Leyla Atabay felsefe yazılarına devam ediyor... Felsefenin Dipsiz Kuyusu III. bölüm 3

Görülmüştür kullanıcısının resmi
"“Diyorsun ki zaman ve varlık, yani oluş ve zamansallık, yani zaman ve ölüm, doğruluk...” “Ha gayret. Bunlardan mantıklı bir cümle kur ve Heidegger’in ruhunu şad et! Başarabilirsin.” “İnsan ölüme doğru olmakta olan varlıktır!” “Allah'ım! Sana şükürler olun! Bu bir mucize! Resmen Heidegger’in felsefesini özetledin. Helal olsun. Evet. Gerçekten tebrik ediyorum.” “Aslında biraz daha yana doğru kaysan daha iyi okuyacağım!” “Nermin! Allahından bul emi! Kitaptan aldığım notları mı okuyorsun?” “Pehh! Yine felsefe mi konuşuyorsunuz?” diyerek gelip yanımıza oturdu Yayla. “Arayan Mevlasını da bulur Yaylasını da!” dedim gelişine pek sevinerek. “Aman! Çok komik! Hiç espri yapmayı bilmiyorsun!” dedi Yayla “Mesele espri yapmak değil, espriye gülecek birini bulmakta” dedim."

Felsefenin Dipsiz Kuyusu III. Bölüm 3
Günlerden bir gün, babasının vefatını öğrendiğimiz bir arkadaşı teselli etmek, başsağlığı dilemek için etrafında bir çember oluşturarak oturmuştuk. Hepimiz üzgündük. Babasını kaybeden arkadaş da ağlamamak için kendini zor tutarak teselli cümlelerimizi dinliyordu. Bu arada Sanike’nin yüzü hafiften kızarmaya, dudakları titremeye ve göbeği fıkırdamaya başlayınca, olacakları sezdiğimden kendini tutması için gözlerimle yalvarmaya başladım. Ama o da gözleriyle bunun mümkün olmadığını söyledikten sonra “pığt” deyip öyle bir gülmeye başladı ki, tutabilene aşk olsun. Asıl sınav ondan sonrasıydı. Her birimiz ciddi durabilmek için elimizden geleni yapıyorduk. Gülistan Ana kınayıcı gözlerle Sanike’yi öyle bir süzüyordu ki, Yılan Saçlı Medusa’nın insanı taşa çeviren bakışları bunun yanında hiç kalırdı. Hayır! Hayır! Olamaz, demeye kalmadan Sanike’nin yanındaki arkadaş kendini daha fazla tutamayarak gülmeye başladı. Tıpkı domino taşları gibi tek tek düşüyorduk, zira o arkadaşın yanında oturan da gülmeye başladı. Ondan diğerine geçti. Oluşturduğumuz çemberi halka halka ele geçiren kahkaha salgını bana ulaştığında her şey için artık çok geçti. Yanımda oturan Gülistan Ana’nın geleneksel-tarihî varlığı bile engel olamazdı artık. Dayanamayıp güldüm. Az sonra Gülistan Ana “sus, ayıptır” diyerek sırtıma bir şaplak indirecek mi diye dönüp baktığımda, leçeğiyle yüzünü örtmüş kıkır kıkır güldüğünü gördüm. Sonra utanç içinde başımı babası vefat eden arkadaşa çevirdim. O da bu kahkaha fırtınasına kapılmış, Sanike’yi geride bırakacak bir performansla gülüyordu. Kahkaha fırtınası dindiğinde, babası vefat etmiş olan arkadaş Sanike’nin omuzuna bir şaplak indirerek “Yani Sanike, maşallah doya doya güldün! O nasıl kahkahalardı öyle?” dedi. Sanike hiç istifini bozmadan dedi ki; “O da bi şey mi? Sen beni dedem öldüğünde gorecektin!”
      Şu an, Menekşe’nin her an patlamak üzere olduğu bu gergin ortamda da Sanike kendini tutamamıştı. Ama o da Alınganlıklar Kraliçesi’nin o bir ömür sürecek iğneleyici laflarından çekindiği için kurnazlığa vurdu.
      “Ayy! Vellahi aklima bir anim geldi. One güldümler”
      “Bize de anlat biz de gülelim” dedi Menekşe imalı imalı.
      “Ben kuçukken anami ve komşileri korkutmek için yuzume pudre surdum. Beyaz çarşef giydim. Boyle bir hayalet gibi çıktim karşilerine. Odleri koptiler”
      “Ya Allah aşkına! Ya Sanike ya! Bu bir kere benim anım” dedim.
      “Wii! Nereden senin olmiş? Tapun var mi_? Alleh! Alleh!”
      Sanike tam bir anı hırsızıdır. Taklitçilikte öyle ileriye gider ki, başkalarının anılarını da kendine mal eder. Dahası anıyı birkaç kere anlattıktan sonra, çaldığı anıların kendisine ait olduğuna körü körüne inanır.
      “Dulun! Dulun! Pen de bil anımı anlatacağım” dedi Arara ciddi bir tavırla.
      Kızcağız zindandaki bitmez bilmez anı furyasından haliyle etkileniyordu. Nietzsche çocukların ruhlarını, geçmiş anıların ağır yükünü taşımadıkları için neşenin en saf hali olarak yüceltse de, bizim Arara dört yıllık ömrüne, biz koğuş sakinlerinin cümle anılarından daha fazla anı sığdırmıştı! O da Sanike’yi taklit ederek milletin anılarını toplayıp toplayıp atıyordu anı torbasına. Bu taklitçinin taklitçisi Ötücü Kuş başladı anısını anlatmaya.
      “Pen küçükken, bil keleşinde yüzüme pudla sülmüştüm. Beyaz çalşaf giymiştim. Annemi ve komşulalı kolkutmuştum. Çok komiktim vallahi”
       Menekşe hışımla yerinden kalkıp yukarı kata çıktı. Arara hâlâ arakladığı anıya gülüyordu. Ama Menekşe gözden kaybolunca sesini alçaltarak “Pen onun niye küştüğünü piliyolum” dedi.
      “Niye küsmüş, kızım?” diye sordu Arara’nın annesi.
      “Pana bu şabah dedi ki; lüyamda şenin annenle ve diğerleli ile kavga ediyoldum. Onlal lüyamda henim kalpimi kıldılar. Öyle dedi”
      “Hayırdır inşallah! Aslında hayırlı bir rüya. Zira rüyada kavga etmek iyidir. Hayırlı haber veya birbirine güç, kuvvet vermek manasına gelir” dedi Yayla.
      “Ya Yayla ya! Sendeki resmen mesleki at gözlüğü! Menekşe’nin bir rüya üzerine bizlerle küsmesinin manasızlığına aldırmıyorsun da, kalkmış rüyayı yorumluyorsun. Helal olsun!” dedim.
      “Wey! Ma küserse küssün! Ona bahane çok! Eline çekici alana her şey çivi görünür. Mühim olan rüyanın yorumudur”
      “Ben yine de şansımı deneyeyim. Belki rüya ile gerçek arsındaki sınırı yitirmiştir. Gerçi bu sınırı belirleyen nedir, onu da bilmiyoruz ya! Sınır göreceli bir kavram Dahası...”
      “He, he! İyi fikir. Sen git Menekşe’ye bu düşüncelerini anlat. Onu gerçeğe davet et. Hadi göreyim seni” dedi Yayla etrafındakilere kaş göz işareti yaparak.
      “Demek beni ateşe atlayayım diye kışkırtıyorsun, haa! Peki öyle olsun Yayla. Kelebek hakikat ateşine gözünü kırpmadan nasıl atlıyorsa ben de hakikat uğruna gider Menekşe’yle konuşurum” dedim içinden ve yukarıya çıktım. Felsefe bana yardım ederdi.
      “Merhaba Menekşe” dedim felsefeden güç alarak. Ama felsefe bu selama bir karşılık almamı sağlayamadı. Menekşe suratını ekşiterek yüzün öbür tarafa çevirdi.
      Menekşe kimdi? Onun varlığının tanımı ne olmalıydı? Eğer varlık bir ise, tek ve bölünemez ise o zaman Menekşe, Yayla, Arara, Platon, Hacı Miho ve kızı, tencere, duvar, Sanike... hepimiz birdik! Peki özbilinç nasıl oluşuyordu? Her şey bir ise benlik neydi? Bir ayrım, bir sınır vardı elbette. Zira her şey bir idiyse, hepimiz tek varlık isek, o zaman ben acıktığımda tüm dünyanın acıkması gerekirdi. Dahası bir isek kimin acıktığı da belli olmazdı ki! Bu sınırı özbilinç sağlıyordu. Zihinde ne olup bittiğini bildiğim ve içeriklerini tanıdığım için özbilince sahibim.
      “Kendi kendine ne mırıldanıyorsun öyle?” diyen Menekşe’nin sesiyle kendime geldim.
      “Şey. Bazen insan rüya ile gerçeği ayırt edemiyor” dedim.
      “Ee?”
      “Mesela rüyanda su içiyorsun ama gerçekte susuzluğun gidermiş olmuyor”
      “Ee?”
      Menekşe’nin her “Ee?” sinde sırtımdan soğuk terler dökülüyordu. “E” harfinden bu kadar çok korkabileceğimi düşünemezdim. Elim ayağıma dolanmaya başladı.
      “Şey. İşte rüyanda korkunç bir vampir seni ısırsa uyandığında vampire dönüşmüyorsun. Rüya sonuçta öyle, değil mi?
      “Ee?”
      “Yani. Şey, felsefede, tabii ki, bu konuda şüpheli bir yaklaşım mevcut. Sonuçta hayat da bir rüya. İşte felsefe...”
      “Ya, Allah aşkına! Felsefe de felsefe! Ne işine yarıyor? Boş bir uğraş! Boş insanların boy uğraşısı! Ne faydası var sana, bana?”
      “Tabii salt faydacılıkla yaklaşmamak gerek. Ama sonuçta felsefe insan ruhunu, zihnini genişletiyor, geliştiriyor. İnsanı, önyargılardan, korkulardan, yanlış kanılardan oluşan dar, küçük dünyasının hapishanesinden kurtarıyor. İnsanı daha nesnel, daha adli bir hale doğru ilerletiyor. Evrensel sevgiyle dolu bir ruh ve kafa yaratıyor. Felsefe hakikate doğru...”
      “Yani ben önyargılı, korkak, yanlış kanılara sahip birimiyim, öyle mi?”
       Allahım bir mucize olsun ve ben bu kısır döngüden kurtulayım. Allahım sen büyüksün!
      “Hayır canım! Sen sordun ya, ne işe yarıyor diye. İşte felsefenin güzle özelliklerini sayıyordum.”
      “Yani ben salt faydacıyım. Ruhum, aklım dar, öyle mi?”
      Allahım, yardım et ne olur! Eğer beni bu ateş çemberinden kurtarırsan, üç saat boyunca Nermin’le felsefe konuşacağım. Sen büyüksün, ya Rab!
      Ve Allahu Tealla dualarıma yanıt Verdi. Şükürler olsun!
      “Menekşe! Ziyaretçin var” dedi dış kapıdan seslenen personel.
      Menekşe’nin aşağıya inmesiyle derin bir nefes aldım. Nermin’le üç saat felsefe konuşma adağında bulunmuştum ama şimdi düşününce, bu süreyi bir saate indirmenin Yüce Allah için bir sorun teşkil etmeyeceği kanısındaydım. Hatta yarım saat bile olabilirdi. Ama tam bunları düşünürken Menekşe’nin koşarak yukarıya çıkmasıyla kalbim korkudan duracak gibi oldu. Affet Yarabbim! Sözüm neyse tutacağım. Nermin’le üç saat felsefe konuşacağım. Hatta beş saat! Söz, söz beş saat!
      Menekşe yüzüme bile bakmadan dolabından ceketini aldı. Acilen indiği için ceketini unutmuştu!
      Beş saat, haa? Evet, sözümü tutmalıydım. Yüce Allah mesajını vermişti. Pazarlık imkansızdı. Dahası Menekşe gider gitmez Nermin kapıda belirmez mi? İlahi mesajlar ard arda akın ediyordu.
      “Aa, Nerminciğim. Gel otur canım. Biraz sohbet edelim”
      “Zaten kaç gündür kafama takılan bir şey vardı. Onu sormak istiyordum”
      “Ehh, sor canım. Allah’ın yardımıyla hallederiz inşallah”
      “Weyy. Tam bizim köyün imamı gibi konuştun.”
      “Tabii, canım. Bazı durumlar için Allah'ın epey miktarda sabır vermesi gerekir. Ben de şu an Allah’a sığınıyorum.”
      “Weyy. Gülistan Ana seni dinlese, bu sözlerine çok sevinir.”
      “Sen sorunu sor bakalım. Allah büyüktür.”
      “Hani sen geçen gün tümevarım ile tümdengelimi anlattın ya, hepsini unuttum. Aslında gece de aklımdaydılar, sabah kalktığımda hepsi uçup gitmişti.”
      “Haa yani hepsini anlamış ve üstelik aklında da tutmuştun!”
      “He vallahi.”
      “Peki. Dinle Nerminciğim. Tümevarım tek tek bilgilerden genel bir bilgiye ulaşmaktır. Anlatmıştım ya tikelden tümele doğru ilerleyen akıl yürütme biçimi.”
      “Hee, vallahi hatırladım!”
      “Hay çok yaşa! Bu kadar basit işte! Allah’ın yardımıyla nasıl da anlıyorsun. Dur bakayım saate. Hımm. Beş dakika geçtiğine göre kaldı dört saat, elli beş dakika.”
      “Haa anladım. Tek tek dakikalardan genel saate vardın! Tümevardın yani.”
      “Yok. Öyle değil de. Bak mesela Sokrates ölümlüdür, diyorum. Tek bir insandan bahsediyorum. Bu tek insan da ölümlü imiş. Bu tekil bilgidir. Sonra diyorum ki; Sokrates bir insandır. Dinliyorsun değil mi? Sokrates ölümlüdür. Sokrates bir insandır. O halde tüm insanlar ölümlüdür.”
      “Weyy. Keşke Sokrates ölmeseydi!”
      “İşte o ölmeseydi, hiçbirimiz ölümlü olmazdık! Bir nevi onun yüzünden ölümlüyüz!”
      “Neyse. Başka merak ettiğin bir şey varsa sor lütfen. Dört saat elli dakikamız var”
      “Haa anladım. Bana mesaj veriyorsun!”
      “...?”
      “Diyorsun ki zaman ve varlık, yani oluş ve zamansallık, yani zaman ve ölüm, doğruluk...”
       “Ha gayret. Bunlardan mantıklı bir cümle kur ve Heidegger’in ruhunu şad et! Başarabilirsin.”
      “İnsan ölüme doğru olmakta olan varlıktır!”
      “Allahım! Sana şükürler olun! Bu bir mucize! Resmen Heidegger’in felsefesini özetledin. Helal olsun. Evet. Gerçekten tebrik ediyorum.”
      “Aslında biraz daha yana doğru kaysan daha iyi okuyacağım!”
      “Nermin! Allahından bul emi! Kitaptan aldığım notları mı okuyorsun?”
      “Pehh! Yine felsefe mi konuşuyorsunuz?” diyerek gelip yanımıza oturdu Yayla.
      “Arayan Mevlasını da bulur Yaylasını da!” dedim gelişine pek sevinerek.
      “Aman! Çok komik! Hiç espri yapmayı bilmiyorsun!” dedi Yayla
      “Mesele espri yapmak değil, espriye gülecek birini bulmakta” dedim.
      “Sen zor bulursun!” dedi Yayla.
      “Senin şimdiye dek tek bir espriye güldüğünü görmedim. Ölüyü güldürecek esprilere bile kayıtsız kalıyorsun”
      “Espri var, espricik var! Mesela balık sudan korkar mı? Çok saçma yani”
      “Bir şey anladıysam arap olayım! Ne alakası var? Ne bu şimdi?”
      “Eh, artık diyalektik bağını da sen kuruver bir zahmet. Hep hazırcılık, hep konformizim!”
      “Ne dediğini anlamadım ki diyalektik bağını kurayım. Sen söylemesen nasıl bulacağım diyalektik bağı?”
      “Wey! Ma sen el arabasısın, biri seni itsin?”
      “Hoppala!”
      “Neyse. Nasılsa kafan basmaz. Az önce yine ne çorbası pişiriyordunuz tencerede? Varlık, oluş, moluş, falan filan?”
      “Yeryüzünde her şey oluş halinde. Tamamlanmak diye bir şey yok. Özellikle de insan için geçerli bu daimi oluş hali.”
      “Ben şahsen tamam tastamam bir insanım!” dedi Yayla gururlanarak.
      “Aristo demiş ki, kadın eksik etektir. Yok, yok eksik erkektir. Tamam değildir” dedi Nermin.
      “Hiç inanmıyorum! Bir kere o çok temiz, düzenli ve her gün traş olan bir adam. O öyle şeyler demez” dedi Yayla Aristo’nun avukatı havalarında.
      “Bence inan! Adamın zihniyeti yaşadığı çağın paradigmasıyla uyuşuyor” dedim.
      “Aristo’dan bahsediyorsunuz demek. Aristo Kürt’tür Kürt” dedi Güneş Dil Teorisi’nin Kürt versiyoneri Beriyan ranzadan sohbete dahil olarak.
      Beri’ye göre tüm dünya dillerini kökeni Kürtçe’dir. Küçükken Adem baba ve Havva anamıza dair hikayeleri, dinî menkibeleri, başka milletlere ait meselleri anadilinden duyduğu için ve haliyle bu anlatımlarda Adem babamız ve Havva anamızın konuşmaları (ki bu konuşmaları aktaran nenesi Kürtçe’den başka dil bilmediği için) Kürtçe olduğundan, beri buradan yola çıkarak tüm insanlığın ilk dili olarak Kürtçe’yi tespit etmiştir. Babil Kulesi yapılana kadar tüm insanlık Kürtçe konuşmuştur. Bırakalım Güneş Dil Teorisi’nde Bering Boğazı’nı yüzerek geçip Amerika kıtasına da dil taşıma iddiasını, Beri kıtaları da aşarak olası uzaylıların da dili olarak görür Kürtçe’yi. Beri’ye “İyi de nenen kendi diline çevirerek anlatmış. Hz. Adem ve Hz. Havva Tevrat’ta İbranice, Kuran-ı Kerim'de Arapça konuşur” denildiğinde, “İyi de benim nenem yabancı dil bilmiyordu ki çevirsin!” diyerek her türlü tartışmanın önünü alır.
      “Peki nasıl vardın bu sonuca? Aristo’nun Kürt olduğunu kanıtla bakalım” dedim Beri’ye. Amacım biraz da o beş saati, o bitmek bilmez adağı çeşnilemekti.
      “Kürtler isimleri hep kısaltır. Hatta en doğal Kürt kabilelerinde isimler üç veya dört heceyi geçmez. O yüzden Kürtçe’ye sonradan giren isimler kısaltılır. Mehmet olur Memo, Feride olur Ferê. Hem de erkeklerin adının sonuna “o” harfi, kadın isimlerinin sonuna da mutlaka “ê” getirilir. İşte Aristoteles olmuş Aristo.”
      “Ama eğer Mehmet ve Feride Arapça kökenli oldukları için Kürtçe’ye geçerken değişime uğratılıyorsa, Aristo’nun isminin başına da aynı şey gelmiş olabilir. Bu onun Kürt olduğunu ıspatlamaz ki!”
      “Benim diyeceğim şu; Arapça da Yunanca da hepsi Kürtçe’den doğmuş. Bu isimler Kürtçe’ye dönünce asıllarına kavuşuyorlar. Yani Memo Kürtçe’den Arapça ’ya geçince olmuş Mehmet. Sonra geri dönünce yine olmuş Memo.
      “Yani tüm dünya esasta Kürt”
      “Tabii ki. Ama farkında değiller!”
      “Peki bunca dil var yeryüzünde. Bu kadar farklılaşma nasıl olmuş? Belli başlı dil grupları arasındaki yapısal fark çok büyük.”
      “Öyle diyorlar da, öyle değil. Hepsinde Kürtçe kelimelerin izi sürülebilir. Zaten bu konuda kapsamlı bir araştırma yaparak sonuçlarını sizinle paylaşacağım!”
      “Tüm dünya dillerini mi öğreneceksin?”
      “Bakalım artık.”
      “Benim için Aristo’nun Kürt olup olmadığı mühim değil. Önemli olan temiz, düzenli ve her gün traş olan bir insan olması.” dedi Yayla araya girerek ve ekledi “Kadınlara da eksik erkek demez!”
      “İyi de adamın kendi sözleri bunlar. O çağda kadının konumu bu. O da sözleriyle destekliyor.” dedim.
      “Ben böyle polemiklere girmem. Adamcağızı masaya yatırıp pinçik pinçik etmenize de müsaade etmem. Bence senle Nermin sohbetinize devam edin. Ben gidip yatağımda kitap okuyacağım.”
      Beri elindeki kitaba eğilince ve Yayla da restini çekip gidince yine Nermin’le başbaşa kaldık.
 
      “Tümevarımı anladın değil mi?”
      “Tabii. Tabii. Hepsi aklımda.”
      “Tümdengelime gelince...”
      “Dur! Dur! Ben söyleyeceğim. Tümdengelim tümevarımın tersidir”
      “Doğru vallahi. Tebrik ederim. Ama açıklama istemiyorum. Anladığın anlaşılıyor. Lütfen açıklama!”
      “Tabii ki anladım. Sokrates öldüğü için hepimiz ölümlüyüz. Bu tümevarımıdır. Sokrates ölmeseydi biz hiçbirimiz ölmezdik. Buda tümdengelim. Yani tersi!”
      “Keşke açıklama yapmasaydın!”
      “Ayrıca Sokrates Kürt değil. Çünkü ismi çok uzun ve sonunda ‘o’ harfi yok!”
      “Ya sabır! Ya ilac! Ya hewlü bela!” çektikten sonra en az bir saate kadar tümevarım ile tümdengelimi anlattım. Sokrates bir öldü bir ölmedi. Mezarında ters döndü, kemikleri sızladı. Tümevarımla tümdengelim arasında pinpon topu gibi gidip geldi. Sabretmeliydim! Sabreden derviş muradına ermemiş miydi? Yaklaşık üç buçuk saat vardı adağımın süresinin bitmesine.
      “Tamam. Anladım vallahi!” dedi Nermin nihayet.
      “Hele şükür! Madem anladın konuyu noktalıyoruz. Ama vaktimiz çok. Konuşmaya devam edelim”
      “Sohbetime doyum olmuyor değil mi” dedi böbürlenerek.
      “Öyle, öyle!”
      “Haa, aklıma gelmişken! Ben o tencere meselesini az çok anladım.”
      “Öyle mi?”
      “Demiştin ya, gerçek, görünen şey değildir.”
      “Bravo! Evet gerçek, görünen şey değildir. Zira herhangi bir şeyi, örneğin şu kitabı duyularla biliyoruz. Gözle görüyoruz, elimizle dokunup ağırlığını tartıyoruz.”
      “Hı, hı. Ve aklımız bu bilgileri değerlendiriyor”
      “Evet! Kitap ile zihnimiz arasındaki bağlantılara göre tanım yapıyoruz. Yani kitap bize görünüşünü veriyor. Ve bizler, bu görünüşün ardında bir hakikat olduğuna inanıyoruz. Kitap fenomenin ardında bir numen, hakiki bir kitap var diye düşünüyoruz.”
     “O zaman gerçek, görünen şey değildir.” dedi Nermin beni şaşırtmaya devam ederek.
      Bu durum Allah’ın bir lütfuydu. Boşuna dua ederken “Allah zihin açıklığı versin!” demiyordu büyüklerimiz. Nermin’in zihni de açılmıştı. Hem de derya deniz misali. Ah, Tanrı'nın varlığı nasıl da kuvvet veriyordu felsefeye. Onun garantörlüğünde nice kuram gelişmiş, kesin kanıtlara bürünmüştü. Descartes ‘düşünen ben'i Tanrıya bağlayarak temellendirmişti. Ah Berkeley! Nasıl da parlıyorsun Tanrı'nın kuvvetine güvenerek! Bu kitap, bu duvar, bu pencere ve elbetteki, şu an bana, övgü bekleyen gözlerle bakan Nermin, ben onlara sırtımı dönsem de, tüm duyularımı kapatsam da varlıklarını sürdürüyorlar. Haklısın galiba Berkeley? Bunun sebebi Tanrı’nın onları algılamayı sürdürmesi. Zihnimizin dışındaki gerçek kitap gerçek duvar dediğimiz şeyler, Tanrı’nın zihnindeki idelerden oluştuğu için varlığını sürdürür. Bu durumda her şey hayal! İster Tanrı’nın ideleri olsun ister bizim bu idelerden aldığımız pay olsun, şu dünyadaki her şey zihinseldir, idelerden oluşuyordur. Yani düşününce bile düşünme üzerine düşünüyoruz! Maddi dünya diye bir şey yok, Haa?
      “Öyle değil mi?” dedi Nermin beni omuzumdan dürterek.
      “Elbette. Hı, hı. Öyle, öyle. Gerçek, görünen şey değildir. O zaman gerçek diye bu şey olup olmadığını bilebilir miyiz? Bilsek de anlama imkanımız var mı? Bak, mesela örnek olarak...
      “Tencere!”
      “Evet, tencere olsun. Ben tencereyi kendi kategorilerim çerçevesinde algılıyorum. Kategorilerim, yani aklımın şeması olmazsa, algılayamam. Tencerenin varlığı benim kategorilerime bağlı”
      “Haa, anladım. Olur da sen tencereden uzaklaşırsan kategorilerini bana veriyorsun. Böylece tencere benim için de var oluyor. Peki kategorilerini vermek istemezsen?
      “Kategoriler herkes de var”
      “Ama sen dedin ‘benim’ kategorilerime bağlı!”
      “Herkeste eşit miktarda var. Merak etme”
      “Anladım”
      “İyi! Bak, duyu verilerimiz bizi tencere olduğuna inandırıyor. Tencerenin var olduğuna inanıyoruz ama var olup olmadığını, hakikatte ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.”
      “Tamam. Hepsini anladım. Ama şunu hâlâ anlamış değilim. Tencere gerçek değilse, biz o kadar yemeği nasıl pişiriyoruz?”
      “Allah senin de, tencerenin de belasını versin e mi Nermin? Ama asıl benim belamı versin! A ha kaldı iki saat. A ha isterse Allah beni çarpsın! Beni tencereye çevirsin! A ha bırakıyorum sohbeti. Zaten ilk adağım üç saat idi. Hangi akla hizmet üç saat dedim, o da ayrı mesele. Allah belamı versin! Tepeme gökten tencere yağsın! Versin belamı versin! Bir tümdengeleyim bir daha dönemeyeyim! Bir tümevarayım bir daha da inemeyeyim! Zihnimin çatısı olan kategorilerim yıkılsın! Zihnime gelen duyu verileri bilgiye dönüşemezsin! Yahu üç saat! Buna Eyyüp peygamber bile isyan eder. Bende akıl yok ki! Sınırlısı bile yok! Yıldırımlar düşsün kafama! Çarp Allahım çarp! Ben hak...”
      Daha bu son cümlemi tamamlamamıştım ki bir patlama sesiyle yerimden soçradım! Kafam ranzanın demirine çarptı. Yıldırım inmişti işte! Ne diye o kadar coştum ki? Korku dolu gözlerle etrafıma bakınınca, az evvel kulağımın dibinde, ağzındaki sakızla kocaman bir balon yapıp patlatan Arara’nın şaşkın bakışlarıyla karşılaştım!
      Ve aklım başıma henüz dönmemişken, başını manalı manalı sallayan ve şu an tepemde Allah’ın kılıcı gibi duran Gülistan Ana’nın şu sözleriyle iyice yerin dibine battım.
      “Tümdengelim-mümdengelim! A ha Xwedê jî wûsa dike”
      (Tümdengelim-mümdengelim! İşte Allah da böyle yapar”)
LEYLA ATABAY L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA-ANTALYA
(Devam Edecek)
Görsel: Mehmet Boğatekin
 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Yeni sergi çalışmamız. "Sınırsız Kü...
  Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf Grubu ve Karşı Sanat Çalışmaları olarak politik tutsaklar ve fotoğrafçılarla yeni bir sergi hazırlığına...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...