FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU III. Bölüm 2

Görülmüştür kullanıcısının resmi
"“Hayatın çeşitli güçlüklerine karşın, üç şey hediye edilmiştir: Ümit, uyku ve gülmek” demiş Kant. Gülmek mühim bir iş. Ciddi çok ciddi bir iş!

Ciddi çok ciddi bir iş! İnsan ruhunu bir kahkahadan daha fazla hafifleten bir şey var mı şu yeryüzünde? Her kahkaha bir çift melek kanadıdır adeta. Saf neşeye, içten gelen bir kahkahaya boşuna takmamış kafayı Nietzche. Dahası koskoca Zerdüşt’ün peygamberlik alameti, doğar doğmaz yeri göğü inleten bir kahkaha atmasıymış. Ah böyle anlamlı, güzel bir şeyin, neşenin, sevincin, gülmenin sığ bir asık suratlılığa kurban edilmesi ne fena! Şu ciddiyet denen zorba, tarih boyunca beslenilip durmuş belli başlı adamlarca ve kadınlarca. Hele o Aristo yok mu, işte o komediyi ve komedinin neden olduğu neşeli kahkahaları trajedi karşısında öyle bir aşağılamış ki, felsefe bu karanlık ciddiyet perdesinin altında az daha boğuluyormuş. Gerçi Orta Çağ skolastiklerinin yalancısıyız biz modernler de! Zira aynı Aristo “sevmeyen, sevilmeyen insan insan değildir.” de demiş. Sevgide neşe vardır, kahkahalar vardır acı kadar."

 

FELSEFENİN DİPSİZ KUYUSU III. Bölüm 2 
“Dün gece rüyamda annemi gördüm” dedi Yayla ansızın.
      “Hangisi?”
      Evet Yayla’nın iki annesi vardır. Biri onu doğuran öbürü de doyuran. Doyuran anasını daha çok sever Yayla. Zerê adında bir inektir ikinci annesi. Yayla onun emeğini, verdiği sütü hiç unutmaz ve her daim büyük bir sevgi ve hürmetle söz eder ondan.
      “Zerê’yi. Bence bu iyi haber. Ne zaman rahmetliyi görsem başıma güzel şeyler geliyor.”
      “İyi de, neredeyse haftada iki üç kez rüyanda Zerê’yi görüyorsun. Ama hiçbir müjdesi tutmadı. Hâlâ içeridesin.”
      “Bu kez kesin olacak. Hem şeyh hem Zerê aynı müjdeyi veriyorlar. Aralarında telepatik bir bağlantı da olabilir”
      “Şeyhle inek arasında telepatik bağlantı!”
      “Kuantuma göre mümkün”
      “Gerçi haklısın. Her şey birbiriyle bağlantılı. Bir çiçeği sapından tutup salla tüm kainat sallanır.”
      “Bu senin sözün mü?”
      “Yook. Bu bir sufi aforizması”
      “Peh. Sözde filozof olacaksın ama senin hiç aforizman yok.”
      “Ben filozof değilim ki!”
      “Benim bile aforizmalarım var”
      “Mesela?”
      “İnsandır ağlar.”
      “Ee? Bu aforizma mı oldu? Deve de ağlar.”
      “Ama o duygulandığı için ağlamaz ki!”
      “Hımm.”
      “Şunu dinle. Kuştur uçar!”
      “Ee? Kuşun özelliği o.”
      “Bir tane daha. İnsan insana benzer.”
      “Hoppala!”
      “Dinle dinle, daha çok şaşıracaksın. Cevizin kabuğu sert olur!”
      “Yaa? Madem öyle, dur ben de bir tane söyleyeyim. Limon ekşi olur”
      “Ne alaka? Hiç de felsefik değilsin.”
      “Bunu sen istedin! İsot acı olur!”
      “Peh. Hiç de bile aforizma değil bu! Asıl şunu dinle. Kulağın varsa dinle, gözün varsa bak!”
      “Dilin varsa konuş, burnun varsa kokla, kaşığın varsa yemek ye! Kalemin varsa yazı yaz!”
      “Peh. Benim gibi aforizma bulamıyorsun ya, onun için böyle yapıyorsun.”
      “Bir kere Yaylacığım, bunlar aforizma değil totoloji”
      “O ne ya?”
      “Hani Kant, önermelerin doğruluklarının gösterilmesi için kanıta gerek var mı yok mu, diye ikili bir ayrım yapıyor ya! Analitik ve sentetik diye. İşte analitik önermede özne yüklemi içerdiği için ona totoloji deniyor. Yeni bilgi vermiyor cümle. Mesela “Bekarlar evli değildir” gibi.
      “Aa! Bak bu güzel bir aforizma. Bekarlar evli değildir.”
      “Ama bu...”
      “Bu kant var ya çok düzenli, çok dakik bir adamdı, haa. Günde iki kez yürüyüşe çıkıyordu. O kadar dakikti ki, konu komşu onun yürüyüş saatine göre saatlerini ayarlıyordu.”
      “Kant aklın sınırlarını iyi tespit etmiş. Aklımızın kategorileri nesnenin bize sunduğu kadarını, yani fenomeni kavrıyor bir tek ve...”
      “Çorap giymekten nefret ediyordu Kant. Felsefeden ziyade bu konuya yoğunlaşıyordu garibim. Eğilip çorap giymek derdinden kurtulmak için, kendisi ayakta iken, ayağına kendiliğinden girecek bir çorap arıyordu. Sonra dedi ki, en iyisi ayağıma çorapları geçirecek bir makina icat edeyim. Çünkü yeryüzünde Kant’ın ayaklarına kendiliğinden girecek kadar akıl sahibi olan çoraplar yoktu.”
      “Aklın sınırları belirlendi mi, Tanrı, Özgürlük ve Sonsuzluk gibi Metafizik kavramlar dışarıda kalıyor. Bu durumda ahlak nasıl temellendirilecek sorununa yoğunlaşıyor Kant haliyle”
      “He işte! Çok yoğunlaştı ama makinayı icat edemedi.”
      “Hangi makinayı?”
      “Çorap giyme makinesi”
      “Heey! Ne yapıyolşunuj?” diye bağırarak koşa koşa yanımıza geldi Arara. Onu kucaklayıp öptük, gıdıkladık.
      Arara, günlerdir, yetişkinlerin yapmayı becerdiği ama kendisinin bir türlü başaramadığı mühim bir yeti için pratik yapmaktaydı. Nihayet bu sabah, kahvaltıda rüştünü ıspatlamış, kendisine mucizevi gelen bu yeni becerisini göstermek için bir sandalyenin üzerine çıkmış ve alkışlar eşliğinde gösterisini yapmıştı.
      Onu öpüp kucakladıktan ve azıcık da gıdıkladıktan sonra “Hadi yine yap” dedik.
      Arara gururla göğsünü gerdi.
      “Tamam. İyi ijleyin, haa!” dedikten sonra ağzındaki sakızı biraz daha çiğnedi ve o şirin yanaklarını şişirerek bir balon yaptı.
      Benle Yayla alkışlarımızla yeri göğü inlettik. Evet. Arara günlerdir sakızla balon şişirme talimi yapmaktaydı. Çocuklar için yetişkinlerin dünyası pembe bir masal, eğlenceli bir sirk gibi göründüğünden, bir an önce o dünyanın bir parçası olmak için öyle büyük bir heyecan ve istek duyuyorlar ki, Arara balon şişirerek bu dünyaya doğru bir adım attığını düşündüğünden, ondan mutlusu yoktu şu sıralar yeryüzünde.
      Arara’yı başarısından dolayı tebrik ettik. “Dulun! Yine göşteleyim” diyerek en az on defa daha balon yaptı. Biz de her defasında avuçlarımız patlatacak alkış fırtınalarıyla verdik coşkuyu. Nihayet Arara yoruldu da bıraktı. Ben bir elinden Yayla diğerinden tuttu, yürümeye başladık.
      “Arara! Söyle bakalım. Biz iki ay sonra dışarıda olur muyuz!” diye sordu Yayla.
      Çocukların halis sezgilerine inanan Yala her Allah’ın günü Arara’ya buna benzer sorular sorar ve Arara’dan da her defasında “Evet” yanıtını alırdı. Üç ay, üç hafta gelecek bahar, sonraki kış, sonbahar vs. vs. Her bir kehanet tarihine de “Evet” demişti Küçük Kahin Arara. Yayla’nın “iki ay” ına da “Evet” dedi.
      “Yayla! İstediğine sor. Deli, şeyh, inek, çocuk... iki ay sonra ancak rüyanda dışarıda olursun. Gerçi o vakit de ‘Rüyamda gördüm! Çıkacağız!’ deyip yeni bir kehanet döngüsüne girersin!”
      “Sen inanma! Hele iki ay sonra çıkalım, görürsün. Hem biz zaten ırk olarak da kahiniz. Kanımızda var. Ma biz Mag’lardan gelmemiş miyiz? Medlerin Mag’ları falcılık yapmıyor muydu? İngilizce ‘magic’ kelimesi yani sihir Mag’lardan gelmemiş mi?”
      “Kürt tarihini de falcılığına alet ettin ya, helal olsun Yayla!”
      “Herhalde yani. Sihir güçleri varmış onların”
      “Maden öyleydi, tarih boyunca ahvalımız nedir böyle?”
      Dış kapının açılmasıyla, hemen oraya koşmamaız bir oldu. Gülistan Ana’nın duruşması vardı. Tahliye olması için hepimiz dua ediyorduk. Kapıdan girerken bize bu müjdeyi vermesini umut ettiğimizden hemen etrafına toplaştık. Ama o yüzünü leçeğiyle örtmüş ağlıyordu. Omuzuna dokundum, sertçe çekti omuzunun. Belli ki ceza almıştı. Ne olduğunu anlamak üzere sorduğumuz her soru yanıtsız kaldı. Cevap vermediği gibi yüzümüze de bakmıyordu. Bu durum on beş dakika kadar sürdü. Ta ki Arara “Ama pu Küliştan Ana değil ki!” diyene kadar. “Kral çıplak” diyen, gerçeği gören yine bir çocuk olmuştu. Sanike bizi oyuna getirmişti yine. Gülistan Ana’nın kıyafetlerini giyip başını da örterek kapının oraya gitmiş ve kapıya sert bir şekilde vurarak dışarıdan gelmiş izlenimi yaratmıştı.
      Her birimiz kahkahalarla gülüyorken Yayla “Ben zaten anlamıştım” diyerek, bu tip durumlarda takındığı ‘külyutmaz’ havalarına girdi bir kez daha. Oysa her zaman yerdi bu numaraları. Bizzat kendim onu en az on defa iletmiştim ve her defasında “Ben zaten biliyordum” demişti. Bunlardan bir Türkan Şoray’ın zaza olduğuna onu inandırmış olmamdı.
      Bir gün televizyonun karşısında oturmuş kanaldan kanala atlıyordum. Tam TRT-6 kanalını geçerken Yayla içeriye girdi. O esnada eski bir Türk filmi Zazaki dublaj edilmiş olduğundan, Türkan Şoray’ın Zazaki konuştuğu bir sahne geçiyordu. Yayla çarpılmışçasına durdu ve “bu da ne?” der gibi yüzüme baktı. Kanal o vakitler yeni açıldığı için Yayla pek bilmiyordu. Ben de hemen fırsatı değerlendirdim.
      “Türkan Şoray ne güzel Zazaki konuşuyor değil mi?”
      “He vallahi. Nereden öğrenmiş?”
      “Peh. Bilmiyor musun? Yuh yani! Kadın has halis Zaza”
      “Allah! Allah!”
      “Vallah! Vallah! Bak bu eski filmlerinde henüz Türkçe’yi öğrenmediği için hep zazaki konuşuyormuş.”
      “Yasak değil miymiş?”
      “Türkan Şoray’a yasak değilmiş. Tabii çoğu filmine de Türkçe dublaj yapmışlar.”
       “Gerçi kaşı gözü Kürtlere benziyor. Biliyordum zaten böyle bir şey olabileceğini.”
      “Bir gün bu Türkan koyunları güderken çok yorulmuş, uykuya dalmış. Rüyasında Hızır aleyhiselam buna demiş ki, ileri de çok ünlü olacaksın.”
      “Tabii canım. Hızır aleyhiselam gelmişse rüyasına tabii ki o rüya çıkar.”
      “Velhasıl. Almış eline azık torbasını. Soğan da almış elbette. Zaten demiş ki, ünlü olursam, bir zazanın hayali olan, dünyadaki tüm soğan cücüklerini yemeyi gerçekleştireceğim.”
      “Hımm.”
      “İşte düşmüş yola. Taa İstanbul’a kadar yürümüş sonracığıma...”
      Böyle, böyle tam bir hafta boyunca Türkan Şoray'a ilişkin hikaye üstüne hikaye uydurdum. En sonunda şaka yapmış olduğumu söylediğim de Yayla “Ben zaten biliyordum” diyerek ve aslında kendisinin beni işletmiş olduğunu söyleyerek sıyrılmıştı için içinden. Benzer bir durumu en son iki gün evvel yaşamıştık. Nermin köyde yaşayan anasıyla telefon görüşmesi yaptıktan sonra üzgün bir halde gelip ranzasına oturduğunda, Yayla bana onu işaret ederek “Nesi var?” demişti.
      “Annesi köyün çobanıyla kaçmış” dedim hiç düşünmeden.
      “Nıç. Nıç Kadın yetmiş altı yaşında değil miydi?”
      “Sus! Aman, Nermin duymasın. Üzüntüsü derin. Düşünsene çoban torunu yaşındaymış. On yedi imiş yaşı. Nermin den on yaş küçük.”
      “Nıç. Nıç”
      “Gerçi kadın dul. Bekar yani.”
      “Tabii, tabii. Kaçabilir yani. Bari Nermin’e moral vereyim.” dedi Yayla ve Nermin’in yanına gitti.
      Hemen yerimden kalkıp Nermin’e kaş göz işareti yaptım. Yayla yanına varınca hemen oyuna dahil oldu Nermin.
      “Duydum ki annen çobanla kaçmış” dedi Yayla özgün bir sesle.
      “He, öyle.” dedi Nermin gülmemek için kendini zor tutarak. Neşesi yerine gelmişti anında.
      “Gerçi sevmiş sonuçta. Yoksa kaçar mıydı?” dedi Yayla.
      “He, öyle” dedi Nermin.
      “Nermin. Sen artık bu çobana ‘Baba’ dersin artık” dedim.
      “He, öyle” dedi Nermin.
      “Nıç. Nıç. Çoban senden on yaş küçükmüş!” dedi Yayla.
      “He, öyle” dedi Nermin.
      “Çobanın yaşı tutmuyor ya, kesin anneni tutuklarlar” dedim.
      Yayla kınayıcı gözlerle baktı bana.
      “Ne alaka? Niye tutuklasınlar? Hem tutuklasalar bile çok tutmazlar içeride. Kadıncağız çok yaşlı ya, bırakırlar hemen. Fakat çok ciddi bir sorun var” dedi Yayla kaygılı bir sesle.
      “Neymiş o?” dedim.
      “Çoban Nermin’den on yaş küçük!” dedi Yayla.
      “Ee?”
      Yayla Nermin’in omuzuna koydu elini.
      “Nerminciğim, sen çobana ‘Baba’ diyemezsin!”
      “Haa! Tüm sorun bu mu?” dedim.
      “Elbette ki sorun! Mesela ben asla ve asla benden küçük birine asla ve yine asla ‘Baba’ demem!”
      “Sen ne dersin bu işe Nermin? Haa? ‘Baba’ diyecek misin?” dedim.
      “Hee, derim”
      “Nıç, nıç. Bence dememelisin!” dedi Yayla.
      “Olaya çok hiyerarşik bakıyorsun, Yayla” dedim.
      “Peh! Sen ne anlarsın! Senin derdin varlık ile yokluk!” dedi Yayla.
      “Ne alaka, Yayla? Ben, çoban varlıklı mı değil mi sorgulaması yapmadım ki!”
      “Heh! Ben onu mu diyorum! ‘Varlık nedir? Hiçlik nedir?’ diye diye kafayı yedin ya Ontolojik Deli!”
      “Deli meli! Seni iyi işlettim ama. Oh canıma değsin. Hemen de yedin! Ya Allah aşkına, Nermin’in anası bastonla zor yürüyor bir de çobana mı kaçacak?”
      “Peh. Ben zaten şaka olduğunu biliyordum. Şaka içinde şaka yaptım bir kere!”
      Nermin kahkahalarla gülerken, bir süre daha atışmaya devam etmiştik.
      Evet. Sanike Gülistan Ana’nın kılığına bürünerek hepimizi kandırmışken birdenbire Gülistan Ana gelmez mi? Asık suratından tahliye olmadığı ve bir süre daha içeride kalacağı anlaşılıyordu. Kendisin hemen bir sandalyeye oturtup eline bir bardak çay verdik. Çaydan birkaç yudum içtikten sonra kendine geldi ve o anda üzerinde kendi elbiseleri olan Sanike’yi fark etti. Gülistan Ana, ya sitem edip kendisiyle dalga geçtiğini söyleyerek Sanike’ye iyi bir fırça atacaktı, ya da mizahın insan kalbini katılıktan arındıran, kibrini egosunu bir yana attıran büyüsüne kapılıp bir kahkaha atacaktı.
      Gülistan Ana ikincisini seçti ve “Ev çi hal e, qeşmer?” (Bu ne hal, şakacı?) deyip gülmeye başladı. Sanike bu gülüşten cesaret alarak ayağa kalktı ve Gülistan Ana’nın günlük hallerin taklit etmeye başladı. Gülistan Ana aynadaki aksine bakıyormuş gibi Sanike’yi şaşkınlıkla izliyor, arada kızar gibi olsa da dayanamayıp gülüyordu. Bu müthiş performans sadece Gülistan Ana’yı değil hepimizi kahkahalara boğuyordu.
      Herkes güledursun, ben gülmenin felsefik durumu üzerine düşüncelere dalıverdim.
      “Hayatın çeşitli güçlüklerine karşın, üç şey hediye edilmiştir: Ümit, uyku ve gülmek” demiş Kant. Gülmek mühim bir iş. Ciddi çok ciddi bir iş! İnsan ruhunu bir kahkahadan daha fazla hafifleten bir şey var mı şu yeryüzünde? Her kahkaha bir çift melek kanadıdır adeta. Saf neşeye, içten gelen bir kahkahaya boşuna takmamış kafayı Nietzche. Dahası koskoca Zerdüşt’ün peygamberlik alameti, doğar doğmaz yeri göğü inleten bir kahkaha atmasıymış. Ah böyle anlamlı, güzel bir şeyin, neşenin, sevincin, gülmenin sığ bir asık suratlılığa kurban edilmesi ne fena! Şu ciddiyet denen zorba, tarih boyunca beslenilip durmuş belli başlı adamlarca ve kadınlarca. Hele o Aristo yok mu, işte o komediyi ve komedinin neden olduğu neşeli kahkahaları trajedi karşısında öyle bir aşağılamış ki, felsefe bu karanlık ciddiyet perdesinin altında az daha boğuluyormuş. Gerçi Orta çağ skolatiklerinin yalancısıyız biz modernler de! Zira aynı Aristo “sevmeyen, sevilmeyen insan insan değildir.” de demiş. Sevgide neşe vardır, kahkahalar vardır acı kadar.
      Ah, bir yunus balığı kadar neşeli olmak! Özgürlük neşeyle kardeş. Kahkahalar atarken öyle özgürüz ki! Her kahkahada hafifliyoruz. Melek kanatlarıyla uçuyoruz.
      “Hışşt! Herkes yukarıya, yatakhaneye çıktı. Sen hâlâ niye sırıtıp duruyorsun kendi kendine” diyen Yayla’nın müdahalesiyle kendime geldim.
      Arara hem ağzındaki sakızla balon yapıyor hem de beni izliyordu. Yayla’yla beraber Arara’nın o şirin ellerinden tutup havalandırmaya gittik yeniden. Aristo’nun peripatosları gibi hem yürüyor hem felsefe yapıyorduk.
      “Ya işte Yayla, insan bazen dalıp gidince yitiriyor kendini. İnsan olarak varlığımızın ilginç bir özelliği. Bedenim burada ama aklım başka yerde.”
      “Hımm.”
      “O yüzden de ‘ben kimim?’ sorusuna yanıt bulmak pek zor.”
      “Hımm.”
      “Ben kimim? Sen kimsin?”
      “Kimsem oyum”
      “Yani Yehova’nın Hz. Musa’ya cevabı. Neysem oyum.”
      “Demek ki Tanrı Yehova da benimle aynı fikirde!”
      “Eee, tabi yani varlık neyse o dur, ötesi de bilinemez ki!”
      “Ee, sanki bilsek ne olur?”
      “O da ne demek? Bilmek en temel insani arzudur. Diyor Aristo.”
      “O demişse, tamam. O temiz, düzenli ve her gün traş olan bir adam. Çok takdir ederim kendisini.”
      Bu gelip geçicilikte, bu daimi oluş evreninde insanın kendini bilmesi çok zor. Metafizik evren de var. Yansımaların yansıması. Gölgenin gölgesi bir varoluş.”
      “Penim de gölgem val” dedi Arara gururlanarak.
      “Her şey düşünceden ibaret de olabilir. Hani Mevlana diyor ya “Sen düşünceden ibaretsin kardeşim. Gül gibi düşünürsen gülistan, diken gibi düşünürsen dikenlik olursun.”
      “Hımm.”
      “Kelebeğin rüyası meselesi yani”
      “Weyy. Anlatsana şu rüyayı” dedi Yayla heyecanla.
      “Uzakdoğulu bilge bir rahip rüyasında bir kelebek olduğunu görmüş”
      “Hayırdır inşallah!”
      “Uyandığında kendi kendisine demiş ki; ‘Ben, dün gece rüyasında kelebek olduğunu gören rahip miyim? Yoksa şu an rüyasında rahip olduğun gören kelebek miyim?”
      “Kelebek ne renkmiş?”
      “Bilmiyorum. Hem konuyla ne alakası var?”
      “Eğer kelebek beyaz ise iyidir, hayırlıdır. Siyah veya kahverengi ise kötüdür. Uğursuzluktur! Esasta kelebek uğurludur ama rengi siyahsa vah rahibin haline!”
      “Yahu Yayla, bu öyküdeki fikre bak!”
      “Haa, evet. Doğru ya, adam kelebek görmemiş! Kelebek olduğunu görmüş!”
      “Ee?”
      “O zaman rahibin başına bir kaza gelecek. İnsan rüyasında kendini bir hayvanın kılığında görürse felaket yakındır. İnşallah rahip rüyasını suya anlatmıştır. Kötü rüyayı suya anlatırsan su onu alır götürür”
      “Ya sabır!”
      “Adam hem kelepek hem de lahip! Gelçek olan hanğişi, pilmiyol!” dedi Arara, beni kesin bir kalp krizinden kurtararak.
      “Oyy Arara, senin ciğerini yerim” deyip öptüm cimcimeyi.
      “Ee, sonra ne olmuş?” dedi Yayla.
      “Neyin sonrası?”
      “Rahip miyim, kelebek miyim? Demiş ya! Sonra ne olmuş?”
      Yayla’nın bir özelliği vardır ki, bu özelliğe yeryüzünde tanıdığım hiçbir insanda rastlamamışımdır. Yayla, mesel olsun, menkibe olsun ve özellikle fıkra olsun, anlatılıp bitirildikten sonra devamında ne olduğunu soran tek insandır. Yetmez! Bir de fıkradaki mağdurlara üzülüp durur. Onun tek bir fıkraya güldüğüne şahit olmuş değilim.
      Örneğin fıkra anlatacak kişi her an gülecekmiş gibi tatlı tatlı başlar söze;
      “Şimdi Yaylacığım, sana çok komik bir fıkra anlatacağım. Adamın biri yolda giderken, bakmış ki, köylüsü yerde ölü yatıyor.”
      “Vah! Vah! Yazık! Hem de yolda ölmüş. Nıç, nıç”der Yayla üzgün bir sesle.
      “Adam bakmış, ölünün yanında bir azık torbası. İçinde de ekmek ve soğan”
      “Vah! Vah! Yemek de yememiş”
      “Adam kendi kendine demiş ki; “Ekmek vaar, soğan vaar. Ecep bızım Ehmo niye ölmiş?”. Ha ha haa!”
      “Niye gülüyorsun ki! Ölmüş zavallı adamcağız. Nıç, nıç. Yazık! Ee? Sonra ne olmuş?”
      “Fıkra bu kadar. Yani adama göre soğan varsa ölmek manasız”
      “Tamam da, sonra ne olmuş? Ölüyü yerden kaldırmış mı?”
      “Ya sabır!”
      Havalandırmada yürürken fare korkusu da eşlik ediyordu bize. Tamam, fare ara koridora kaçmıştı ama tekrar dönmeyeceği ne malumdu?
      Hâlâ kelebeğin rüyasını yorumlama derdinde olan Yayla’ya bir fare şakası yapalım dedim ve “Fare! Fare!” diye bağırdım. Ama Yayla yemedi.
      “Peh! Daha fare dediğin an anladım yalan olduğunu. Benim sezgilerim çok güçlüdür. Altıncı hissim felaket kuvvetlidir”
      “Neyse. Şakam tutmadı ama bak fare avcıları kitap okumak için yataklarına çekildiler. Şimdi fare şu kapıdan içeri girse biz ne yaparız? Kimsesiz kaldık bu ıssız yerde!”
      “Kimşe yokşa pen valım bulada!” demez mi Arara.
      “Tabii ya! Ah Arara, kurtarsa kurtarsa sen kurtarırsın bizi”
      “Öyle ya, Arara varsa kim korkar fareden!” dedi Yayla.
      “Pen valken şije dokunamaj o piş fale! Onu yakalalım. Şij melak etmeyin”
      “Nasıl yakalayacaksın ki? Çekpasında yok!” dedim.
      Arara ellerimizi bırakıp içeriye koştu. Az sonra elinde çekpasla yanımıza döndü. Allahım! Öyle tatlı bir kahramanlık havasındaydı ki, Yayla’yla gülmemek için zor tutuyorduk kendimizi.
      Arara omuzların dikleştirdi. Böbürlenerek etrafa bir göz attı.
      “Acaba kapının altında olabilir mi?” dedim korkudan titreyen sesimle.
      Arara cevap vermeye bile tenezzül etmedi. Çalımlı çalımlı kapıya doğru gitti.
      “Pulda pişey yok.”
      “Çok korkuyoruz” dedi Yayla bana göz kırparak.
      “Evet Arara, çok korkuyoruz”
      “Kolkmayın. Bil kaval olşaydı iyi olurdu.”
      “Kaval mı?” dedim.
      “Evet. Maşaldaki gibi. Pen kaval çalaldım, fale yelinden çıkaldı, pen de çekpaşla onu kovalaldım”
      Bu andan itibaren kendimizi tutmamız mümkün değildi. Arara’yı yakalayıp çatlatana kadar gıdıkladık, öptük, kucakladık. Kahramanımızı omuzlarımıza alıp içeriye girdiğimizde çay hazırdı. Elimize birer bardak çay alıp masanın etrafında toplaştık.
      Alınganlık Kraliçesi Menekşe de bir sandalye çekip oturdu. Hiç birimizin yüzüne bakmıyordu. Doğrusu değil sebebini sormak sebebinin ne olduğunu merak etmeye bile kokuyorduk. Belki de hâlâ fare paniği esnasında kendisin buyur etmediğimiz için duyduğu küskünlüktü süren. Gerçi onun yanında, insanın kendisini sırf nefes aldığı için bile suçlu hissettiği oluyordu. Acaba tenefüs ettiği havadan nemalandığımız için mi küsmüştü?
      “Menekşe! Mendilin düşe. Şijden bije kim düşe” demez mi Arara pat diye.
      “Bana mı diyorsun?” dedi Menekşe şaşkın bir tavırla.
      “Pu bir oyun. Tekelleme.”
      “Biliyorum canım. Çocukken oynardık. Zaten ne dert varsa menekşeleri bulur. Mendili düşen hep biz oluruz.” dedi Menekşe.
      “Üjülme! Mendilin düşerse pen alırım”
      “Allah Allah! Niye üzüleceğim ki? Kim üzebilir beni? Gerçi üzen çok da! Üzülmemeye karar verdim.”
      Arara’ya, susması için masanın etrafındaki en az sekiz insan kaş göz işareti yapmaktaydı. Menekşe burnundan soluyordu. Kime niçin kızacağını bulmaya çalıştığı gözlerinden okunuyordu. Bir tek şu filmlerdeki gerilim sahnelerinde çalınan fon müziğimiz eksikti. O an gayri ihtiyari, gözlerim Sanike’ye kaydı. Sanike’nin aşırı gerilim ortamlarında ortaya çıkan bir huyu vardı ki, onunla göz göze geldiğim an felaketi sezip gözlerimle yalvarmaya başladım. Hayır Sanike! Sakın haa! Tut kendini, etme, eyleme!
      Bir anda “pığt” dedi ve kahkahalarla gülmeye başladı, bir süredir kendini tutmaya çalıştığı için kıpkırmızı kesilmiş olan Sanike.
      Gergin bir ortam oluştu mu, kendini tutamaz gülmeye başlar. Bu huyu yüzünden epey kınanmışsa da elinde olan bir şey değildir.

LEYLA ATABAY

 L TİPİ HAPİSHANE A11 ALANYA-ANTALYA
DEVAM EDECEK
Resim: Aynur eoli. Şakran hapishanesi

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Düşünsel özgürlüğün Sınırsız Kütüphanesi...
Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf grubu ve Karşı Sanat, “içerdekilerle dışardakileri buluşturan” ortak bir sergiye daha imza atıyor. Fotoğrafçılar,...
SINIRSIZ KÜTÜPHANE
SINIRSIZ KÜTÜPHANE Tutsakların içeride yazdığı yüzden fazla kitap, resim ve karikatür ile fotoğrafçıların bu temada çektiği / yaptığı fotoğrafları...
Yeni sergi çalışmamız. "Sınırsız Kü...
  Görülmüştür Kolektifi, Redfotoğraf Grubu ve Karşı Sanat Çalışmaları olarak politik tutsaklar ve fotoğrafçılarla yeni bir sergi hazırlığına...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...