BİR YAZAR BİR KİTAP/ Ahmet Sefa
KİTAP: ON ÇOCUKTUK
Ozan Yayıncılık, 160 sayfa.
Bilinen, okunan yazarlarımızdan Necmettin Yalçınkaya’nın ON ÇOCUKTUK kitabını (nihayet) okuduğumda önce şunu düşündüm:
KİTAP: ON ÇOCUKTUK
Ozan Yayıncılık, 160 sayfa.
Bilinen, okunan yazarlarımızdan Necmettin Yalçınkaya’nın ON ÇOCUKTUK kitabını (nihayet) okuduğumda önce şunu düşündüm:
Ancak bir roman yazarken ihmal edilemeyecek bazı unsurlar bulunmaktadır. Bunlar:
1) Konunun bulunması;
2) Konuya uygun karakterlerin geliştirilmesi;
3) Yazacağınız roman türünde birçok kitap okunmasıdır.
Bununla birlikte biz yine de size romanınızı yazarken işinize yarayacak birkaç ipucunu yabancı yayınlardan derledik:
Özlem Yener, 1985, Antep Araban doğumlu. Sekiz çocuklu bir ailenin tek kız evladı. Yedi abisi ve annesi ile 14 yaşına kadar Araban’da yaşamış. 14 yaşında anne ve iki abisi ile babalarının yanına İsviçre’ye gelmiş. Ve 23 yıldır İsviçre’de yaşamaktadır.
Özlem Yener, genç bir kalem ve “Bir Nefeste İmtihan” ilk kitabı. İçinde geçtiği zamanı, yaşadığı hayal kırıklığını, sevinçlerini, üzünçlerini kâh düzyazı ile kâh şiirle sade, akıcı bir dille anlatmış.
Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum.
Bir süre sonra, üstündeki üniformadan öğrenci olduğu anlaşılan bir genç kız, yanıma gelip “Affedersiniz, ben de yanınıza oturabilir miyim? “ dedi.
Başımı kaldırıp baktım, narin yapılı, uzun siyah saçlı, zeytin gözlü bir kız, yüzünde de tatlı bir gülümseme. Biraz daha kenara kayıp, “Tabii,” dedim, “buyur otur.”
Çoluk çocuğu yok Salacalı Hamdi Efendi’nin. Hiç evlenmemiş. Emekli olunca kendisine Habeş cinsi bir kedi alıp onunla yaşamaya başlamış. Ama işte olacak bu ya herkes Salacalı Hamdi Efendi’den kötü haber beklerken kedisi ölmüş. Bir var ki kediyi normal gömmek istememiş Hamdi Efendi. Muhtara da bu yüzden gitmiş.
Kapıda karşılamış onu muhtar. Ne de olsa seçmeni. Bir yudum çay içtikten sonra Hamdi Efendi, “Bizim kedi,” demiş, “sizlere ömür. Bir var ki öylesine gömüp ayrılmak istemiyorum ondan. İmam Efendi’yle bir konuşsan da Salaca Camisinden kaldırsak şunun naaşını.”
“Neyse ki gülün yapraklarını yolmadan yetiştin,” dedi Murat, eliyle banktaki gül yapraklarını yere attı, yana kayarak yanında Berna’ya yer açtı.
“Keşke gülün yaprakları yerine dikenlerini koparsaydın,” dedi Berna gülün sapındaki dikenlere dokunmamaya çalışarak. “Dikenler batarsa acıtır.”
“Onları sen gelmeden törpüledim. Mesela, neden buluşmamıza geç kaldığını sormayacağım.”
“Bütün gün somurtmanı istemem Murat. Evde taşınmadan önce son bir işim kalmıştı onu hallettim. Sinan’ın eşyalarını koliledim, sonra da kapıcıya bıraktım, çünkü yeni evimde onları istemiyorum.”
Artık nerede duracağımızı bilemiyoruz: Hangi mekânın içinde, hangi gökyüzünün altında, hangi düzenin yanında, hangi kargaşanın kaosunda… Soruları çoğaltmak mümkün. Fakat tüm soruların aynı gerçeği yansıttığı bir hakikat. Kim olduğumuzu bilmediğimiz müddetçe sorular etrafında dönüp dolaşmak kaçınılmaz oluyor. Zaten kim olduğumuzu bilseydik, durmamız gereken yerde olacağımız muhakkaktı. Durumumuz böyle olmadığı için, soru işareti eklediğimiz tüm cümleler bizi ele veriyor.
Babam, annemi döverdi. Babam beni, abimi döverdi. Ben o yaşlarda babalar döver diye biliyordum. Babalar döver…
Anneler olmayınca, evlerin yalnız dört duvardan ibaret olacağını da, annem gidince öğrenmiştim. Sabahları “Elinizi, yüzünüzü yıkayın, kahvaltı hazır” diyen olmadığı gibi, günlerce aç kalsan, “Aç mısın” diye soranın da olmadığını öğrendim. Öğrendiklerim içinde canımı en çok yakan şey ise, anne kokusu olmayınca, çocuklar kaç yaşında olursa olsun, büyüdüğüydü.
Ben altı yaşında büyüdüm.
Cingöz’ün havlamasıyla uyandım. Yataktan çıkmak istemiyordum ama gözüm saate ilişince iğne yemiş gibi fırladım.
“Geç kalıyoruuuuum!” diye bağırdım.
Annem kinayeli bir ses tonuyla mutfaktan yanıt verdi.
“Neden acaba?”
Biliyorum, geç yattığım için uyanamamıştım. Hemen çıkmazsam ders ziline yetişemeyecektim.Annemin sesi bu kez buyurgan çıkmıştı.
“Kahvaltı etmeden okula gidilmez.”