Genç yazara öğütler -2

Haydar Karataş kullanıcısının resmi
Battaniyeyi aldım ve kuşun konduğu yeri görebilecek şekilde yere serdim. Evet, serçenin konduğu o çatı kirişinin küçük bir parçası görünüyordu, öyle durdum. Her gün, günde altı-yedi belki daha fazla oraya uzandım bu çatı kirişine baktım. Hâlâ da o kuşu beklediğimi sanırım, ama hayır. Orası hayal tüneliydi...

Hakomi terapilerinin en önemli etabı kişiyi kendine döndürmektir. Bu öğretinin babası Rohn Kurz der, “Batı öğretisinin yaptığı bütün şey, kişiyi çevreyle uyumlu hale getirirken, kendisiyle nasıl diyalog kuracağını öğretememesidir. Oysa çağımızın eğitimi insanın kendisiyle sohbet etmesini sağlamaktır. Birey tek başına kaldığında, kendisiyle nasıl ilişki kuracağını bilmez, bocalar!”

Diktatörlüklere karşıyız, yasalar, kanunlar, töreler bizi sınırlar. İyi de başımızda taşıdığımız akıl en büyük düşmanımız değil midir? Aklın işi gücü hesap yapmak, insanın içindeki sesi hizaya getirmektir.

Farz edelim bir otobüste, yolda bir kadına ya da erkeğe denk geldiniz, çok beğendiniz. Yanına gidip konuşamazsınız, akıl devreye girer ve size yazılı bir hali dahi olmayan toplumsal yasayı hatırlatır. İşte toplumsal yasanın devreye girdiği yerde edebiyat başlar, kurulamayan o diyalogu başlatır. İdeoloji ve politika ile edebiyatın başının dertte olmasının nedeni de budur. Biri sınır çizip yeni bir akli tahakküm ve ahlak normu geliştirirken, edebiyat onun ahlak sınırlarının başladığı yerde yeni bir gedik açar ve kurulamayan o diyalogu kurar. Bu eylem, sonsuz bir yaratıcılık olmakla beraber bireyin çok yönlü düşünmesini sağlar.

Amerika’da hayatında hiç kitap okumamış kişilere 5 roman okutuldu.  Bu beş kitap öncesi davranışları, meselelere bakış açısı ile okuma sonrası davranışları gözlendi. Deneklerin davranışlarında ciddi farklılıklar gözlendi. Biri fikrini açıklarken tepkili değillerdi, yakın ilişkilerde daha romantiktiler. Bunun en büyük nedeni, hayal kurabilmek yetisidir. Yok olmuş bir şeyi hayal ederek istediğiniz gibi yeniden kurabilirsiniz.

Benim o hücredeki altı ayıma gelince, şöyle oldu:

Kapı üstüme kilitlenince derin bir boşlukta buldum kendimi. İlk defa kendimle baş başa kalmıştım. Korktum kapıya koştum, üst üste kapıyı vurdum. Bağırdım, “Gardiyan!”, “Gardiyan!” dedim.

Gardiyanlar dönüp gelse ne diyecektim? Hücre cezasının manası neydi? Ayak sesleri uzaklaştı. Koridorun dibinde kapının kapandığını duydum.  

Boştu. Duvarlara baktım. Buca Cezaevi’nde Ekrem Aslan öldürüldükten sonra da hücreye gitmiştim, ama o zaman kalabalıktık. Hücre kapıları vuruluyor, türküler okunuyordu. Ya şimdi! Duvarları inceledim, insana ait bir çentik, bir işaret, bir tırnak izi, ne bileyim bir küfür aradım. O esnada, hava alsın diye boşluğa açılan bir pencere fark ettim. Küçücük bir pencereydi. Beton ranzanın üzerine çıktım, ayaklarımın ucuna yükselerek dışarı baktım.

Çatı kirişinde bir serçe kuşu gördüm. Kuyruğu titriyordu, pembe küçük gagası yarı açıktı, küçük dili dışarıdaydı. Ne kadar canlıydı. Küçükken köyümüzün üstünde Gola Ostoro dağında bu kuşlardan çok olurdu, iki iki uçarlardı. Eşini görmek için ellerimle bu küçük pencere çıkıntısına asıldım. Kuyruğunu salladı, uçtu kirişle hücre duvarını birleştiren yere kondu. Yeniden ilk yerine geldi ve uçup gitti! İçimden bir dünya göç etti. Kollarım yoruldu.

Battaniyeyi aldım ve kuşun konduğu o çatı pervazını görebilecek şekilde yere serdim. Uzandım. Olmadı yastık yaptım başımın altına ve kafamla sağa sola ittim battaniyeyi. Evet, serçenin konduğu o çatı kirişinin küçük bir parçası görünüyordu, öyle durdum. Her gün, günde altı-yedi belki daha fazla oraya uzandım bu çatı kirişine baktım. Hâlâ da o kuşu beklediğimi sanırım, ama hayır. Orası hayal tüneliydi.

Altı ay içinde gökyüzünden ne bir uçak geçti ve ne de bir böcek. Sahi bu Yozgat’ın uğur böceği dahi yok muydu dersiniz? Vardı elbet, orası bir uğur böceği deniziydi. Ama gelmiyorlardı...

Hapse girmeden önce köyüm vardı, yakılmıştı, ailem paramparça olmuştu. Ama o hücrede, başımı koyduğum o battaniyede yıkılmış Dersim’in bütün o köyleri ayaklanıp bana gelmişti. Gözlerim açıkken dahi rüya görüyordum. Onların konuşmaları, gülmeleri hayat telaşları ve 38 olaylarının bitmek tükenmek bilmeyen hikâyeleri!

Hücrenin alt mazgalı açıldı, tabldot tabağı içeri bırakıldı, umurumda değildi, o mazgalın açılması dahi beni rahatsız ediyordu.

Babamın çocukken bize anlattığı bir masalı vardı. O masalı hatırlamaya çalıştım. Unutmuştum, nasıl unuturum diye kendimle kavga ettim, bağırdım çağırdım.  

O masal şöyleydi: Üç kardeş küçük bir köyde dağların ardında mutlu bir hayat sürerlermiş, ama bir gün uzaklarda bir ışık yanmış. Ne zaman karanlık olsa o ışık yanarmış. Bu ışığın ne olduğunu anlayamamışlar. Her akşam konuşurlarmış, bu ışık ne ola demişler. Bakmışlar olacak gibi değil, iyisi gidip bu ışığı ziyaret edelim, belki bizi davet eden iyi bir şeydir demişler. Belki oranın tarlaları verimli, havası, suyu buradan güzeldir.

Üç kardeş hazırlığını yapıp yola çıkar. Hep giderlerdi, ne kadar giderlerse gitsinler bu ışık daha bir uzaklaşırdı. Dere geçerlerdi, uçurum atlarlardı ama ne kadar giderlerse gitsinler o ışık daha bir uzaklardaydı. Bakmışlar olacak gibi değil, iş güç kalıyor, gittikçe de fakir düşüyorlar.

Küçük kardeş, “Kardeşlerim ben bu ışığı bulmaya giderim, siz evdeki işleri yapın. Tarlalarımıza bakın, ağaçlarımızı sulayın. Gider ışığı bulursam ve eğer o ışık iyilikse, karanlık olduğunda hırkamla üstünü kapatır açar, size işaret veririm. Bunu üç gece yaparsam çıkın gelin, yok işaret vermezsem benden umudu kesin” derdi. Ve  giderdi.

Elinde nacak baltası yola çıkardı. Nice sonra ışığın yandığı evin önüne gelirdi. Bu, dağın başında kapısız içi ışık dolu bir evdi. Kör duvar açılır içeri girerdi. Ancak ışık dipteki bir delikten geliyordu, nice sonra o delikten uzun mu uzun bir yılan evin içine süzülürdü, lif atardı, dur durak bilmeden lif atardı ve iki değirmen taşı genişliğinde halka halka evin içine yığılır kalırdı. Dilinin altındaki ışık taşını önüne bırakır, uyurdu.

Küçük kardeş, önce korkuyordu. Nacak baltasını kaldırıp yılanı öldürmeyi düşünür, ancak sonra şöyle derdi: “Bu evden çıkmamın şansı yok, en azından bu yılan beni ziyarete geliyor. Onunla konuşayım, belki birbirimizin dilini öğreniriz. O da yalnız.” Öldürmezdi. Ve sahiden de bu yılanla konuşmaya başlarlardı. Yılan kendi hayatını anlatırdı, önceki hayatında nasıl biri olduğunu ve küçük kardeş özlediği ağabeylerini, oradaki hayatlarını.

Masal uzundu ya, ama nedense bu masalı babam kendisi yaratmış olabilir mi diye düşünmeye başladım. Çünkü Gola Ostoro dağının hemen dibinde üç kardeşlerdi. Uzakta dağlar görülürdü, ta Elazığ’ın üstündeki dağlar. Yaz oldu mu yaylaya çıkan sürü sahiplerinin ateşleri fark edilirdi. Mum kadar cılız ışıklar. Biz de hep merak ederdik o hayatları, oraları, nereden gelirlerdi, kimlerdi...

İşte o hücrede altı ay boyunca beklediğim bu kuş, bütün kitaplarımda geçer. Her öyküde, kitapta ayrı ayrıdır. Kendiliğinden gelir. Yayınlanan romanlarımda, elimdeki kitaplarda, beni ağlatan bu hayatta hep masallar da vardır, onlar da kendiliğinden gelir.

O hücrede fark ettiğim ikinci şeyse, bu dünyanın garipliğiydi, yapayalnız kaldığınızda en sevmediğiniz insanı dahi özlersiniz. Dersiniz, keşke o nefret ettiğim insan burada olsa da onunla kavga etsem. Öldürerek dünyayı terbiye etmeye çalışanların anlamadığı şey buydu. Yaşam hakkının kutsallığı. İktidarların öldürdüğünü edebiyat ayağa kaldırır.

Halkların masalları, ağıtları insanlığa dostluğu kardeşliği öğretirler ve tabii korkuyu da.

Bu masalda yılan sadece bir metafordu, gerçekte söylenen farklı hayatları merak edin, onlarla diyalog kurun, konuşun.

Bu gözle okuduğum romanları yeniden okumaya başladım. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’da bir kadın ve hizmetçisini öldüren Raskolnikov’u katil olarak işlemediğini fark ettim.

Öyleyse Berkin ve Burakcan kardeşti. Romancının yüreği ikisi için ağlamalı, derim. Berkin için o twitleri atan o berbat politikacıya ve çocukları öldürenlere Amerika 5 roman okuma cezası versin!

İyi de romanda karakter nasıl oluşturulur. Oradan devam edeyim...

 
 
Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...