Mutfak Öyküleri-1 Öznur Eren Kanarya
Geçtiğimiz aylardan birinde, Mukaddes ve ailesini anlatmıştım bir yazıda. Okumayanlar için hatırlatayım :
Geçtiğimiz aylardan birinde, Mukaddes ve ailesini anlatmıştım bir yazıda. Okumayanlar için hatırlatayım :
Padişah, ota uzun uzun baktıktan sonra “Ben bu ot sayesinde şifa buldum ve bu ot sayesinde oğlumun, ailemin ve sevginin bu dünyadaki her şeyden daha kıymetli olduğunu öğrendim. Bahar şifacısı bana bu ot sayesinde hem sağlığımı hem de oğlumu geri verdi. Bu otun adı bundan sonra
‘’oğulotu’’ olsun.” demiş.
O günden sonra bu güzel ve şifalı otun adı ‘’oğulotu’’ olmuş.
Her kim ki strese girer, uykusuzluk problemi çekerse oğulotu kaynatıp içermiş. Her kim ki bu masalı okursa, bu dünyadaki en büyük zenginliğin aile olduğunu bilirmiş.
Bütün şehrin ruhu çekilmiş sanki. Sokak lambaları bile aydınlatamıyor bence bu şehri. Ay bile cılız kalıyor. Güneş çıksa ne olacak karanlıklardayım. Allah'ım ruhuma karanlık çöktü.
Hastaneden geleli üç gün oldu. Ruhumu o muayene odasına asıp da geldim. Bedenimi koyacak yer bulamıyorum. Nasıl bir talihsizlik bu böyle! Son şansımı da aldı benden. Etrafımda döne döne aldı yavrularımı benden.
Belki de üç bebeğim olacaktı! Belki iki! Bilmiyorum ama olacaktı. Bu defa yavrumu ya da yavrularımı kucağıma almak için çok umutluydum. Yine umudumu öldürdü o pis mahlûk.
Her şey o kadar ani olmuştu ki Mahi daha yaptıkları şeyin ciddiyetinin farkında değildi. Elinde küçük bir bohça, ayağında ablasının botları, sırtında kalın el örgüsü kazak ve onun üstünde yine ablasının siyah mantosu, boynunda el örgüsü yün şal...
Hüseyin, üstünü sıkı giyinmesini söylemişti. O da öyle yapmıştı, ablalarından habersiz aldığı üst başla. Tren penceresinden dışarıya baktıklarında gördükleri tek şey, kalanların el sallıyor olmasıydı gidenlerin arkasından. Mahi’nin yüreği iki değirmen taşı arasında sıkışmış̧ gibiydi, nefes almasını güçleştiren bir korku vardı içinde.
Hayat emekçisi
Yaşanmış acıların şahidi
Dünün ve bugünün vefa dolu insanı Ali dayım.
Gülüşlerinde sakladığı gözyaşlarını yüreğine akıtan Ali dayım
Binlerce kurşun sıkılmış tarihine
Kerbela torunuydu.
Zulmün karanlığında hayata tutunmuş
İnsanlığa dargın
gözlerinde kanlı bir tarihin yas tutmuş bakışları
Parmaklarında kahır dolu bir sigara
savrulan dumanında yakılmış mazisinin soğumamış külleri…
Ali dayım!
Gülen gözlerinde gizlice ağlayan gözbebekleri
çocukken ağlatılmış mutluluklarının hıçkırıkları
‘’Haydar Haydar’’ isimli çalışmasıyla yüzyılımıza damgasını vurmuş rehber bir niteliktir, Ali Ekber Çiçek. Küçük yaşlarda dedelerin ceminde bulunması ve çocuk yaşında bağlamayla tanışması; hayat felsefesinin insanlık yolunda gelişmesine yön vermiştir.
Kitabımı okuyorum sahile attığım hasırım üstünde, bangır bangır bin çeşit müzik olmadan… Akşamları üstümde hafif bir ceket, gün batımını izliyorum fenerin oradan… Hala açık balıkçı lokantalarından gelen ızgara balık, kalamar tava kokularını içime çeke çeke demleniyorum ‘Fahrettin Kerim’le… Rahmetli babam otuz beşlik rakıya “Fahrettin Kerim” derdi, bana da takıldı kaldı. Önceleri kimse anlamazdı, “Ne diyor bu?” diye, boş boş bakarlardı yüzüme. Anlatırdım. “Küpe kalsın kulağınıza.” derdim. “Size getir bir Fahrettin Kerim” derlerse otuz beşliği koyun önlerine.
Ben büyürken yaşadığımız karşılıklı kırgınlıklar, kızgınlıklar bir yana, biz birbirimizde büyümüştük aslında; o beni büyütmüştü, ben onu… Anne Nisan’la çok iyi anlaştığım söylenemezdi, büyüdükçe kadın Nisan’ı sevmeye başlamıştım… Aram iyiydi Fatmazel ile son yıllarda. Beni ben olarak bırakıp değiştirmeye çalışmadığı, ruhuma zorla bir şeyler yüklemediği için saygı duyuyordum ona. Kendisi ne kadar öteki, farklı olursa olsun; benim kararlarıma dokunmadı, arkamda durdu hep aynı mesafede.
Murat gittiğinde an ağır kurşunla vurulduğunu zanneden Hülya, her gece korkuların eşiğinde Fatih’i beklerken yanıldığını anlıyordu. Dağlar üzerine devriliyor; güneş, her sabah kapkara doğuyordu penceresine. Murat’tan sonra Fatih de ellerinden hızlıca kayıp gidiyordu. Hülya’nın susuz bir denizdeki çırpınışlarını hiçbir balıkçı teknesi de görmüyordu.
İnsan köhneleşmiş salonlarda yerleşik
Sular sıkışmış
Kemikler toprağa döşeli zincir
Kapıları açan kapılar da var
Dar insanlar için seyirlik
Maskesiz insan yok akıllı feragatler yüzlerde
Her yenilgi onarıyor insanı biraz
Bıçak hissizleşiyor şimdi kızıllığında güneşin
Uçurtmaların ağzından kan istedi toprak
Korkak şehirlerde reddedilen ciddiyet
Ve sesim yaşımdan uzaklaşıyor
Gidemez miyim ben de
Hiç uğranılmadık yerlere
Kirli siyaset temiz çocuklar ölü taklidi yapan halk