
FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU II. BÖLÜM
2
“Güneşe bakarsan gözlerinin çevresi kırış kırış olur!”
Ve bingo! Yayla emen başını eğdi.
“Zaten güneş falı da hiç çıkmıyor” dedi ciddi bir sesle.
“Biz de felsefe konuşuyorduk” dedi Nermin fırsatı değerlendirerek. Tencere muammasını unutmuştu herhalde. Zira tam bir Antik Yunan filozofu edası takınmıştı.
“Ben de felsefik bir kitap yazmaya başladım” dedi Yayla. Lilith konulu roman projesini çoktan terk etmişti.
“Gerçekten mi? Ee, konusu ne?” dedim.
“Konuyu bulmadım daha. Ama önsözünü yazmaya başladım.”
“Konuyu bulmadıysan nasıl önsöz yazıyorsun?”
“Ee canım, ma nereden başlayacağım? Önce önsöz yazılır.”
“Ben önsözleri hiç okumam. İnsanı yanıltabilir. Hegel bile “Tinini fenomenolojisi” kitabında, özsözün, kitabın içeriği göz önüne alınınca felsefik bir değer taşımadığını söyler. Metnin içeriğini anlamamızı da engelleyebilir. Hegel bu konuda...”
“He, he anladım. Onbin kadarını önsözlü onbin kadarını da önsözsüz yayımlatırım. Böylece sen önsözsüz olanlarından okursun.”
“Ben de diyorum ki, Yayla niye felsefe sözlüğünü elinden düşürmüyor. Ama bak, sözlük yararlı olduğu kadar da zararlı. Orada verilen bilginin gözlüğüyle bakarsın hep, O yüzden daralır bakışın. Felsefede bırak sözlüğü, sözcüklere bile kuşkuyla yaklaşmalısın.”
“Paranoyak gibi, yani”
“Sözcüklere çok yaslanırsan felsefe kaçar elinden.”
“Yok, yok. Kaçamaz. Ben yakalarım.”
“Kelimeler ve şeyler arasında hep bir bağ, bir örtüşme oluşmayabilir. Kelimeye takılıp da şeyleri kaçırmamak gerek”
“Allah! Allah!”
“Bak, mesela ağzından ‘tencere’ kelimesi çıkıyor. Ama masada duran tencere yani ‘şey’ ile bağlantısı hem var hem de yok!”
“Hee, öyle vallahi!”
“Tencere kelimesini söylediğinde ağzından bir tencere çıkmıyor.”
“He vallahi, Öyle olsa ağzımızın çok büyük olması gerekirdi. Fil deseydik fil çıkardı.”
“Kelimelerin dünyası ayrı, şeylerin ki ayrı”
“Nıç! Nıç!”
“Tencere dediğimizde bu kelime masadaki tencereyle bire bir örtüşmüyor zaten. İdeal bir tencere var kafamızda. Masadaki tencerenin kapağı çökük de olsa, onu yine tencere, diyoruz”
“Hee! Hee! Onu kuantum çöktürdü!” dedi Nermin heyecanla araya girerek.
Kış mevsiminin ortasındaydık. Havalandırmadaki kara bata çıka yürüyorduk. İşte o an Karlar Kraliçesi Sanike elinde küreğiyle havalandırmada arzı endam eyledi. Kar artınca, idare, fazla olanlar, bir köşeye yığıp, yürümek için yol açalım diye bir iki saatliğine kürek verirdi içeriye. Sanike’nin en sevdiği şey kar küremekti. Tabi sevdiği başka şeyler de vardı. Bunların başında okumak ve yazmak gibi entellektüel faaliyetler gelirdi. Okuma yazmayı içeride öğrenmişti. Türkçe’yi sonradan öğrenen her Kürt gibi, onun da en çok zorlandığı konu sesli harflerdi. Ah şu “ö” ve “ü” harflerini Kürtlere çektirdiği!
“ü, de”
“u”
“u değil ü”
“Yuuy”
“Neyse. Mesela “üzüm” de”
“Ozom”
“Üzüm”
“Ozuyum”
“Neyse. Ö, de”
“Hoo”
“Öküz, de”
“Okuz. Olmadi? Okuyuz? Olmadi mi? Oykuz...”
Sanike bir gün havalandırmada yürürken çok güzel bir kuş görmüş ve hemen koşup görmemiz için seslenmişti. Ancak koşarsak yetişecektik.
“Kuşun! Kuşun! Bakın, koş uçuyor!”
Ural-Altay dil grubundan olan kardeş dil Türkçe ile Hint-Ari dil grubundan olan anadili Kürtçe’yi inanılmaz bir şekilde sentezleyerek adeta Sanikece diyebileceğimiz yeni bir dil oluşturan Sanike hem Türkçe’den olmuştu hem Kürtçe’den! Türkçe konuşanı da yanlış anlıyordu Kürtçe konuşanı da. Eh haliyle yanlış anlamalar zincirine halka üzerine halka ekliyordu.
Mesela bir gün revirde doktoru, kendisiyle yeterince ilgilenmediği için kızınca, doktor da bana dönüp “Arkadaşınız pek hırçın” demişti. Bunu duyan Sanike’nin şartelleri atmıştı.
“Weyy! Ney? Evî jî min re go hırç!” (Bana ayı mı, dedi?)
Evet, Sanike Kürtçe ayı demek olan “hırç” kelimesini hırçın kelimesinden çıkarmış ve ben bu yanlış anlamayı düzeltene kadar doktora ters ters bakmış, hırçınlığını pekiştirmişti.
Sanike yıllar sonra başka bir cezaevine gittiğinde, onun yeni yılı kutlamak maksadıyla bir çift küpe yollamış, karta “Çam sakızı çoban armağını” diye yazmıştım. Birkaç hafta sonra bana yazdığı mektupta “Teşekür ediyorum. Çuban armagani kupeni aldım. Ema çam sakızi yoktu!” Tabii, Sanike’nin zarfta niye sakız yok, diye mektup okuma komisyonuna kızdığını da eklemeli.
Sanike entellektüelliğiyle pek övünür, öğrendiği yeni kelimeleri yerli yersiz kullanır.
“Bulaşıklari yikama “surecinde” “objektif” olunmali”
(Meali; Bulaşıkları yıkarken temiz olup olmadığına kendin kara veremezsin. Etrafındakiler anlar bunu ancak)
“Çamaşir yikarkene deterjan ve çamaşir suyi balansini iyi ayarlamali. İkisinin konsensusu muhimdir.”
(Meale gerek yok. Sanırım anlaşıldı.)
Sanike’nin yanlış bilgilerini düzeltmek imkansızdı. Sık sık, kendince yaptığı meşhur telafuz ile bir çok ismi değiştirerek söylerdi. Düzeltmeye korktuğumuz için ne dese onaylardık mecburen. Bir gün sosyalizme ilişkin bir kitap okuyan bir arkadaş, bana Karl Marx’ın nasıl okunduğunu sormuş, Sanike benden önce atılıp cevap vermişti.
“Karliş Markiyiz!”
“Sanike! Galiba adamla pek samimisin! Karliş falan, haa, ne iş?” dedim muzipçe.
Sanike o an bir yanlış yaptığını anladığı için kaş göz işaretiyle susmamı söyledi. Soruyu soran arkadaş bana baktı.
“Okunuşu Karliş Markiyiz mi?”
“Evet, öyle” dedim Sanike’nin korkusundan.
O günden sonra o arkadaş Karl Marx’ı her dile getirişinde “Karliş Markiyiz” dedi. Daha bitmedi! Aynı arkadaş Sanike’ye Victor Hugo’yu sormuş, sayfaya eğilip de “V. Hugo” yu gören Sanike “Bu Beşinci Hugo” demiş, ve eklemişti “olsa olsa Fransız krallarından biridir.”
Roma rakamlarını öğrendiğinden beri I. Kant “Birinci Kant”, L. Beethoven “Ellinci Beethoven” idi. Gerçi iş V. I. Lenin’e gelince epey karışıyordu. Beşinci birinci Lenin, Sanike’ye göre beşinci kral iken, kendisinden büyük dört abisini sırayla tahtan düşmesiyle birinciliğe yükselmişti!
Muazzam bir espri ve taklit yeteneğine sahip olan Sanike en sıradan bir durumu bile saatlerce gülünecek bir komediye çevirebilir. Taklit yeteneği eşsizdir. Anında aynadaki aksi gibi taklit eder. Yalnız, bu taklitleri bazen üzerinden atmayı unutur.
Bir gün ziyaret yerinde gördüğü ve ördek gibi badi badi yürüyen birinin talidini yapıp hepimizi gülmekten yerlere sermişti. Ertesi gün sabah koşusu için Yayla’yla beraber havalandırmaya çıktığımızda, Sanike’yi badi badi yürürken görmüştük. Ona neden öyle yürüdüğünü sorduğumuzda şaşkınlıkla bir bize bir yürüyüşüne bakmış ve farkında olmayarak öyle yürüdüğünü söylemiş “Wey li minê” deyip dizlerini dövmüştü. “Ehh, milleti taklit edersen, Allah da sana böyle yapar” deyip gülmüştük dakikalarca.
Evet, Sanike elinde kürekle havalandırmaya gelince hemen etrafına toplaştık.
“Ne olur bana ver. Önce ben! Önce ben!”
“Bana! Bana! Bu taraftaki karı ben alacağım”
“Ben de sıradayım”
Sanike hiçbirimize yüz vermeden başladı kürekle kar atmaya. İçeride değişiklik öyle derin bir ihtiyaçtır ki, kürekle kar atmak o an hepimize dünyanın en ilginç olayı gibi geliyordu.
Nihayet Sanike yorulunca, küreği içimizden birine vermeye razı oldu. Mübarek, sanki Nobel ödülü jürisi başkanıymış gibi bir havayla, teker teker süzdü biz adayları. Sonunda çok mühim bir kara vermiş gibi küreği Nermin’e uzattı.
Sevinçten yerinde duramayan Nermin’in, küreğe uzanırken ayağı kaydı ve yere düştü.
“Bak! Bak! Ben biliyordum düşeceğini!” dedi Yayla o kahin edasıyla.
“Madem biliyordun, söyleseydin!” dedi Nermin sitemle.
“Wii! Ma ben nereden bileyim” oldu Yayla’nın yanıtı.
Bu arada olan biteni uzaktan izleyen ve ileride kullanmak üzere hafızasına kaydeden Gülistan Ana, Nermin’e doğru gelince, teselli edecek sandık.
“Peh! Peh! Beceriksiz! Sen de genç misin? Senin yaşındayken ceylan gibiydim. Buz tutmuş nehrin üzerinde, sırtımda bir çuval buğdayla yürürdüm! Of bile demezdim? Peh peh! Bir de genç olacaksınız! Hepiniz oyuncak bebekler gibi kuvvetsizsiniz. Ben var ya...”
Malum, diğer halkların analarını bilmem ama bizim Kürt anaları, tabiri caizse, yere düşen çocuğuna bir de kendileri basar tekmeyi. Uzanıp kaldırmak yerine önce temiz bir fırça çekerler. “Aha! Yine düştün! Kör olasıca! Milletin çocukları canavar gibi. Ya sen? Düş babam düş!”
Bu arada, allah aşkına şu milletin çocukları” veya “komşunun çocukları “denen o Allah’ın belaları “mükemmel” insanlar kimdir? Çocukluğumuzun üzerine çöken bu kara gölgeler kime aittir? Fırça üzerine fırça yememizin müsebbibi olan, bu kusursuz melek çocukların adları nedir?
Kendisine komşu çocukları örnek gösterilmeden büyüyen biri varsa el kaldırsın. Hatta kafama ilk taşı o atsın! Yok, değil mi? Bu yaraya parmak basmak istiyorum. Ve evet her birimizi mutlu edecek bir tespit geliyor. Nietsche’nin hayalini süsleyen, bu komşu çocukları denilen üst-insanlar hem herkestir hem de hiç kimse! Hepimiz komşu çocukları fırçasıyla büyüdük. Ama gel gör ki, bu durumda ben de bir başkasına göre o ideal, o mükemmel komşu çocuğu oluyorum! Demek ki, farkında olmadan her çocuk hem komşu çocuğu fırçasına maruz kalmış hem de örnek gösterilen komşu çocuğu olma onurunu taşımıştır. O örnek gösterilen mükemmel çocuk var ya, o benim! O sensin! O o dur! Ama, tabii, keşke bu çelişkiyi çocukken yakalamış olsaydım. Şu an pek işime yarayacak bir keşif değil. Gerçi tesellisi güzel. Çocukken “milletin (komşunun) çocuklarına kurban olasın!” biçimindeki sözün, esasta kendi kendimize kurban olduğumuz anlamına geliyor olması güzel bir teselli! Hıı? Öyle değil mi?
Neyse. Gülistan Ana kendi gençliğini göklere çıkarıp övünmek için Nermincağızı göme dursun, kürek Yayla’nın eline geçmez mi? Sıra benimdi, tartışması en az on dakika sürdü. “Ama bu haksızlık öyle değil mi?” diyerek gönülsüzce küreği bana vermek zorunda kaldı Yayla en sonunda. Daha küreği elime yeni almıştım ki, havalandırmaya dalan Rengareng eline aldığı bir avuç karı sert bir kartopuna çevirerek kafama fırlattı.
“Vallahi bu kar ile harika bir kardankadın yapılır” diye bağırmayı ihmal etmeyerek soluğu yanımızda aldı.
“Evet, evet. Kardanadam, pardon, yani kardankadın yapalım”
Dedi heyecanla Nermin Gülistan Ana’nı fırça bombardımanından kurtulmak için. Tabii, yanlışlıkla “ kardanadam” dediğinden kınanma korkusuyla Rengareng’e melül melül bakmayı da ihmal etmedi.
LEYLA ATABAY L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA -ANTALYA
(DEVAM EDECEK)