşim hapishane yollarında ömür çürütecek, dünya tatlısı çocuklarım katil babanın evlatları olarak boynu bükük kalacaklardı. Babaları olmadığı için çocuk yaşta büyüyecekler, annelerine ailenin geçimi konusunda yardımcı olacaklardı. Çocukluklarını yaşayamayacaklardı. İstedikleri okullarda okuyamayacak, bayramlarda, özel günlerde, güzel günlerde kalbi buruk, boynu bükük yaşayacaklardı.
İçine girdiğim bunalımdan insan güzeli olan kalbi temiz, ruhu apak eşim kurtardı. “Kendine gel bey, kötü şeyler düşünmekten vazgeç. Kara kara düşünmeyi, ölmeyi, öldürmeyi unut. Canın sağ olsun. Sen sağ olursan el ele, omuz omuza verip tüm engelleri aşarız. Borçlarını öder, başı dik, alnı ak yaşarız.” dedi.
Değerli eşimin bu konuşması beni yeniden hayata bağladı. Ölmek veya öldürmek hiçbir sorunu çözmez, aksine daha içinden çıkılmaz hale getirirdi. Kısa sürede kendimi toparladım ve görevime döndüm.
***
Günün birinde Hakkı’nın evine gittim. Evde Hakkı, eşi ve nişanlı olduğunu bildiğim kızı vardı. “Hakkı Dayı, senin dinin yok, sen dinsizsin. Senin imanın yok sen imansızsın. Senin kanın yok sen kansızsın. Hakkı sen insan değilsin, çünkü sen kızınla zina ettin.” dedim. Ortalık buza kesti. Herkes taş kesildi. Sanki herkesin kanı donmuş, herkes beyninden vurulmuştu. “Hakkı Dayı sen bana ‘Hoca senin paranı kurtaracağım. Senin paranı kurtarmazsam kızımla zina etmiş olayım,’ demiştin.” dedim. Hakkı halen şoktaydı, eşi ve kızı Hakkı’ya nefretle bakıyorlardı. Ben içimi dökmüş olmama rağmen eşinin ve kızının yanında böyle dediğim için kendimden utandım, ama Hakkı ne yaptığından ne de kendisinden utanıyor görünüyordu.
Erdal’dan aldığım çek yerine değerini bilmediğim ve işime yaramayan bir arsa aldım. Alacaklarımın üstüne soğuk bir bardak su içtim, önüme bakarak yoluma devam ettim.
***
Olacak olmuş, hayat ağacım solmuştu. Yapılacak tek şey ailece birbirimize sarılarak el ele, omuz omuza, yürek yüreğe olup yoksulluğa alışarak hayatın açtığı yaraları onarmaya çalışmaktı.
Samandağ’da öğretmenlik yapıyordum. Fazla tanıdığım kimse yoktu. Zaten derdimi başkasına açabilen bir karaktere sahip değildim. Gözyaşlarımı hep içime akıtırdım. Süleyman Hoca benim durumumu öğrenmişti. Bana “İsmail maddi, manevi bir ihtiyacın olur da bana söylemesen seni affetmem.” dedi. Aklım hileye, hurdaya, dolandırıcılığa ermese de haddini bilen biriyim. Borç aldığımda karşılığı olmadığını bildiğim için kimseden, Süleyman Hoca’dan bile para istemiyordum, çünkü ödeyemeyeceğimi biliyordum. 1984’lerde cebimde 10 lira varken artık hiçbir şey, ekmek bile almıyordum.  Her ay en ucuzundan bir milli piyango bileti alıyordum, sadece sözde kefil olduğum fakir fukaranın alacağı kadar para çıkmasını bekliyordum. Yalnızca bir kere biletime 30 lira çıktı, fena para sayılmazdı, ama yaramı sarmazdı. Eskiden durumum iyi olduğu için yoksulluğa alışmamıştım. Onun için durum bana çekilmez ve dayanılmaz geliyordu. Çaresizdim, dayanmak zorundaydım. Çoğu kere eşimle beraber çocuklar aç kalmasın diye sofradan doymadan kalkardık, isterdik ki çocuklarımız iyi beslensinler. Çocuklarımız sofrada doymuş olarak kalkınca biz de doymuş olurduk.
Büyük bir aile idik, dört çocuğumuz vardı, bir de yeğenim ilkokul 1. sınıftan itibaren yanımızda okula gidiyordu. Tek maaşla 7 nüfuslu bir aileyi geçindirmek her ekonomistin kârı değildi. O sene kış soğuk geçti. Yakacak alamamıştım. Çocuklar soğuktan kıvrandıkça yüreğim parçalanıyordu. Çocukken taktırmış olduğum altın dişler düşünce ne kadar sevindiğimi anlatamam. Altın dişlerimle yakacak odun kömür alıp günlerce ısınmıştık.
Oğlum dördüncü sınıfta okuyordu. 23 Nisan Çocuk Bayramı hazırlıkları yapılıyordu. 5 çocuk okula gidiyordu ve hepsine kıyafet almak gerekiyordu. Oğlum da her çocuk gibi kendisine bayram kıyafeti almamı istedi. Ben yüreğim kanayarak sadece yeğenime alabileceğimi söyledim. Oğlum “Madem bakmayacaktınız niye bu kadar çocuk yaptınız?” deyince ben babalığımdan, hatta insanlığımdan utanarak savunmaya geçtim: “Oğlum o zaman sen yoktun, sen olsaydın sana danışır yapmazdık.” dedim. Oğlum bunu duyar duymaz başını alıp utanarak dışarı çıktı. Çocuklarının ihtiyaçlarını karşılayamayan bir baba olarak yerin dibine girdim ve gözyaşlarımı içime akıttım.
Aynı sene bir akşam eve geldiğimde kapının önünde bir boya sandığıyla karşılaştım. Sofraya otururken “Bu boya sandığı nedir?” diye sorduğumda oğlum “Baba o sandık benim. Ben ayakkabı boyayarak evimize ekmek alacağım, kazandığım parayı anneme vereceğim, annem bizim ihtiyacımızı görecek, bize bayram kıyafetleri alacak.” dedi. Ben beynimden vuruldum. Oğlumu bu yaşta ailenin geçimini düşünmek zorunda bıraktığım için bir daha babalığımdan ve insanlığımdan utandım, kendimden nefret ettim. Oğlumu karşıma alarak: “Bak oğlum, her ne kadar durumumuz iyi olmasa da baba olarak ben sizin ihtiyaçlarınızı karşılamaya çalışacağım. Size namerde muhtaç etmemek için kanımın son damlasına kadar çabalayacağım. Sen bunları düşünme, yalnızca okuyup büyük adam olmaya çalış. Sen okuyarak ailene ve ülkene yararlı bir insan olursan dünyalar bizim olur. Kesinlikle senin çalışmana izin vermiyorum. Ayrıca şunu da bilmeni istiyorum. Hayatta her zaman insanın istediği olmaz.” dedim. Ne kadar uğraştıysam da onu ikna edemedim ve okuldan döndükten sonra boyacılık yaparak eve ekmek almaya, kazandığı üç beş kuruşu annesinin eline saymaya devam etti. Boyacılık yapmaması için oğluma kısmen şiddet uyguladığım halde oğlum boyacılık yapmaya devam ederek kolumu kanadımı kırıp kendimden nefret etmemi arttırmıştı.
Daha sonraları hemşerimiz Şükrü Hoca’yla tanıştık. Onlar bir örgü makinası almışlardı. Sipariş üzerine örgü yaparak ailenin ekonomisine katkıda bulunuyorlardı. Durumumuzu bildikleri için bizim açımızdan örgü işinin bir çözüm olacağını düşünüyorlardı. “Bir örgü makinesi alırsanız size öğretiriz, örgü ile ilgili her türlü yardımı yaparız.” dediler. Bu bize iyi bir çözüm olarak görünüyordu, ama makineyi neyle alacaktık? Beş on gün sonra kaynanam ve kayınbabam bize misafirliğe geldiler. Sohbet sırasında durumu onlara çıtlattık. Onlar da makine kurtuluş olacaksa yardım edeceklerini söylediler. Eve döndüklerinde bize altın gönderdiler. Şükrü Hoca’yla beraber Antakya’ya gidip örgü makinesi aldık. Şükrü Hoca ve değerli eşi bize örgü işini en ince ayrıntılarına kadar öğrettiler. Yün çilelerini örgü için ben sarıyor, kalıpları hazırlıyordum, fedakâr eşim gece gündüz demeden aldığı siparişleri örerek sahiplerine veriyordu. Bir yandan da özel ders veriyordum. Dostların sayesinde kısa zamanda toparlandık. Artık namerde muhtaç olmuyorduk. Çocuklarımızın ihtiyaçlarını karşılayabilmenin mutluluğuna ermiştik.
200 koyunu satarak borçların büyük bir bölümünü ödemiştik, ama daha ödenmeyen borç vardı. Borcun tamamı ödenmeden köye alnı açık, başı dik olarak gitmem mümkün değildi. Yaz tatili yaklaşmıştı. Biliyorum annem ve babam bizleri dört gözle bekliyorlardı. Ne yazık ki borç ödenmeden bizim gitmemiz imkânsızdı.
Dolma kalemi elime alıp babama mektup yazmaya başladım: “Sevgili babacığım tatil yaklaşıyor. Biliyorum bizi dört gözle bekliyorsunuz. Borçlarım ödenmeden bizim köye gelmemiz mümkün değil. Borçlar ödenmeden köyde dolaşmam, insanların içine çıkmam imkânsız. Beni bağışla babacığım bu şartlarda tatilde köye gelmemiz imkânsız…” diye yazdım. Mektubu yazarken gözyaşlarımla yazdığım siliniyordu. Nihayet bir tükenmez kalemle hüzün dolu, acı dolu, sitem dolu mektubu yazdım ve babama gönderdim.
Babam mektubu alır almaz baba olma duyarlılığı ile gözyaşlarını saklamaya gerek görmeden okuyor ve nasıl bir çözüm bulacağını düşünmeye başlıyor. O sırada babamın paraya dönüştürülebileceği 60 koyunu ve bir katırı var. Hemen dostlara haber salıyor. Katırın ve koyunların satılık olduğunu ilan ediyor. Çok geçmeden bir alıcı çıkıyor. Babam hiç tereddüt etmeden katırını ve 20 koyunu satarak benim borcumu kapatıyor.
Babamın borçlarımı ödediğini öğrendiğimde sanki yeniden doğmuştum, dünya benim olmuştu. Onurum kurtulmuş, insanların içine alnım açık, başım dik olarak çıkıp özgürce dolaşabilecektim. Artık dolandırıcı olmadığım anlaşılmıştı, ama çocuklarımı daha iyi yetiştirmek amacıyla içine girdiğim macera bana çok pahalıya mal olmuştu. Deve misali bir tutam ot beni uçurumdan aşağıya yuvarlamıştı.
2020 Tapkıran Köyü

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...