Cimcik Makarna/ Melek Ertan

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
Bilinmeyene karşı saldırgan bir merakla başladı serüvenimiz. Aç kurtlar gibiydik. Çok çam devirdik. Doyma merkezimiz hipofize konuşlanmamıştı. Mağaralarımızdaki yer taşlarımız da henüz dantelsiz... Önce ayakta durmaya çabaladık. Hemen sonrasından çelmelerimiz geldi başkası adı altında kendimize.

Karnımızı doyururken burnumuzu çekmeye başladık. Gözlerimize dolan görüntülerden anlam çıkarmak belki de aşkla birlikte aynı anda tenimizle buluştu. Terimizden kazıdık kokumuzu ve şişeler doldurduk. 
Suya düşen yüzümüzü tanıyamadık önce. Sonra da isim koyduk o gölgeye. Herkes “ben” dedi kendine, taşıdı bir ömür isim koyduğu hiçliğinde. Önce hızlı soluklarımızın bedene can sunduğunu sandık, sonra da hızın sadece zaman avcısı olduğunu gördük. Frene bastık ayağımız yandı, ayağımızı çektik devreler yandı. Giz peşinde çok sürüklendik. Yine de her düşüşten sonra birbirimizi yüreklendirdik. Ellerimizle kendimizi yokladığımız da çok. Her birimiz tarlamızın korkuluğuyduk. Beden sınırlarını aştığımızda bazılarımızın karnı şişti, bazılarımızın da egosu. Doğuran insan sonsuzluğa bulaştığını hissederken, diğeri bunun yoksunluğunda kendine sivri çubuklar yonttu. O da bu kutsallığa hizmet etmeli, en azından hikâyede bir yer edinmeliydi. Serüvendi bilinmeze olan tutku. Gizemli yolculukta boğulurken dip serinliğinden ay ışığına uzanan kollar ahtapottan emanetti. Hepimiz ise emanetlere hıyanet!
Dağ yolları derelerindi, orman kuytuları heybeli devlerin. Pazulu olanlar ve pazı dolması sevenler derneğinden gelenlere çıktı hep dört yapraklı yonca. “Sevdadandır” dedi anneler aldırma. Tek başına kalanlarla, tek başınalığı tercih ediyormuş gibi görünenler arasında dağlar kadar fark yoktu, Kaf Dağı vardı sadece. O da yalnızlığı marifet sayan insan evladının masallarındaydı. Gökten hiçbir zaman üç elma düşmedi. Düşer diye bekleyenler zamanla gökyüzünün uçsuz bucaksız evrene açılan bir kapı olduğunu fark etti. Kendiliğinden hepsi kapı kulluğuna terfi etti.  Sonsuz olmaya çalışırken sonsuzluktan ürken bu eciş bücüşler maskeleri keşfetti.  Maskeli diye her biri diğeri ile maskesinin arkasından alay etti. Üşümenin nimet olduğunu ateşin bulunuşu, tenlerin yanışı öğretti. Tenin gözle görünmeden de yanacağını ise yürek bir güzel dillendirdi. Sessiz haykırışlar boğdu bir zaman yeryüzünü.
Kâşifler kâşifleri öldürdü. Kan kan içinde düğümlendi. Ruhların yarımlık duygusu av sezonu kapandığında göründü kuş cennetinde. Kimse ona dokunamadı. Manyas Manyas olalı böyle bir kara delik görmedi. Kendine kapitalist olup dışına sözde sosyalist görünen bedenler ağıtlarıyla ses kirliliğine yol açtı. Yolları açık olanların hayatla derdi kalmadı hatta tapınaklarında minik hayatlar adandı.  Minik tanrı cennetine döndü ovalar. Sazlıklardan kuşlar havalandı sonra kamışlardan evler yapıldı. Acizlikler kapı ile kapatıldı. Saklanan mutsuzluklar kırmızı rujlu neşe ile süslendi. Kendi mutsuzluklarından çoğaldılar ve yine her seferinde mutsuzluklarına gömüldüler. Cenazelerine karnaval eşliğinde yürüyen tek nefesliler onlardı. Tüm çıkmazlar şatafatla kamufle edildi. Yapay gülücükler suratlara çivilendi. ‘’Heeyy, siz ne yapıyorsunuz? Yoksunluğunuza odun taşıyorsunuz!’’ diyen herkes yaşama alanlarından uzaklaştırıldı. Tüm aynalar kırıldı.
Önce toplaşmaya sonra da dağılmaya çalıştık. Yine toplandık. Yine dağıldık. Hep kalabalık her zaman yalnızdık. Bilinmeyen her şeyin oyuncağıydık. Manukyanımız kimdi bilemedik. Senetlerimize sadık sefil kölelerdik. Kimi zamana, kimi kendine, kimi hiçliğine yumuldu. Telaşlı kalabalık hezeyanlarından kaçmak kimsenin aklına gelmedi. Eskiden beri yalnızlık lanetli bir kehanetti. Çıktı birkaç laf dinlemez. İtti masa üzerindeki kalabalıkları. Çıplak zemine önce ellerini koydu, evire çevire baktı; sonra da düşlerini savurdu ve gülümsedi. Tüm sevinçlerini ve sakladığı acılarını zar gibi salladı. Tek başınalığın değil de hiç başınalığın yüreklere dert olduğunu gördü. “Tamam,” dedi o an: ‘’Önce kendimle barışmalıyım!’’
“Milat” diye biri bir şey uydurdu öncesi ve sonrası olan. 2000 yıldır hiçbir akıllı bu taşı kuyudan çıkaramadı. Kararan, aydınlanan dünya düzenine “gün” dediler o da yetmedi hepsini etiketlediler. Saydılar ömürler boyu. Bir gün, iki yıl, üç mevsim, güç hayat. Deliler gibi zaman gömleği geçirdiler hayallerimize, düş yazılım cihazlarına. Koşturmaktan sadece ayakkabılarımız değil ruhlarımız da aşındı. Tamamlanmanın olmazsa olmaz kuralı oysaki bazen durmaktı. Geçen her anın hüznü ile kendimizi jiletledik. Bir de sanki arabeskten nefret eden biz değildik.
Dere hep aktı. Dağ dağlığını yaptı. Kararsız baryon tipli varlıklar oraya buraya çarptı. Savrulurken fazlalıkları attık, bazen de feci çuvalladık.
İnsan ömrü ana rahmine düşmeyle mi, yoksa ana rahminden düşmeyle mi başlar bilinmez. Çok irdelenmesi günahtır, bilmediğin şeye inanıyorsan sevap. Günahları ile sevilen insan ayağını sürüyerek geçti bir kıtadan diğer kıtaya. Oysa eskiden buralar hep pangeaydı. Ne gerek vardı da bölündük? Bölünerek kendi yalnızlığımıza sürüldük.
Şimdilerde pek bir akıllanmış görünüyoruz. Gizliden gizliye birbirimizi süzüyoruz. Ab-ı hayat, ‘’aaa bu hayat’’a evrildi. Ölümsüzlük düşkünüydük, çark ettik. Ölememekten korkar haldeyiz. Başlangıç ve sonuç cümlemizin ‘’ben kimim?’’ sorusu olduğunu gördük. Gören gözlerimizi umutlarımızla gömdük. Savrulmamızın tanımı her dilde aynı kapıya çıktı. Kapıların hepsi döner kapıydı.
Serüven mi bayım? Serüven koca bir yalan Âdem ve Havva’dan kalan. Biz kocaman bir denklemin sadece soru işaretiyiz, bunu da böyle bilmeliyiz…
 

Kategori: 

Yorumlar

Yıldız Karagöz kullanıcısının resmi

 
Çok öğretici, aynı zamanda düşündüren bir öykü. Yazarın kalemine sağlık. Altı çizilecek bir değil bir çok cümle vardı. Ama ben sadece bir kaç tanesini buraya eklemek istedim.
 
''Beden sınırlarını aştığımızda bazılarımızın karnı şişti, bazılarımızın da egosu.’’, ‘’ Tek başınalığın değil de hiç başınalığın yüreklere dert olduğunu gördü.’’, ‘’“Milat” diye biri bir şey uydurdu öncesi ve sonrası olan. 2000 yıldır hiçbir akıllı bu taşı kuyudan çıkaramadı. Kararan, aydınlanan dünya düzenine “gün” dediler o da yetmedi hepsini etiketlediler. Saydılar ömürler boyu. Bir gün, iki yıl, üç mevsim, güç hayat. Deliler gibi zaman gömleği geçirdiler hayallerimize, düş yazılım cihazlarına.’’, ‘’İnsan ömrü ana rahmine düşmeyle mi, yoksa ana rahminden düşmeyle mi başlar bilinmez. Çok irdelenmesi günahtır, bilmediğin şeye inanıyorsan sevap.’’ Yazara başarılar diliyorum. Yıldız Karagöz.

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi

Yıldız Hanım yorumunuz için önce teşekkür ederim, geç gördüğüm için de özür dilerim. İğne deliğinde yuva yapmış umutlarımız var. Kanayan yüreklere inat bereket yağdıran gökyüzü var. Yaşam kendine hasret. Sevgiler... Melek ERTAN

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...