Kumalar/ Şehriban Tuğrul

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
İki kayınvalidemden üvey olanı yetmiş beş, öz ise kırk yaşlarında. Kayınbabam beş yıl önce vefat etmiş. “Yorgan gitti, kavga bitti” olsa da iki kadının da gönlü yaralı… Onların ailesinin içine nişanlanarak girdim. Zamanla gördüm ki birbirlerine kırgın, kocalarına da içleri kinle dolu…

Yıldızı bol, serin bir yaz gecesi, cırcır böceklerinin sesleri ve uzaktan gelen köpek havlamalarının eşliğinde kapı önünde oturuyoruz. Onlar, nişanlım ve ben çay eşliğinde laflarken, laf lafı açtı birde baktım ki kaynanalarımın geçmiş yaşantılarını dinliyorum.

Yaşlı olan kaynanamın, Kurtuluş Savaşı sırasında eşi şehit olunca, genç yaşta dul kalmış. Kayınbabam ise, savaş sona erdiğinde başka bir köydeymiş. Bu dul kadını, yasını tutma fırsatı bile vermeden, bıyığı terlememiş bu gence bırakıp gitmişler. Kadın ne karşılığında kime verildiyse, içi kan ağlayarak kabullenmiş durumu. Zaten ahırdaki hayvanlardan sonra yeri olan kadının, seçim yapmak haddine mi düşmüş! Savaş, askere giden genç erkeklerin soyunu kurutmuş, yaşlılar kalmış geride... O zamanlar bir erkeğe altı kadın düşermiş. Gerdek odasında tir tir titreyerek kocayı beklerken: “Yaşlı herifin, kaçıncı karısı olacağım acep?” Diye düşünürken, genç birisi girince kendini şanslı görmüş.

Halk savaş sırasında varını yoğunu ordusuna vermiş ya da düşman askerleri ellerinden almış. Savaş sonunda kıtlık çeken halk, perperişan olmuş. Açlıktan,  dağdan taştan ot toplamışlar, bunları yiyenlerden zehirlenenler, ölenler olmuş. Ekmek bulmak hayalmiş o yıllarda. Atlı askerler, savaş bölgesindeki köylerden geçince halk, atların arkada bıraktığı pisliğini toplar; içinden ayıkladıkları buğdayı, arpayı yıkar onları ezip un ve undan da ekmek yaparlarmış. Kimileri de kaysı çekirdeklerini ezip, kepekle karıştırarak ekmek yaparmış. Böyle ortamda, herkes gibi bir deri bir kemik iken, kursağı azda olsa bu ailede aş görmüş, onlara minnet duymuş. Zamanla genç kocası ona, o da kocasına âşık olmuş! Gece gündüz, soğuk sıcak demeden; ev işinde, ahırda, tarlada, harmanda, nohut ve mercimek tarlalarında elleri parçalanıncaya kadar çalışmaktan bitap düşmüş. Düşük ya da doğum yapması bile çalışmasını engellememiş yaşlı kaynanamı...

Genç adam, karısıyla yılmadan çalışmaları sonucunda, yıllar içinde variyetini artırmış. Zengin olunca köy odası açmış ve köyde sayılı ağalardan olmuş. Uzak diyarlardan gelen, Kayseri ve ötesine giden garip yolcu ve deve kervancılarını ağırlamış. Karısı ve kızları zamansız gelen misafirleri ağırlamakta zorlanmışlar. Hele de gece yarısından sonra gelenler için, yataktan kalkamayınca çok dayak yemişler. Her gece tandırı yakmışlar, ağlaya ağlaya, uyuklaya uyuklaya kap kap yemek hazırlamışlar. Köylüler, kışları “en neşeli ve arabaşı ziyafeti bol oda” diye bunun odasına dadanmışlar. Sabahlara kadar erkekler yatmayınca, kadınların yatması ne hadlerine! Başları yastık görmeden alaca karanlıkta; yayık yaymak, tarlalara, bağlara, bostana gitmek oralardan gelince de ev işi, çocuklar, yemek, ahır işleri derken çok yorulmuşlar… Yaşlı kaynana iç çekerek: “ zenginlik gösterişe dönünce huzur getirmedi bize… El sefasını sürdü ben ve kızlarım cefasını çektik.” dedi.

Bu arada başka köye giden kocası, koca evine küserek baba evine gelen genç gelini görünce güzelliğine vurulmuş. Altı çocuklu karısının üstüne onu zorla kaçırmış. Kumanın gelişiyle evde dirlik, birlik bozulmuş ve olmayan huzur iyice kaçmış. Her gün yapılan kavgalar, evin erkeğinden yenen ölümcül dayaklarla son bulmuş. Kuma gelen kadın; arkasında kalan çocuğunun hasretine, evdeki kuma ve kumanın kızlarının baskısına, koynuna girmek istemediği adamın dayaklarına dayanamamış. Yemekten içmekten kesilmiş, üzüntüsünden verem olmuş. Arkasında iki çocuk bırakarak bu dünyadan göçüp gitmiş. İki yaşındaki kızı ve altı aylık erkek bebeği öksüz kalmış. Nişanlımın kolunu tutan yaşlı kaynanam “Acıdım sonra genç geline, ama kocayı paylaşmak pek zorumuş yavrum, sen sen ol oğlum! Sakın böyle hataya düşme, karını boşa ama üstüne kuma getirme!” dedi.

Ben heyecanla lafa karıştım. “Anneciğim, sen bu olayları yaşayıp üzülürken yurdumuzu düşmandan koruyan Atatürk var ya, Türkiye Büyük Millet Meclisin’de 1926’da medeni kanunu çıkardı.  Bu kanunun içinde kadınlara boşanma hakkı, resmi nikâh yapma ve tek eşlilik, eğitim yani okuma ve mirasçılar arasında eşit miras paylaşma hakkı vb. haklar vererek ve kanun önünde kadın erkek eşit demişti. 1936’da da kadınlara seçme ve seçilme hakkı da verildi. Türkiye Büyük Millet Meclisine o yıl, on sekiz kadın milletvekili seçilmişti. Yıllar içinde kadınlardan belediye başkanı, muhtar olanlar oldu.

Hem de bu haklar, kayınbabamla evlendiğin sıralarda vardı” dedim. “Yo! O zaman hiç duymadım ama on sene kadar öncesi ancak duyduk. “Kele gız! İkimize de kadın öğretmen anlattıydı, akşam herife diyince dayak yidiydik dağal mi? Diyerek dürttü kumasını.” Bende onlara: “Anacığım o yıllarda ücra köylere, yol ve okul yapılmamış, gazete, radyo yok, hele televizyon hiç yok o da duymamıştır. Zaten erkeklerin işine de gelmezdi bunları duymak ve kadınlara duyurmak. Erkekler, anlamadıkları dinide kendilerine uydurmuşlar, günah korkusu vererek ve kaba kuvvetlerini kullanarak karanlıkta kalan kadınların hayatlarına karabasan olmuşlar, zebanileri olmuşlar, onlara yaşarken cehennemi yaşatmışlar. Sizde erkeklerin dayatmasını “kader” sanmışsınız ve kötü kadere boyun eğmişsiniz” derken çok kızgındım, erkek egemenliğine olan nefretim, sesime aksediyordu.

Aydınlatmak adına iş işten geçmiş olsa da konuşmama devam ettim. “1930’lardan sonra sizin köylere ilkokullar ve bazı köylere Köy enstitüleri açıldı. Küçük annem(genç kuma) okula gidebilirdi ama demek ki babası göndermemiş. “Babam dağal köylülerin hepsi, göndermedi. Hatta gömünüst okullar varmış, okutmak için köylerden çocuk toplarmış. Bizim köyede gelmişler ama herkes kazma kürek almış, onları kovalamış.” Deyince genç kaynanam “Ah anneciğim onlar Köy enstitüsünden gelen öğretmenlermiş” dedim ve anlattım onlara neler yaptıklarını… Aileler erkekleri göndermişler, zamanla okula yazdırılan az sayıdaki kızlar, okuma yazma öğrendiği an “gelinlik kız” oldu diye okuldan alınmış. “Bütün suç cahilliği din sayan ailelerde hâlbuki Kuran’ın ilk ayeti ”oku” der. Çok kadınlar, bu cahiller yüzünden dünyada cehennemi yaşayarak gittiler. Hadi anneciğim kaldığın yerden anlat,  “insan insanın acısını alırmış” derler hafiflersiniz biraz”

“Nerde kalmıştık? Hah genç kumamın ölümünde… Öz kaynananın ablasıydı o” dedi.  Küçük bebeği genç gelinin ailesine vermişler. Köyden köye çocuğunu görmeye giden enişte, on dört yaşındaki ay parçası baldıza göz koymuş. Bebeğin ağır hastalandığını duyması üzerine oraya giden enişte, dönüşünde ölen çocuğu ile başına çuval geçirip kaçırdığı baldızını da getirmiş. Bu yarım asırlık adam; yaptığından dolayı ayıplanacağı, hayatını çaldığı kadınlar için de ona zalim deneceği yerde zorba adam “erkek adam!” olmuş. Kadınların duygu ve düşüncelerini, evindeki huzursuzluğu, mutsuzluğu, çocukların perişanlığını hiç önemsememiş. Kumaların birbiriyle kavgalarını gördükçe, kendini paylaşılamayan erkek sanarak egosu tavan yapmış!

Kocayla yatma sırası, büyük kumada iken küçük kuma; kapılarının önüne oturup gün ışıyana kadar bağırmış, ağlamış, bardak çanak kırmış. Koca yatak odasından çıkmış, onu dövmüş kanlar içinde bırakmış, yılmamış küçük kuma… Paylaşılamayan(!) koca sonunda genç ve güzel küçük kumanın olmuş. Kulağıma eğilip yaşlı kaynanamın: “kızım! Aha bu delinin yüzünden, kocamla suç işlermişiz gibi korkarak ahırda buluşurduk” demesi yok mu? İçim cız etti. Genç kaynanam kahkahalarla: “Derdim kumamla değildi ki, benim gençliğimi çalan yaşlı herifinendi” dedi.

Yıllar içinde iki kadınla da yetinmemiş, çevre şehirden çengi kadınlar getirtmiş. Bağların serin mağaralarında, eşlerinin hazırladığı yemek ve mezelerle ziyafet sofraları kurmuş.   Oturak âlemlerinde ki kadınları, etrafındaki yiyicileri, sattığı hayvan ve tahıl paralarını su gibi akıtarak beslemiş. Ailesi yokluk içinde perişan yaşarken, gününü gün eden adama, kadınlar her daim isyan etmişler. Siz misiniz isyan eden! Yaş çubuklarla gövdelerini kanatıncaya kadar dövmüş. Başlarında yağ dolu çanakları bile kırmış. Her kavga kanlı, derin yaralar ve bayılmalarla sonlanmış.

Çocuklar küllüklerde, tarlada, bağda, bahçede; yalın ayak, başıkabak, bacakları çıplak, elleri yüzleri yara bere içinde, birbirlerini avutarak büyümüşler. Büyük kumanın beş kızı hiç okula gitmemiş ve küçük yaşta gelin olan kızlar vardıkları evde elkızı ve hizmetçi olmuşlar. Yaşlı kumanın tek oğlu ise okuma yazma öğrenince defter kalem pahalı diye okula gönderilmemiş.

Kapanan Köy Enstitülülerinin son mezunları(1954), o zamanki hükümet adamları tarafından cezalandırılmış ve öğretmenlik görevine başlatılmamıştı. Onlara, devlet dairelerinde odacılık, garsonluk gibi görev vererek onurlarını kırmışlar ve eğitim alanlarında çalışmalarını engellenmişti. Ancak 1960 yıllarında başvurdukları mahkemeleri kazanmaları sonucunda öğretmenlik mesleğine dönebilmişler. Bu vatansever idealist öğretmenler, köy okullarında ve öğretmen okullarında görev aldılar. Öğretmen okullarında vatansever ve bilinçli öğretmenler yetiştirdiler.

Yetiştirilen idealist öğretmenler, Anadolu’nun dört bir köşesine dağıldılar. Kızların ilkokullara kazandırılması için adeta seferberlik ilan ettiler. İlkokulu bitiren kızları,  yatılı hemşirelik ve öğretmen okulları sınavlarına soktular o şanslı kızlardan biri de bendim. Kazanan kızlar okuyup köylerine döndüklerinde diğer aileler, okuyan kızları örnek aldı. Her yıl sayıları artan okumuş kızlar; yaktıkları aydınlanma meşalesiyle karanlıkları yırttılar. Anadolu da aydınlanma hareketi, kızların okutulması sonucunda çığ gibi büyümeye başladı. Bu arada köylere kadar giren radyo ve gazete köylülerin ufkunu genişletti. Zenginleşen birkaç kişi biçerdöver aldı. Kadınların tarlalarda çalışması son buldu. Bu arada kumalık ayıplandı, tek eşli olunca kadınların yüzü güldü.

Hani derler ya “ su aka aka yolunu bulurmuş!” kayınbabam da yaşlanıp, uçan kuşa borç takınca evin yolunu bulmuş. İki kadının sitemleri hatta hakaretleri arasında kalan adam, kadınların yanından köy odasına geçip, tek başına yaşamaya başlamış. Büyük kaynanam: “Köyün insanını yidirdi, içirdi, borç isteyene borç verdi ama yokluğa düşünce kimse onu ne aradı ne sordu… Düşenin dostu olmazmış, a yavrum!” dedi. Bir müddet sonra ölmüş, candan ağlayanı olmamış. Öz kayınvalidem, yattığı yerden doğrularak “ben ağladım, ağıt bile yaktım” derken üvey kaynanam: “Yalan söyleme kele! Gözünden bir damla yaş çıkmadı, üstüne üstlük ağıt yakacağam diyin türkü çığırdın!” derken bu atışmalara kahkahalar atıyorduk. Nişanlım, “babam Hacı emminin dükkândan borç yazdırarak sigara almamı isterdi, o an benim ölümüm olurdu. Bu yüzden alacağım bir şeyi peşin alacağım” derken gözleri doldu, elini tuttum desteklercesine...

Büyük kadının oğlu ve ikinci kadından olan iki erkek kardeşler birbirine sırt vererek tarlalarda ölesiye çalışmışlar. Babalarının bıraktığı borçları yavaş yavaş ödemişler ve sonunda durumları düzelmeye başlamış. Büyük ağabey bu arada evlenmiş. Avlu içinde yaptığı eve annesini ve eşini yerleştirmiş. Tarla geliri kişi başı paylaşılmış, iki evinde inekleri, tavukları olmuş. Zengin olmasalar da kendi yağlarıyla kavruluyorlarmış.

İlçede açılan ortaokula köyden beş altı erkek çocuk okumaya gitmiş. Çocukların ailesi iki odalı bir ev tutmuş, yaşlı kaynanam da onların yanında kalarak onlara yardım etmiş. “Ben olmasam bunlar şimdi böyük adam olamazlardı” diyen kaynanam dizinde yatan nişanlımın başını okşadı. O da onun damarları dışarı çıkmış, buruşuk elini teşekkür edercesine defalarca öptü. “Kızııım! Zaman her acının ilacıymış, acımız geçti emme deldi geçti. Bu günlerimize şükür, çocuklarımız akıllı çıktı. Bu günlerden daha güzel günler onları bekliyor” derken iki kaynanamda acı geçmişlerini kalplerine gömmüş, çocukları torunları için dua ediyorlardı.

Nişanlım, Ankara’da işe başlayalı bir yıl olmuştu. Bende çalıştığıma göre bizi geride kalan iki erkek kardeşi okutma sorumluluğu bekliyordu ve elimizden geleni yapmaya hazırdık. Bu arada yarı yatar halinden dikleşip oturan öz kaynanam: “Köylü çocuğunun yokluktan kurtuluşu, onları böyük okullarda okutmakla olur. İlk göz ağrımı okutup mühendiz yaptım. Bundan kelli o da gardaşlarını okutsun!” derken ikimizin gözlerinin içine yarı emir, yarı rica edercesine baktı. Sırtından büyük bir yükü atmanın rahatlığı içinde uzattığı ayaklarını birbirinin üstüne attı. Çayından, keyifle hem de höpürdeterek koca bir yudum aldı.

“Oh! Afiyet olsun ana kraliçe” deyip ona sarıldık. Gecenin sihirli havası bizi sardığında; mutlu ve gelecekten umutluyduk. Kuyruğunu sallayarak yanımıza gelen Kibar’ın başını coşkuyla kucakladım mutluluğumuza ortak olan parıltılı gözlerine öpücük kondurdum.

ŞEHRİBAN TUĞRUL

 -yaşanmış gerçek öyküler

 

Emekli ÖĞRETMEN. Yazın hayatına 2017 de "ANILARIMLA HASANOĞLAN" kitabıyla girdi. 2019 yılında "BIR ÖĞRETMEN YETİŞİYOR KİTABI" çıktı. Öğretmenliği boyunca kız çocuklarının okutulması için çabaladı.

 

00
Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...