Prag köprüsündeydi, Kafka’nın şehrinde

Haydar Karataş kullanıcısının resmi
Ona Prag’da tarihi Karluv Most Köprüsü’nün ayağında rastladım. Yorgundum, yaklaşık on iki saat bisiklet sürmüştüm. Aslında Kara Orman’da başlayan bu yolculuk Regensburg şehrine kadar Tuna Nehri boyu gitmişti, hani şu Nazım Hikmet’in, “Gökte bulut yok, söğütler yağmurlu, Tuna’ya rastladım akıyordu çamurlu...” dediği nehir.

 İçimde bir his, “bu yolculuk seni gene o kaderine götürüyor” der gibiydi. Hani laf aramızda Hasan Yükselir de enfes yapmıştır bu şiirin müziğini.

Hatırladığım tek şey yol boyu hep bunu mırıldandığımdı. Bir ıslık çaldım, bir söyledim, ama kahretsin ben ben olalı hiç bir şarkıyı baştan sona ezberleyemedim. Derin ormanlar geçtik, yüksek tepelere konmuş konaklar, küçük kiliseler, bazen at sürülerine denk geldik, bazen benekli ineklerin içinden geçtik. Ama ne kadar gidersem gideyim içimdeki bu boşluk beni bırakmıyor. Gördüğüm her şey beni o geçmişe götürüyor, o anlaşılmaz karmaşaya. Ama ille de ille çocukluğum, ulu bir ağaca denk gelmişsem aynen babam gibi duruyorum ve onun gibi bakıyorum. Ah diyorum, bu ağacı görseydi kim bilir bundan kaç katlı ev yapardı! Ağacı kulaçlar, hey mübarek, der geri geri gider göz ucuyla ağacın boğumlarını bir bir ölçerdi.

Bir tepede yek başa bir ağaç gördüysem, bunu da ziyaret yaparlardı dedim. Öyleydi!

Almanya ve Çek Cumhuriyeti sınırını oluşturan milli parkta bir restorana girdik. Çevresinde hiç bir yerleşim yok, ama Prag’dan gelen trenin son durağı burası. Restoranın altında Çinli bir ailenin ucuz elbiseler, tuhaf yazılarıyla kalitesiz çek şarapları satan bir dükkanı var. Trenin kaçta geleceğini sorduk, bilmiyorlar. Restorana çıktık, “Tren var mı” dedik. Güneş çoktan Alman topraklarına geçmiş, ama çam ormanlarının üstü toptan kızıla çalmış.

Memeleri dışarı taşmış kırk beş-elli yaşlarındaki garson kadın, pansiyonları olduğunu söylüyor.  “Hayır, bizi Prag’da bekleyenler var, akşam orada olmalıyız” diyoruz. O anda da, “doööüütt” diye uzun bir tren sesi düdüğü duyduk.

Eyvallah dedik derin ormanlara. Ve akşam saatlerinde Prag’a yani Franz Kafka’nın şehrine girdik. Prag, Flöranz sonrası gördüğüm en güzel Avrupa şehri gibi geliyor bana. Sokaklarına, binaların gotik, barok mimarisine sanki onun sözcükleri sinmiş. Caddeler onun cümleleri gibi, bir uzayıp gidiyorlar, bir tak diye bitiyorlar. Tak diye biterken afallıyorsunuz ne oldu şimdi, diyorsunuz. Uzuyorsa bakalım ne olacak, bu cümle-cadde nereye bağlanacak diyorsunuz.

Gelip kapı pervazı devrilmiş eski ama ruhu daha ayakta bir binanın önünde son buluyorsunuz. Geri dönüp sokağı yeniden okuyorsunuz, üç zamanı bir arada görüyorsunuz, üç koca zamanı!

Kiliseler göklere yükselmiş ve o kiliselere başkaldırmış tek tek binalar, hemen yanı başlarında bitmiş. Kiliselerin yanı başında oyula, büküle göklere ağmışlar.

Bu binalar öylesine güzeldir ki, düz pürüzsüz bir mermer bina mı gördünüz, bir kaç kat sonrası anlından bir et siğili dışarı pörtlemiş gibi, birden bir heykelciğin yukarından size el salladığını görürsünüz.

Pansiyonumuzu ararken, o meşhur Karluv Most Köprüsü’nün ayağında buluyoruz kendimizi. Ve orada, tam orada kulağıma bir memleket küfrü çalındı.

Hızla geri döndüm. Duydum, “ibneye bak!” dedi. Rüya görmüş olamam ama bu ses nereden geldi. Bana mı dedi, başkasına mı? Böyle kulağıma seslenir gibi, seslendi. Buradayım, ben buradayım der gibiydi. Geri dön, diyordu. Döndüm.

Arkadaşım, “Ne oldu” dedi.

“Alex Türkçe küfür duydum” dedim. Yanıma geldi ve benim gibi etrafa bakındı. Belki benim şaşkınlığıma baktı. Belki gittiğim her kentte kendi ülkemden bir insan sesini aramama kızdı. Hiç bilmiyorum, ama kulağıma memleket küfrü çalınmıştı. Böyle uzakta, böyle güzel bir şehirde. Ruhumu çağırmış gibiydi.

Karluv Most’un ayaklarına baktım, etrafımdaki meraklı yüzlere, köprü ayaklarını süsleyen heykelleri çekmeye çalışan Japonların yüzünde dahi o Türkçe sesi aradım.

Tam, arkamı dönüp gidecekken sakalları karın boşluğuna düşmüş, yere serilmiş örtüyü düzeltmeye çalışan bir dilenciye gözüm ilişti. Gözünü benden kaçırdı mı ne?

Yanından geçen bir kadın, dilenmek için örtünün üzerine koyduğu şapkanın içine “tıınnn” diye ses çıkaran madeni bir para attı.

Oraya yürüdüm. Tuhaftı geldiğim bu şehre memleketim benden önce gelmişti. Dileniyordu orada ve kimsenin kendisini anlamadığını düşünerek, ana avrat sövüyordu. “İbne” diyordu, koyuyordu, çıkarıyordu...

Örtüsünün önünde durup bir süre örtüyü çekiştiren parmaklarına baktım. Sanki söylenen dudakları değildi de gördüğüm bu ellerdi, telaşlı telaşlı birbirine dolanıyor, örtüyü bir çekiyor bir bırakıyorlardı.

Usulca başını kaldırdı. Gözlerini bir kıstı, bir açtı. Bir tuhaflık olduğunu fark ettim, ama o kadar geçti ki her şey için, o kadar geçti ki!

Oturdu, şapkanın içindeki üç dört madeni parayı avucunun içine aldı. Elini şalvar gibi bol pantolonun cebinden aşağı saldı. Külahını düzeltti.

“Hadi gördün, git!” der gibi yüzüme baktı.

“Hemşerim ne iş, dünyanın en güzel şehrine tezgâhını kurmuşsun” dedim.

Yeniden başını kaldırdı, o açılıp kapanan, beni süzen gözlerin yerinde başka bir şey vardı, belki yalvaran, belki ağlayan.

“Haydar beni tanımadın mı?” dedi.

Bir dağdan aşağı yuvarlandığımı sandım, sen kimsin, sen kimsin böyle bu kadar uzakta beni tanımadın mı diyorsun, demek istedim. Dizlerim kırıldı, eğildim önünde.

“Buca cezaevi 5. Koğuş” dedi.

Tanrım sana yalvarıyorum yardımıma gel dedim. Küçük, küçücük  bir adam olmuş. O şık giyinen, ziyaret günlerinde aynanın karşısına geçip saçlarını tarayan genç yok. Yaşlanmış, çok yaşlanmış bir adam var, Prag’da Karluv Most Köprüsü’nde dileniyor.

Hayat onu buraya düşürmüş. Kendi deyimiyle şansı yaver gitmemiş. Açlık Grevinden çıktıktan sonra aile, akraba el birliği yapıp bir tıra gizlemişler onu. Hedef Prag, oradan Avusturya’ya geçmekte ne varmış ki? Öyle de olmuş, ama Avusturya ilk Prag’a geldiği için, onu geri iade etmiş.

Dönmüş dolaşmış, bu tarihi köprünün ayağını kendine memleket bellemiş.

Alex’e, “Beni bırak git,” diyorum. Şaşkınlık içinde gidiyor. Pansiyonda bizi bekleyen diğer iki kişiyle geri geliyor. Hava çoktan kararmış, köprüden gelip giden turistler Moldau Nehri kadar durgun akıyorlar.

“Selo örgüt sana yardım etmedi mi” diyorum.

Meğer neler neler olmuş.

“Burası Franz Kafka’nın şehri” diyorum.

Gülüyor, “Lan sen daha onların peşinde misin?”

Anlatıyorum.

“Çok roman okuyamadım, otur kalk şey okuttular bize. İçim dışım politika olmuştu” diyor. Tumanını çekiştiriyor, kemer yerine taktığı ipi çözüp bağlıyor.

“Keşke o ilk günlerdeki gibi hep 5. Koğuşta kalsaydık” diyor.

Hatırlamadığım isimler soruyor. Yalnızlık geçmişteki her insanı onun kafasında öylesine güzel korumuş ki. Ziver’in top oynamasını, Ramazan’ın Veysel’le kavgasını... Her şeyi ama her şeyi hatırlıyor. Cezaevinin gardiyanlarını, müdürlerini, kime mektup geldiğini, kimin süsüne düşkün olduğuna kadar.

“Beni nasıl tanıdın,” diyorum.

Gülüyor, acı acı gülüyor.

“Küfür ettik ya!” Sonra, “şaka” diyor.

“Biliyor musun, ben bu köprüden gelip geçen bizim insanları daha böyle yüz metreden tanırım. Küfür ederim lan” diyor. Aslında ettiği küfür filan değil, ona göre bir sevme, selamlaşma biçimi.

Yolun ortasında duruyor, dilenci heybesini koltuğunun altına sıkıştırıyor.

“Biliyor musun” diyor, “benim en güzel cezaevi anım seninle ilgili.”

“Dur, ben bu arkadaşları göndereyim.” Gece on birde köprünün ayağında buluşmak üzere ayrılıyoruz. Şaka değil, geçmişim dilenciydi. Prag köprüsündeydi.

Bir karanlığa yürüyoruz beraber, hayatın gerçek hikâyesine...



NOT: Hepinize selam kelam, ben geldim çok uzaklardan geldim. Duydum BirGün Pazar okurunun sofrası şen şakrakmış  görmeye geldim...

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...