Doğan okuyacak...

Sibel Karakız kullanıcısının resmi
Şirin mi şirin bir köy… Yeşil tepesi, tek katlı evleri, bahçeleri, ırmağı ve tarlalarıyla sıra sıra gökkuşağı misali tepenin etrafında daire şeklinde adeta bir renk cümbüşü!

Küçük ve yemyeşil çimlerle ve rengârenk çiçeklerle kaplı bir tepenin etrafına çember gibi sıralanmış tek katlı evler! Her evin önünde bulunan birer ikişer dönüm bahçelerde; domates, patlıcan, biber, fasulye kabak, salatalık gibi birçok sebze ve incir, nar, dut gibi birçok meyve ağaçları bulunmaktaydı. Bahçeler ile tarlaların sınırı bölen; şırıl şırıl akan ırmak içinde ise Kara Balık ve Yılına Balığı yaşamaktadır. Irmaktan sonra gelen uçsuz bucaksız pamuk, buğday, pancar, mısır, soya ve biber tarlaları bulunmaktır. Bu güzelim köye tepeden bakıldığında ise upuzun ve rengârenk bir etek giymiş genç bir kızı andırır görüntüsü. Tüm bu güzelliklerin arasında yoksul, ancak karınlarını doyuracak miktarda topraklara sahip bir köy halkı yaşamaktadır.
Doğan bu şirin köyde yaşıyor. Henüz dokuz yaşında, kocaman kara gözleri, al al yanaklarıyla, Annesi Sevim, babası Halil, babaannesi Sultan ve dedesi Ali’nin ilk göz ağrısı. Onu yere göğe sığdıramıyorlar. Her ne kadar altı yaşında bir erkek, dört yaşında da bir kız kardeşi daha var ise de Doğan’ın yeri ayrıydı onların yanında. Özellikle Ali dedesi nereye gitse onu da götürür, her işi birlikte yapar hatta birlikte oyunlar oynarlardı. Ona sapan yapar, birlikte kuş avına çıkarlar, bazen de topaç çevirirlerdi. Bahçede kesilmesi gereken ağaçları birlikte keser, kışa odun hazırlıklarını yaparlardı. Birlikte tavuk kümesi dahi yaptılar. Doğan bu durumda hiç şikâyetçi değildi. Çünkü dedesi ona, yapılacak işleri sevgi dolu sözlerle anlatıyor ve güle oynaya büyük bir sabır ve zevkle öğretiyor bildiklerini.
Annesi ve Babaannesi, evin işleri ve küçük kardeşleriyle meşgullerdi. Ekmek, yemek pişiriyor, çamaşır yıkıyor ve besledikleri büyükbaş hayvanların, bakımlarıyla uğraşıyorlardı. Babası ise hemen hemen tüm günlerini tarlada çalışarak geçirirdi.
Normal bir güne başlamışlardı. Herkes kendi işinin başına geçmek için hazırlanıyordu. Sabah, ailece kalkıp, Sevim’in pişirdiği sıcacık çorbayla karınlarını doyurdular. Halil tarlaya gitmek için traktöre doğru yöneldi. Direksiyona geçti, anahtarı çevirdi ama traktör bir türlü çalışmıyordu. Zaten küçük ve çok eski bir traktör. Ama işlerini görüyordu. Her ne kadar motorunu ve yağını kontrol ettiyse, uğraştıysa da çalışmıyordu bir türlü. Halil çok sinirlendi. Bir tekme attı traktörün o koca lastiğine. Doğan’a babasının yaptığı bu hareket çok komik geldi ve kahkahalarla gülmeye başladı. Hatta babasına bakıp, “Dede bak, babam traktörü tekmeliyor.” diyerek ağzını kocaman açıyor, güldükçe dökülmüş süt dişleriyle daha da komik görünüyordu. Hatta dedesine dönüp,
 “Dede, bizim traktör şimdi ağlamaya başlayacak, babam onu çok fena benzetti” diye espri dahi yapıyordu. İşin ciddiyetinin farkında değildi tabi o küçücük yüreği.
Bu duruma ne dedesinin, ne de diğerlerinin güldüğü yoktu. Oysa daha önce Doğan'ın en küçük esprisine dahi herkes kahkahalarla güler, onun neşesiyle şenlenirlerdi. Doğan, suç işlemişçesine oradan uzaklaşıp, topacıyla oynamaya koyuldu. Ali Dede, oğlu Halil’in yanına gitti.
 “Ne oldu oğul, neden çalışmaz bu meret?” diye sordu.
 “Ne olsun, baba. Çok eskidi artık. Kaç defa tamir ettirsem de yine arıza veriyor. Değiştirmek lazım ama!” dedi ve sözünün devamını getirmedi. Ali Dede çaresiz, başını öne eğdi ve geçip bir iskemleye oturdu, üzgündü. Derin düşüncelere daldı. Sultan Nine ise eli belinde kalakaldı. Dayanamadı. “Üzülme oğul, seneye şu Dana biraz daha büyüsün onu satar biraz da borç harç değiştiririz traktörü” dedi. ‘Dana satmakla olacak iş değil bu Ana diyecekti,’ diyemedi Hasan, çaresiz küreği omuzuna aldı ve yola yayan koyuldu. Giderken de Sevim’e baktı göz ucuyla. Sevim üzgündü ve kısık bir sesle “Güle güle” dedi sadece eşini uğurlarken.
 
Sevim bulaşıkları yıkmaya koyulmuş, Babaanne ise yayık yaymaya başlamıştı. Yani herkes yine günlük rutin işlerine dönmüştü. Küçük kardeşler ise, annesinin etrafında dönüp duruyorlar. Doğan’ın gözüne dedesi takıldı bir an. O yukarıya doğru kıvrılmış ak bıyıkları, dudaklarının üstüne düşmüştü, omuzlar düşmüş, gözleri ise dolu dolu. Onunla da ilgilenmiyordu. Bu duruma çok şaşırmıştı. Birkaç adım geride hiç sesini çıkarmadan, öylesine dedesini izledi. Dedesi onu görmüyordu bile. Daha fazla dayanamadı ve “Dedee” diye seslendi, ürkek bir sesle.
Ali Dede onu duyunca belli etmeden, elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Kollarını açtı, “Gel bakalım kucağıma” diye torununu yanına çağırdı, kucağına aldı ve her zamanki gibi saçlarını okşayıp yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Cebinde çıkardığı kırmızı bir şekerin kâğıdını açtı. “Aç bakalım ağzını” deyip şekeri Doğan’ın ağzına koydu. Doğan yanağını şekerle şişirmiş bir halde dedesine, “Dede hasta mısın, neren acıyor, Babam traktöre tekme attı ona mı kızdın? ” diyerek onu soru yağmuruna tuttu.
Dedesi, “Yok oğul, hasta değilim, ama birisine kızgınım. Hem de çok kızgın!”
 “Kime kızgınsın Dede? Söyle de onun kafasına sapanımla taş atayım.”
“Bulamayız onu oğul, bulamayız. İş işten geçmiş çoktan.”
Doğan bu sözlerden hiçbir şey anlamamıştı. Yine dedesinin yüzüne boş boş baktı. Ali Dede, birileriyle konuşmak dertleşmek istiyordu. Ayağa kalktı. Doğanın elinden tuttu. Ona, “Gel seninle Yeşil Tepe’ye çıkalım, orada konuşalım” dedi ve köyün ortasında o tepeye tırmandılar. En tepeye varınca durdu İsmail Dede. Bir eli Doğan’ın elinde, diğer eliyle de uçsuz bucaksız tarlaları göstererek:
“Bak oğul, şu tarlaların başındaki Çınar Ağacını görüyor musun?”
 “Taa şu uzaktaki ağaç mı Dede?”
“He oğul, o ağaç. İşte o ağaçtan bu yana, köye kadar bütün tarlalar benim dedeminmiş. Şu yandakiler de bizim komşu Hasan Emmilerinin.”
“Şimdi kimin o tarlalar Dede? Neden şimdi bizim değil”
 “Beni çok iyi dinle oğul, cehalet yüzünden, o topraklarımızı nasıl kaybettiğimizi anlatacağım sana”
“Haydi anlat dede.”
 “Bana da dedem anlatmıştı. Ben de şimdi sana anlatayım:
Uzun yıllar önce tabii. O yıllarda köyümüzde okuma yazma bilen yokmuş. Köye yabancı bir adam gelmiş ailesiyle birlikte. Adı Vasfi’ymiş! Bu köyde yaşamak istediğini söylemiş. Bazı kimseler buna karşı çıksa da, okuma yazma bildiğini duyunca, ona saygı duymuş ve kalmasına izin vermişler. Ona köyün merasında ev yeri verilmiş, onlar da evlerini yapmış ve buraya yerleşmişler. Şehirde, devlet kapısında bir işleri olsa Vasfi’ye danışır ondan yardım alırlarmış. O okuryazar ya, ne söylese inanır, ne derse onu yaparlarmış. Vasfi sık sık şehre gidip gelmeye başlamış. Zaman zaman köyün saygın ve yaşlılarına da teşbih, çakmak, sigara tabakası gibi ufak tefek hediyeler getirirmiş. Köylünün sevgisini, güvenini kazanmış. Artık Vasfi ne dese herkes onu yapmaya başlamış.
Bir seçimde Vasfi muhtar olmak istediğini söylemiş. Köylü seve seve kabul etmiş. Hem okuma yazması var, hem de köylüyü seviyor. O seçimde zaten karşısına başka aday da çıkmamış. Böylece Vasfi muhtar olmuş köyümüze. Yine köylüye iyi davranıyor, onların ne işi olsa yapıyormuş. Muhtarlık için bir sonraki seçime aylar kala, köyden tarlası çok olanlardan tarlalarının tapularını istemiş. Onlar da sorgusuz sualsiz vermişler, tarlaların tapularını. Birkaç gün sonra da bazı kâğıtlar getirmiş ve tapusunu aldığı kişilere parmak bastırmış. Köylüler ne olduğunu sorunca, “Hükümet böyle istiyor.” deyip kestirip atmış. Tabii bizimkiler okuma yazma bilmeyince, her zamanki gibi o ne dese inanır, her dediğini de yerine getirirlermiş.
Bir sabah baktıklarında Vasfi’nin evinin kapısı kapalı! Giren çıkan yok. Merakla kontrol etmişler, kapıyı açıp içeriye girmişler evin içi de boşaltılmış! Vasfi evini ve köyü terk etmiş. Hiç kimse buna bir anlam verememiş.
Arada birkaç gün geçmiş. Köylü çalışmak için tarlalarına gittiğinde, tanımadıkları bilmedikleri insanları tarlada çalışır halde görmüşler. Kendi tarlaları gibi çalışıyorlarmış. Onlara: “Ne yapıyorsunuz burada, burası bizim tarlamız, sizin ne işiniz var?” diye soru yağmuruna tutmuşlar.
Ama onlar umursamadan işlerine devam etmişler. İçlerinden bir tanesi cebinden bir kâğıt çıkarmış, “Biz bu tarlaları Vasfi’den satın aldık. Buralar artık bizim” demiş.
Bizimkiler şaşkın ve çaresiz. Hemen şehrin yolunu tutmuşlar. Doğruymuş! Vasfi, tarlaların büyük bir kısmını komşu köylere satmış. Hem de en yasal yollarla. Vasfi ise paraları alıp, kaçmış köyden. İşte böyle oğul! Dedelerimizin cahilliğinin bedelini hala bizler de ödemeye devam ediyoruz. Şimdi topraklarımız o kadar küçük ki, iyi bir traktör alacak durumumuz dahi yok.
Doğan, kendi topraklarının cahilliğinden dolayı çalındığını anlayabilmiş ve ani bir atakla dedesinin karşısına geçerek:
“Sen üzülme dedeciğim, ben okuyacağım... Çok çalışacağım ve tarlalarımızı yeniden alacağım” diye, dedesini teselli etmeye çalıştı. 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...