Egemen Klikler arası Hesaplaşma veya 15 Temmuz’un Şeceresi

Temel Demirer kullanıcısının resmi
I. AYRIM VEYA OLGUSAL ÇERÇEVE: 15 TEMMUZ 2016 NEYDİ?

I.1) OLAN(’IN HİKÂYESİ) NE?
 
I.2) SORULAR, SORUNLAR
 
I.3) KİMİ SAPTAMALAR
 
I.4) 15 TEMMUZ BAĞLAMI
 
I.5) “HİZMET” (GÜLEN) HAREKETİ
 
I.6) ABD FAKTÖRÜ
 
II. AYRIM VEYA POLİTİK ÇERÇEVE:
DARBE GİRİŞİMİ
 
II.1) DARBE SONRASI DURUM
 
II.2) ERDOĞAN (AKP) HAYRANLIĞI
 
II.3) ORTAKLIK(LARI)
 
II.4) VE OHAL…
 
II.5) OLAĞAN(LAŞTIRILAN) HÂLLER
 
III. AYRIM VEYA TEORİK ÇERÇEVE:
“DEMOKRASİ Mİ” DEDİNİZ?!
 
III.1) KÜRESEL OTORİTERLEŞME
 
III.2) TOTALİTERLEŞME
 
IV. AYRIM VEYA OLANAKLAR VE OLASILIKLAR:
MİLLİ MUTABAKAT
 
IV.1) OLASILIKLAR, İSTİKAMET, SONUÇLAR
 
IV.2) MİLLİ MUTABAKAT = YENİKAPI FARSI
 
V. AYRIM VEYA SONUÇ YERİNE:
TAVIR
 
EGEMEN KLİKLER ARASI HESAPLAŞMA VEYA 15 TEMMUZ’UN ŞECERESİ[*]
 
TEMEL DEMİRER
 
“Materyalist tarih yorumu
öğretici bir kılavuzdur;
her şeyin kalıbı,
kaldıracı değildir.”[1]
 
Egemen blokta klikler arası hesaplaşma veya ötesi berisiyle 15 Temmuz 2016 darbe girişimine dair söylenecek her söz, yapılacak her tespit eksik kalmaya mahkûmdur. Çünkü bir akşam müphemlikle malûl darbe görüntüleriyle yüz yüze bırakılan coğrafyamızda, 36 yılın ardından yeni bir askeri kalkışmanın net fotoğrafı henüz ortaya çıkmadı; iktidar bu konuda gönülsüz davrandığı çıkacak gibi de durmuyor.
İsmet Berkan’ın ifadesiyle, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeniden kurulurken,”[2] istisnasız hepimiz ezberlerimizi bozmalı, kalıpları kırmaya başlamalıyız.
Tarihe basiretsiz ve başarısız bir darbe girişimi olarak geçecek soru işaretleriyle bezeli hâli, bir twit şöyle özetlemiş: “Darbeyse berbat, tiyatroysa daha beter berbat”!
Darbe girişimi, gerçek olmayacak kadar amatör, “tiyatro” olamayacak kadar da “profesyonel”di.
Darbeyi ‘kim/kimler planladı, azmettirdi, yaptı, yapamadı’ meselesi hâlen büyük ölçüde gizemini koruyor, izleyip göreceğiz. Tüm olanların aydınlatılması kuşkusuz çok önemli, ama çok kısa vadede imkânsız gibi görünüyor.
Ne olduğu ancak uzun vadede ortaya çıkabilecektir; bunun için de öncelikle temiz bilgiye ihtiyacımız var; gereksiz analizlere ve komplo teorilerine değil.
Kolay mı? Az bilen, çok ama boş konuşanların senaryolarına konu olan darbe girişimiyle 12 Eylül 1980 kılıcı kınından 36 yıl sonra tekrar çıkmışken; ‘The Guardian’da, “Darbe girişimi sonrası Türkiye’yi kanlı günlerin beklediği” ifade edildi.
Aynı konuda Robert Fisk de demişti ki, “Bu darbe bir sonraki darbeye kadar ertelendi.”[3]
15 Temmuz cuma akşam saat 9 civarında, ya da biraz daha önce başladığı giderek ortaya çıkan darbe harekâtının hâlen karanlık kalan birçok noktası var. Bunların bir kısmı zaman içinde aydınlanacak, bir kısmı ise yıllar boyunca farklı senaryoların, yorumların, bir vesileyle ortaya çıkan yeni her bilginin ışığında tartışılmaya devam edecek.
Dünyanın en karanlık darbe girişimidir. Her yanı sırla dolu, soru işareti ile dolu.
Darbe nasıl yapılmaz bunun en güzel örneği oldu.
Herkesin kafası allak bullak, darbeyi kim yaptı, kim karşı, kim neye karşı? Hep kafalar karışık.
“Darbe” girişimi inanılmaz zayıf, güçsüz, koordinasyondan ve ciddiyetten uzaktı.
Yıllar sonra da bu darbeyi kimin yapmak istediği, kimlerin desteklediği tartışılacaktır.
Girişim olarak kalıp, öldürmeyen darbenin güçlendirdiği AKP için “Kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz” olarak formüle edilmesi gereken darbe girşimi, ortadaki “şey”i kontrol edemedi, “plan”larda olmayanlar yaşandı.
Ne oldu da darbeyi gerçekleştiremediler? İki şey çok etkili oldu: ilki Tayyip’in istihbarat aldığını öğrenmeleri ve darbeyi “prime time”a çekmeleri ve bundan dolayı bocalamaları... Öyle görünüyor ki, yarım saatte tüm siyasileri içeri alıp kritik kurumları ele geçirip işi bitirmeyi planlamışlardı. İkincisi ise halk desteğini bulamamaları ve darbeci ittifakın bilinemeyen bir sebeple çökmesi…
Darbe girişimi nihayetinde, belki bir mizansendi, belki devletin bazı odak noktaları bu kalkışmadan haberdardı. Ancak iktidara halk nezdinde puan sağlama potansiyeli yüzünden -çaresiz kalanlar, kurtarıcı bekler ya!- göz yumulurken; herkese Carl Schmitt’in, “Egemen, olağanüstü hâle karar verendir”; Walter Benjamin’in, “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız olağanüstü hâl, istisna değil kuraldır”; Antonio Gramsci’nin, “Ben kayıtsızlardan nefret ederim. Yaşamak taraf olmaktır!”; Mao Zedoung’un, “Gök kubbede kaos var; demek ki işler yolunda,” uyarılarını anımsatan verili tablonun dahası da var. Göreceğiz, olaylar, olacaklar bitmedi.
At izi it izine karışırken; al birini (Erdoğan) vur ötekine (Fethullah); nihayetinde siyasal İslâmın her versiyonu “aynı”.
Camilerden çağrı ile sokağa dökülen halk, “demokrasi için”(?) tekbirlerle kafa kesti, bu nasıl bir tezattır?
Nabi Yağcı’nın, “Darbeyle ilgili yorumlar ne olursa olsun tankların önüne çıkan, kurşunların üstüne tekrar tekrar giden, geri çekilmeyen, direnen halk için övgüden başka söylenecek hiçbir şey olamaz,”[4] türünden tekerlemelerine veya İbrahim Karagül’ün, “Türkiye tarihinin en büyük içeriden işgal girişimi şimdilik durdurulmuştur. 15 Temmuz, darbe girişimine karşı kitlesel bir tepkinin adı değil, bir işgal harekâtına karşı milli direnişin adıdır. Yeni Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç tarihidir. Bu direniş sadece Erdoğan’ı yok etmeye çalışanları değil, sadece iç iktidar yapısını değiştirmeyi amaçlayanları değil, doğrudan Türkiye’ye karşı savaş başlatanları engellemiştir,”[5] diyen hamasi hezeyanlarını bir kenara bırakırsak; hepimize, “Darbe girişimine karşı darbe, coğrafyamızın Reichstag’ı mı olacak?”[6] dedirten olgu/ olay karşısındaki tutum, “Ücretli kölelikten ve Kürt kanından beslenen egemen klikler arasındaki tepişmenin düzenine de darbesine de hayır! Yaşasın eşitlik, yaşasın kardeşlik, yaşasın özgürlük!”[7] tutumundan başkası olamazdı.
 
I. AYRIM: OLGUSAL ÇERÇEVE15 TEMMUZ 2016 NEYDİ?
 
15 Temmuz 2016, AKP ve cemaat yani  klikler arası paylaşımın yol açtığı tepişmenin devreye soktuğu girişimdir. Egemen iktidar bloğunun klikler arası paylaşımı/ tepişmesiyle karakterize olmaktadır.
Egemen kesimler arasında kıran kırana iktidar kavgalarıyla yol alan Türk(iye) kapitalizmi, özellikle 2011’den sonra, Erdoğan ve AKP’nin içeride ve dışarıda gütmeye başladığı siyasetin beslediği derin çelişki ve çatışmaların patlamasıyla karşı karşıyadır. 15 Temmuz gecesi gerçekleşen başarısız askeri darbe girişimi, burjuva devletteki yarılmanın derinliğini göstermiştir. Şimdilik güç üstünlüğünü eline geçiren Erdoğan ve AKP, olağanüstü hâl ilan ederek ve tabanını sokakta tutarak hızla darbecileri tasfiye etmeye ve bu arada devlet içinde veya dışında tüm muhalif kesimleri sindirmeye girişmiştir. Özetle, başarısız darbe girişimini fırsata çeviren iktidar, Erdoğan’ın tek adama dayalı yönetimi altında, başta ordu ve yargı olmak üzere tüm devlet yapısını hallaç pamuğu gibi atarak, devleti ve rejimi yeniden yapılandırmaya girişmiştir. Erdoğan liderliğinde tırmandırılan gidişatın bir sonucu olarak zaten büyük ölçüde devre dışı kalmış olan Meclis, olağanüstü hâlle birlikte bir kabuğa dönüşmektedir. Darbe ve karşı-darbe biçiminde kendisini ifade eden burjuva iktidar savaşı, emperyalistler arası güç mücadelesinin de etkisiyle, önümüzdeki dönemde siyasal ve dolayısıyla toplumsal kriz ve çatışmaları azdıracak, yeni darbeleri tetikleyecek bir dinamiğe sahiptir. Dolayısıyla şu anda burjuva devlete ve burjuva siyasete hâkim olan şey, tümüyle kaos ve belirsizliktir.
Erdoğan sürekli kitleleri sokağa çağırarak ve onları meydanda tutarak, devleti yeniden şekillendirme çabasını bir kitle desteği eşliğinde meşrulaştırmaktadır. Darbe karşıtlığı adı altında bir taraftan AKP+MHP+BBP tabanı meydanlara çağrılırken ve bu çağrı belli ölçüde karşılık bulurken, öte taraftan lümpen ve faşist bir azınlık sabahlara kadar sokaklarda dolaştırılmakta, korna, mehter marşı ve tekbirler eşliğinde terör estirilmekte, muhalif kesimler başta olmak üzere tüm toplum baskı altına alınmaktadır.
15 Temmuz darbesi başarısız kalmış olmasına rağmen, hızla AKP’nin “Reichstag Yangını”na dönüşmüştür. Hitler’in bir iç darbeyle parlamentoda iktidarı ele geçirdiği Almanya’da mutlak yetkilerle donanmak, tüm muhalefeti ezerek toplumu kontrol altına almak isteyen Naziler, parlamento binasını (Reichstag) yaktırmış ve suçu komünistlere atarak bunu büyük faşist saldırının gerekçesi olarak kullanmışlardı. Toplum terörize edilerek Hitler’e olağanüstü yetkiler verilmişti. Elbette 15 Temmuz’u gerçekleştiren AKP ve Erdoğan değildir. Ancak Erdoğan’ın eline geçirdiği fırsat, Hitler’in 1933’te eline geçirdiği fırsatın aynısıdır. Nitekim olağanüstü hâl ilan edilmesi de bu gerçeği gözler önüne sermektedir.
Yani neresinden bakarsak bakalım, darbe girişimiyle içine girdiğimiz olağanüstü dönem, yeni kriz ve çatışmaları beraberinde getirecek gibi görünüyor. Erdoğan’ın tüm muhalif kesimleri baskı altına alma ve devletin tepesine mutlak bir güç olarak oturma yönündeki hamleleri kaçınılmaz olarak yeni krizleri doğuracaktır.
Yeni kriz ve kaoslara gebe bu sürecin temel belirleyenlerinden biri de, hiç kuşkusuz uluslararası güç ilişkileri, yani emperyalist güçlerin Türkiye üzerinde tutuşacakları kavga olacaktır. Türkiye ile ABD arasındaki çelişki ve çatışmalar her geçen gün artmaktadır. ABD’nin Gülen’i teslim etmemesi, meseleyi zamana yayma yönünde tutum alması çelişkileri daha da artıracaktır.[8]
15 Temmuz nihayetinde, Fethullah’çıların kamikaze dalışıydı; sonuç itibariyle Tayyip’e kıyak oldu olmasına da; sonuç ortada: T“C” dönülmez akşamın ufkundadır. Çünkü egemen iktidar bloğu parçalanması yanında, birbiriyle çatışma sürecine girmiştir. Bu durumu rejim açısından, restorasyonun ötesinde, yeni bir sermaye yapılanması olarak nitelemek yerinde olur.
Coğrafyamızdaki kaosa derinleşirken anımsatmadan geçmeyelim: 15 Temmuz yönetim kademelerinde dalbudak sarmış dinsel bir cemaate dahil bir grup askerin ayaklanması durumudur. Klasik askeri darbe girişimi falan değildir. Gerçek bir askeri darbe bütün ülke genelinde olur, ordu ikiye bölünmez. Gerçek bir askeri darbede sabah uyandığında sokağında tank görürsün. Suçsuzluğunu kanıtlamak için çırpınan, boğazları kesilen acemi erleri değil![9]
Darbeler tarihine bakıldığında herhâlde en tuhaf darbe girişimi. Her hâliyle despotik iktidara yaradı. Esas olarak özgürlükler mücadelesine ve halklara zarar verdi. Acaba kontrollü girişim miydi diye de insan düşünmeden edemiyor hani. En tepedeki bu girişim için “Allahın bir lütfû” diyerek boşuna memnuniyetini dile getirmiyor.
Cemil Gündoğan’ın da, “Bu kalkışma her durumda egemenler arası bir kapışma olarak tanımlanabilir,”[10] diye betimlediği girişim ile darbe yapmaya kalkışanlar neden “bir gece aniden ve herkes uyurken” kuralına uymadılar ve “amatörce” davrandılar sorusu karşısında şöyle bir tahmini dillendirebiliriz:
Ya o akşamın sabahı kendilerine karşı darbe yapılacağını, yani tutuklanacaklarını öğrendiler ya da kendilerinin sabah yapacakları darbe gündüz deşifre oldu ve bunu öğrendiler ya da deşifre oldukları bilgisi kendilerine sızdırıldı. Darbe planı sabaha karşı ortamına göre yapılmış olduğu hâlde erken harekete geçmek zorunda kaldıkları için amatörce görünen hareketler yaptılar.
Kaldı ki Ahmet Şık, istihbarat kaynaklarına dayanarak verdiği bilgilerde; Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki Gülen Cemaati kadrolarına yönelen soruşturmalarla ilgili 16 Temmuz sabahının erken saatlerinde operasyonların ilk dalgasının yapılmasına karar verildiğini bildirmiştir.
Bu kapsamda İzmir askeri casusluk davası kumpas soruşturmasının savcısı Okan Bato’nun şüpheli listesinde bulunan komuta kademesindeki birçok rütbeli askeri yetkiliyi kapsayan gözaltı kararı verilmiştir. Savcı Bato’nun, 2016’nın Ağustos’unda toplanacak olan yüksek Askerî Şûra’dan önce operasyonların başlatılması önerisi Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da onaylanmıştı.
Bununla birlikte gözaltı kararları ve yapılacak operasyonlarla ilgili Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı’na bilgi verilerek onay alınmıştır. Bu karar göre 16 Temmuz 2016 tarihinde sabah 04:00’da operasyonlar başlayacaktı.
Aralarında darbeye kalkışanların da bulunduğu, haklarında gözaltı kararı verilen tüm askerler teknik takip altındaydı. 15 Temmuz 2016 günü gündüz saatlerinde teknik izleme yapan MİT, olağan dışı bir hareketlilik gözlemlendiğini rapor etmiş, fakat bu hareketliliğin ne olduğunun anlaşılamadığı ifade edilmiştir.
15 Temmuz gecesi ise darbe girişimi ortaya çıkmıştır. Ahmet Şık’a göre; başlangıçta “darbeci” olarak anılan ve soruşturma listesinde bulunan 1. Ordu komutanı orgeneral Ümit Dündar’dan karşıt açıklama gelmesi darbeci askerlerin ellerini zayıflatmıştır.
Verili tabloda Fethullah’çılar ağır darbe alsa da, sahneden çekilmiş değiller; tehdit devam ediyor.
Çünkü 15 Temmuz darbe girişimi ordu içinde ve dışında yeterli destek ve güce ulaşamadığı için bastırıldı. Olması gerekenden erken ve eksik hazırlıklarla başlatılan bu darbe girişimi, çılgınca hamlelerle ilerleyerek sonunda kanlı bir macera hâlini almış ve çökmüştür. Onlarca generalin de içinde yer aldığı bu darbe girişimi, hükümetin yansıtmak istediğinin aksine sadece Fethullahçı güçlerden oluşmamaktadır. Belli ki ordunun AKP muhalifi geniş bir kesimi biraraya gelmiştir ve bu darbe girişiminde ABD’nin parmağı olduğu da söylenmektedir. Ayrıca ordunun geri kalanı da saatler boyunca bekle gör tutumunu izlemiştir. Darbeci birliklere karşı diğer birlikler harekete geçirilmediği gibi ordu komutanları uzun bir süre hiçbir açıklama yapmamışlardır. Bu tür açıklamalar süreç tersine dönünce gelmiştir.
Türkiye özellikle son yıllarda devlet baskısı ve şiddetinin olağanüstü ölçüde tırmandırıldığı bir süreçten geçiyor. Bu süreçte artan otoriterleşme eğilimi gitgide faşizan renkler almaktadır. Demokratik hak ve özgürlüklerin her geçen gün kısıtlanıp kuşa çevrildiği bu süreç, beri yandan da Türkiye’yi sarıp sarmalayan çelişkileri dört bir yandan keskinleştiriyor ve ekonomik, sosyal, siyasal, diplomatik, askeri tüm dengeleri, sistemin denge araçlarını da tahrip ediyordu.
Gitgide otoriterleşen AKP iktidarının izlediği politikaların bir yönü, devleti tek parti devleti hâline getirme girişimiyken; bu durum devlet içindeki gerilim ve tepişmeyi de arttırmıştır. Yaşanan darbe girişimi bir yönüyle de bu tepişmenin doruk noktası olmuştur. Bu tepişme zararsız bir tepişme olmayıp halkın sırtında gerçekleşmektedir. İşçi-emekçi kitleler bu süreçte daha da köleleştirilmiş, demokratik ve sosyal haklarından daha da kaybetmiştir. Bu darbe girişiminin bastırılmasıyla, tek parti devletine giden yolda bir kilometre taşı daha geçilmiştir denebilir. Zira Erdoğan bu darbe girişimini de bahane ederek, zaten yürütmekte olduğu devlet içi tasfiyelerinin yeni bir dalgasını şimdiden başlatmıştır. Erdoğan bunu başkanlık yolunda yeni bir fırsata çevirmek isteyecektir.[11]
Bu tabloda 15 Temmuz 2016’nın ortaya koyduğu gerçek, AKP’yi devirebilecek tek gücün halk olduğunu göstermesidir… AKP/saray rejimi, Türkiye’yi son hızla uçuruma sürüklemeye devam ederken; bu gerçek, unutulmayıp/ unutturulmamalıdır. Bir kez daha vurgulayalım: Darbe girişimine zemin hazırlayan, bizatihi AKP/saray rejimidir.
Darbe girişiminin planlayıcıları ve yürütücüleri her kim olursa olsun, bu girişimin de sorumlusu AKP/saray rejimi’dir, ülkemizi başkanlık adı altında bir diktatörlüğe sürükleyen Erdoğan’dır. Darbe girişimiyle AKP/saray rejiminin kendisini daha da kuvvetlendirerek devlet ve silahlı kuvvetler üzerindeki hâkimiyetini artırmıştır. “Darbe karşıtlığı” söylemi üzerinden yürütülecek ve asıl olarak Erdoğan’ın başkanlık hedefine güç taşımak üzere dizayn edilen süreçte, iktidar tarafından estirilmeye çalışılan “demokrasi şöleni” yalanı deşifre edilmelidir.
AKP yönetimi altında demokrasiden söz etmenin dahi mümkün olmadığı coğrafyamızda, yaşanan darbe girişimi ve bunun iktidar tarafından savuşturulması, başka açılardan da dikkatle çözümlenmesi gereken sonuçlar yaratmıştır.
Darbe girişimi, başarısız olmasının yanı sıra, AKP/saray rejimine kendisini tahkim etmek için de eşsiz bir fırsat sunmuştur. Bu andan itibaren iktidar sadece darbecilere değil, toplumsal muhalefetin tüm unsurlarına karşı daha saldırgan ve hukuksuz davranmaya koyuldu. Öte yandan, darbe girişiminin bastırılmasında da gözlendiği gibi, AKP/saray rejiminin yıllardır biriktirdiği güç küçümsenmemelidir. Polis teşkilâtının operasyonları, camilerden yapılan çağrıların koordine niteliği, hükümetin hızlıca toparlanabilmesi gibi örnekler, AKP iktidarının kendisini tehdit edecek muhtemel bir halk hareketine de nasıl yanıt verebileceğini göstermiştir. Buna ek olarak ve daha önemlisi, aynı örnekler, AKP/saray rejiminin kendine yönelik tehdit algılamalarında, hangi güçleri ne tür yollarla kullanacağının da işareti olmuştur.
La Edrî’nin, “Gotinê mirovan ên pêşîyê na, şixulê wan ên dawîyê binêhêrî/ İnsanların ilk söylediklerine değil, son yaptıklarına bakacaksın,” sözü eşliğinde yaşananların en acı boyutu ise, sosyalist hareketinin bir bütün olarak sergilediği edilgen/ çaresizlik hâlidir.
 
I.1) OLAN(’IN HİKÂYESİ) NE?
 
Olan, AKP ile Gülen Cemaati arasındaki bir hesaplaşmadır; oyun içinde oyundur; T.“C” devletinin en karanlık olaylarından biridir.
“Testes muti/ Dilsiz şahitler” eşliğinde olan(lar) ile gündemdeki oturan kavga; işçi, emekçi ve mazlum halklarımız ile burjuvazi arasında değil; burjuvazinin farklı klikleri arasındadır.
Aralarında acımasız bir kavgaya tutuşan Fethullahçı çete ile AKP iki üç yıl öncesine dek sıkı bir ittifak içindeydiler, suç ortağı idiler; devlet mekanizmasının zirvesinde ve içinde çöreklenmiş, biribirine hiç güvenmeyen ama biribirine muhtaç soygun çeteleriydiler. Öküz ölüp de ortaklık bozulunca amansız bir kavgaya tutuştular.
“Neyin, neden, nasıl olduğu” zamanla görülecekken; olanlar darbe girişiminden çok bir marketing kampanyasını andırmaktadır. Fiyaskoyla sonuçlanan Gülen müdahalesi AKP propagandasına dönüştürüldü.
Sadece ama sadece AKP’ye yarayan girişim, “asgari darbe!” bile olmasa; köklü değişikliklerin miladıydı. Erdoğan show’a müthiş imkânlar sundu; her şey Gülen Cemaati’ne havale ve ciro edilip, yine ve yeniden mağdur edebiyatına sarıldı: Darbe girişimi başarısız olsun, mağdur ol, oy topla, “seçim yap”, başkan ol: İnişe geçen AKP’ye hayat öpücüğü oldu; bunun ekmeğini yıllarca yiyecekler.
Tekbir ile yürüyen gruplar, camilerden okunan selâlar eşliğinde; kalkışma girişimi de, RTE’nin el koymasına; yani AKP ve Tayyip’in gövde gösterisine dönüştü.[12]
Aydın Engin’in ifadesiyle, “Darbe gecesi tankların önüne kimler çıktı? Bu yalın sorunun cevabını elbette biliyoruz. Ama bilmek yetmiyor, sorgulamak, irdelemek, hatta hesaplaşmak gerekiyor. Darbenin “darbe olduğu” bile tam belli değilken, ne akla hizmetse “darbeciler” Boğaziçi Köprüsü’nü tutup yine ne akla hizmetse tek yönünü ulaşıma kapatmışken Çengelköy tepelerinden, Kısıklı’dan, Nakkaştepe’den, Libadiye’den, Çamlıca’dan, Kirazlıtepe’den kopup gelen -galiba- hepsi AKP seçmeni ya da militanı olan yurttaşlar tankların önüne çıktı.”[13]
“Allahu Ekber” ve RTE sloganlarıyla betimlenen itiraz çerçevesinde “Darbeye hayır” dediler; “RTE’yi getirdiler”. Evet başkanlık yakın.
İşte “yeni Türkiye”!
Bir korku imparatorluğu yaratılıyorken; genel tabloya bakınca, emniyet ve MİT’in darbe girişiminden önceden haberdar olduğu ve bu olayı kontrollü olarak takip ederek fazla büyümeden bastırdığı düşünülebilir.
Türkiye’de seküler muhalefetin işi bundan sonra bayağı zordur. AKP iktidarı ve Erdoğan rejiminin konsolidasyonu devreye sokulmuştur.
Tam da bunun için “Artık Avrupa’nın veya ABD’nin ‘Erdoğan’ı alaşağı edeceğini’ zanneden son liberal dahi, bunun bir ilüzyon olduğunu görmüş olması gerekiyor.”[14]
Toparlarsak 15 Temmuz’da olanların girişi, gelişmesi bir hayli müphem olsa da, sonuç bayağı açık ve nettir.
Devlette kan değişimi harekâtıyla iyice hız kazandı. Çıkan oyuncu: Fethullah Gülen sempatizanları dahil tüm muhaliflerdir. Giren oyuncu: Erdoğan biatçılarıdır.
Platon’un, “Xapandina herî mezin ew e ku mirov, xwe dixapîne/ Kandırmanın en büyüğü insanın kendisini kandırmasıdır,” uyarısının altını çizerek soralım: “İyi de Gülen Cemaati nedir, nasıldır, kimin bilgi ve ilgisi dahilindedir?”
Evet Gülen Cemaati ülkenin sinir uçlarına sızarak güçlenmiş bir örgüttür. Cemaat CIA beslemesidir. 15 Temmuz 2016 tarihinde darbe gerçekleştirmek istemiştir.
Sayıca yetersiz olduklarından rütbelerini kullanarak diğer birliklerdeki askerleri de darbeye alet etmek istemişler. Cemaatçiler RTE muhalifi diğer grupların da darbeye katılacağı varsayımı ile hareket etmiş sonrasında çok pis satışa gelmişlerdir.
Ağustos Şurası’nda ordudan atılacak olan cemaatçiler kamikaze operasyonu yapmışlardır.
Darbe daha başlar başlamaz durdurulabilir, hatta başlamadan bu askerler içeri alınabilirdi. Nitekim darbeden sonra hazırlanan listelerle devletin darbecilere karşı hazırlık içinde olduğu görüldü.
Darbe girişiminden AKP’nin, genelkurmay’ın ve MİT’in günün erken saatlerinde haberi vardır. Dahası tüm Türkiye’de organize olup selâ okuyan imamlara emir darbe günü öğle sonu gitti. Genelkurmay saat 16:00 da MİT’in kendilerini darbeye karşı uyardığını açıkladı.
Madem darbe var ve Genelkurmay’a istihbarat gitti. Kuvvet komutanlarının düğünde işleri neydi?
Darbe yapılırken yandaş kanallar yayındaydı da Halk TV niye kapatıldı?[15]
AKP başlar başlamaz bastırdığı darbeden halka pay çıkarmak, tabanı konsolide etmek için halkı sokaklara çağırdı. Sokağa çıkanlar kendilerinin demokrasi kahramanı gibi gördü. Darbeyi durdurmanın(!) gururunu yaşadılar. RTE’ye biatleri pekişti.
Darbe girişimini sonuç olarak RTE’nin ekmeğine (Reichstag Yangını gibi) yağ sürmüştür. RTE başkanlık için popülerliğini artırmış, tabanını konsolide etmiştir.
RTE bu saatten sonra “FETÖ”cü diyerek dilediğini içeri atacak güce erişmiştir. Delilsiz tutuklamalar, hak-hukuk ihlâlleri, yargının ayaklar altına alınması ileri dönemde artarak devam edecektir.
Darbe girişiminden sonra RTE halkı birleştirmek ve herkesin cumhurbaşkanı olmak yerine “topçu kışlasını isteseler de istemeseler de yapacağız” diyerek “sırada geziciler var” mesajı vermesi, darbeden sonra AKP’nin daha cüretkâr ve daha ceberrut olacağının aynı zamanda düşmansız yapamadığının işaretidir.
 
I.2) SORULAR, SORUNLAR
 
15 Temmuz sorularla, sorunlarla yüklüdür; bunun için de müphemdir. Darbe girişiminde kafaları kurcalayan pek çok soru(n) orta yerdedir. Çok şeyin “Cin Ali”lik olması muhtemel olan darbe girişimi bir yönüyle kara mizahtır.
Mesela “Neden köprüden başladın?”… “Neden köprülerin tek yönünü kapattın? O da nedir?”… “Birkaç kişiyle TRT ve Doğan Medya grubu operasyonlarını neden bu kadar saat arayla yaptın?”… “Marmaris’te otel baskınında neden bu kadar geç kaldın?”… “F-16’lar uçarken Cumhurbaşkanlığı uçağı nasıl İstanbul’a inebildi?”
Böyle darbe mi olur? Bu fillerin savaşıdır; çimenlerin vay hâline!
Ayrıca kimsenin “es” geçemeyeceği üzere Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın durumu da şaibelidir.
Herkesin bilebileceği üzere iki üç tank ve uçakla darbe olmaz. Mağduriyet olur, köklü değişimlere kapı açılır. Ama kesinlikle darbe böyle ol(a)mazken; “Bu AKP patentli bir mağduriyet projesi olabilir mi?” sorusu yanıta muhtaçtır.
Her yönü ile çok “enteresan”, sosyologların da detaylı araştırması ve incelemesi gereken vaka bir darbe mi, yoksa parodi miydi?
İşte kafalarda pek çok soru bırakan kimi “acaiplik”ler: Olaylar sırasında MİT hâlâ aktif miydi? İlk iş olarak darbeciler neden yöneticileri ele geçirmediler? İlk andan itibaren canlı yayın yapılabilen kanallar neyin nesiydi?
Hatırlatayım: Bu darbe girişiminin kime ne getirdiğine, kimden ne götürdüğüne bakarak darbenin genetik kodlarını çözebiliriz.[16]
Alın size 15 Temmuz darbe girişimindeki tutarsızlıklardan kimileri…
Darbe dediğin siyasilere yapılır köprüye yapılmaz. Önceki darbelerden hatırlayın siyasi parti liderleri, valiler, kaymakamlardan biri bile içeri alınmadı! Tüm AKP’liler kanal kanal dolaşıp canlı yayında halkı sokaklara çağırdı?
Darbe dediğin sabaha karşı yapılır. Neden prime time’da akşam 10’da canlı yayında yapıldı?
Darbe yapanlar tüm iletişime el koyar. Bu tek radyolu-TV’li dönemde kolaydı. Her bombadan sonra sosyal medya yayınını sekteye uğratan AKP’den de mi bir şey öğrenmediler?
Madem Boğaz Köprüsü tutulacaktı neden sadece bir yönü tutuldu?
Camiler ne ara bu kadar organize oldu?
RTE darbe öncesi son birkaç gün nerelerdeydi?
Darbeden bir gün sonra binlerce asker, yargı mensubu, polis vs içeri alındı. Demek ki listeler hazırdı? Darbeden 1 gün sonra 2745 hâkim darbeye karıştıkları suçlaması ile gözaltına alınmış. Bir günde nasıl tespit edildi bu?
Neden gariban 20 yaşındaki askerler kameralar önünde kemerle dövüldü? Neden askerler soyuldu, postallar altında ezildi? Ve bu medyaya servis edildi? Neden ordu bu kadar ezdirildi?
Neden Gazi Mahallesine ateş açıldı? Malatya’da vs. Alevî mahallerine saldırı haberleri geldi? Neden polisin darbeci askeri sorgularken “Karını ve 3 aylık kızını s…yim mi ha?” dediği medyaya servis edildi? Neden meşru bir darbe önlendiyse haklı bir konumdayken bu aşırı uygulamalarda haksız konuma geçildi?
AKP’li siyasiler tarafından takip edilen fotoğraf ve siyaset mahlaslı twitter kullanıcısının (@foto-siyaset) 10 Temmuz tarihinden itibaren attığı twitlere bakıldığında: “i) Reise yakın ordu kurulacağı; ii) Kurban temizliği zamanı olduğu; iii) Paralel’in temizlendiği ve sıranın TSK içindeki ayyaş, başörtüsü düşmanı, namaz düşmanı, Kemalistler, laiklik yanlıları, gezici, solcu vs. Varsa sıranın onlarda olduğu” belirtilmişti. Bu hesabı kim yönetiyordu?
Kimilerinin “sır” zannettikleri darbe hazırlıkları, devletin avucunun içindeydi.
Cemaat’in Hava Kuvvetleri imamı olduğu öne sürülen Adil Öksüz’ün serbest bırakılmasının dikkatle izlenmesi gereken vahim bir olay olduğuna dikkat çeken CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Adil Öksüz’e daha yukarılardan bir koruma olduğunu üç aşağı beş yukarı hepimiz biliyoruz,”[17] açıklamasının altını çizerek ekleyelim: Devlet darbe günü, TSK ve MİT’te, yapay bir hareketlilik organize etti.
Basit bir dedikodu yaydılar.
Bu sızıntı, darbecilerin komuta merkezinde paniğe neden oldu.
Devlet amacına ulaşmıştı.
03.00’da yapılması planlanan darbe erkene alındı.
En kritik hamle buydu.
Artık arkası gelirdi.
Cumhurbaşkanı’nın güvenliği sağlanmıştı.
Otele gelen suikast timini imha edecek, havalandığında uçağı koruyacak güçler hazırdı.
Sürecin kaderini değiştirecek tek parola “enişte” idi.
Yeri ve kimliği belirsiz, bütün şüphelerden uzak bir ses “enişte” koduyla, cumhurbaşkanı’nı dinlemeye takılması asla mümkün olmayan bir numaradan aradı.[18]
 

MİT NE YAPTI? DARBE İSTİHBARATINI ALAMADI MI? MİT UYUDU MU?[19]

“MİT ne yaptı? Darbe istihbaratını alamadı mı? MİT uyudu mu? Bu soruların peşine düştüm. İstihbarat kaynaklarından edindiğim bilgiler 15 Temmuz gecesinden bu yana darbe girişimiyle ilgili bilinenleri tersine çevirecek durumda. İşte dakika dakika yaşananlar:
MİT, 15 Temmuz Cuma günü saat 16.00’da darbe istihbaratını alıyor.
16.30- MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar’ı TSK’daki darbe girişiminden haberdar ediyor.
17.30- MİT Müsteşar yardımcısı Genelkurmay karargâhına giderek Genelkurmay 2. Başkanı Org. Yaşar Güler’e darbe planı hakkında bilgi veriyor.
18.00- Konunun önemine binaen MİT Müsteşarı Hakan Fidan Genelkurmay Başkanlığı’na gidiyor. Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar, Kara Kuvvetleri komutanı Org. Salih Zeki Çolak, Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Yaşar Güler ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay karargâhında, darbeyi önlemek için alınacak tedbirleri belirlemek üzere gizli bir toplantı yapıyorlar.
18.30- Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar imzasıyla, kuvvetlere şu talimatlar gönderiliyor: 1- Tüm ülke hava sahası uçuşlara kapatılmıştır. 2- Askeri uçuklar hiçbir şekilde havalanmayacaktır. 3- Birlik hareketlilikleri yasaklanmıştır. 4- Tank hareketliliği yasaklanmıştır.
Yine darbeyi önleme kapsamında Genelkurmay Başkanı, “darbenin sıklet merkezi olan Kara Havacılık Okulu’ndaki faaliyetleri denetlemek üzere” Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Salih Zeki Çolak’ı görevlendiriyor.
Peki bu talimatlara rağmen darbe niye önlenmiyor: TSK’da yapılan araştırmada, darbe hazırlığı yapan Paralel cunta elemanları bu talimatların birliklere iletilmesini engelliyorlar.
Dahası, darbenin deşifre olduğunu görerek, gece 03.00’te başlayacak olan darbeyi öne çekip, 21.00’de başlatıyorlar. Darbe 22.00’de değil, 21.00’de başlıyor. Çünkü Saat 21.00’de Genelkurmay Başkanı, İkinci Başkan ve Kara Kuvvetleri Komutanı darbeciler tarafından enterne ediliyor. Darbe hakkında istihbarat alınmasına ve toplantılar yapılmasına rağmen darbe önlenemiyor ve Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları derdest edilebiliyorsa çok vahim bir durum var demektir.

 

ERDOĞAN VE GENELKURMAY BAŞKANLIĞI’NIN AÇIKLAMALARI,
KAFALARI KARIŞTIRDI[20]

“15 Temmuz darbe girişiminde bir çok ‘karanlık’ nokta henüz aydınlatılamazken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, eniştesinden 16.00-16.30 gibi haber aldığını, Başbakan Binali Yıldırım ise ‘eş-dost, yakın korumalardan’ öğrendiklerini açıklaması başta ‘istihbarat’ olmak üzere devlet birimlerindeki zaafiyeti de ortaya koydu.[21]
Genelkurmay Başkanlığı’nın MİT’ten saat 16.00’da karargâha bilgi geldiği açıklaması dikkate alındığında o saatlerde MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı’na yönelik herhangi bir saldırı ya da tehdit yok. Bu durum, ‘MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı, Erdoğan’ın telefonlarına çıkmadı mı ya da Erdoğan’ın iki isim ile telefonla görüşmesi engellendi mi?’ sorularını akla getiriyor. Erdoğan, ‘Başbakanımızla iletişim kurma gayretine girdik. Sıkıntılı da olsa iletişim kurabildik’ demesine karşın, Başbakan Binali Yıldırım’ın siyasi parti liderlerine verdiği bilgiye göre, saat 21.00’den sonra darbeden haberder olduğu anlaşılıyor. Erdoğan, saat 16.00 gibi eniştesiyle konuştuktan sonra MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı’nı arayıp ulaşamamasına karşın Yıldırım’ı hemen arayıp aramadığı gizemini koruyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanlığı’nın darbe girişiminin yapıldığı 15 Temmuz gecesi neler olduğuna ilişkin açıklamaları, basına bu konuda yansıyan bilgiler, darbe gecesi yaşananları aydınlatmak bir yana kafaların daha da karışmasına neden oldu. Açıklamalara göre çelişki doğuran ve karanlıkta kalan noktalar şöyle:
MİT’e ihbar saat 13.00’te gitti: AKP yöneticilerinin verdiği bilgiye göre, MİT’e ilk darbe hazırlığı yapıldığına ilişkin ihbar 15 Temmuz günü saat 13.00’te yapılıyor. Bir AKP yöneticisi, bu durumu ‘Saat 13.00 sularında MİT’e rütbeli bir subay gelmiş ve ‘Herkese görevler verildi, bu gece yarısından sonra bir şey yapacaklar’ bilgisini vermiş. MİT bunun doğruluğunu soruşturup, emin olduktan sonra önce Müsteşar Yardımcısı Genelkurmay’a gidiyor. Onun ardından da MİT Müsteşarı gidiyor. Fidan’ın ayrılmasından sonra Genelkurmay Başkanı derdest ediliyor’
Erdoğan neden kimseye ulaşamıyor?: Genelkurmay Başkanlığı açıklamasında, saat 16.00 sularında MİT tarafından verilen bilginin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay 2. Başkanı’nın katılımıyla değerlendirildiği belirtiliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, Reuters’a yaptığı açıklamada, ‘Saat 4-4.30 civarında eniştemden bir telefon aldım, bu telefonda ‘İstanbul’da bazı sıkıntılar var. Beylerbeyi Sarayı’nın orada askerler tarafından yollar kesiliyor. Araçlara köprüye geçit vermiyorlar’. Bu haberi alınca doğrusu inanmadım da. Ve ben MİT Müsteşarımızı aradım, ulaşamadım. Genelkurmay Başkanımızı aradım, ulaşamadım’ ifadesini kullanıyor. Oysa o saatlerde Genelkurmay Başkanı Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a herhangi bir tehdit ya da saldırı olmaması nedeniyle iletişim kurulmasında herhangi bir engel yok. Bu durum, ‘Akar ve Fidan, Cumhurbaşkanı’nın telefonlarına çıkmadı mı?’ sorusunu akıllara getiriyor.
Erdoğan’ın, yine Reuters’a yaptığı açıklama, Akar ve Fidan’a ulaşamadığını söyledikten sonraki ‘Çünkü telefonlarına cevap veremiyorlardı’ tümcesi dikkat çekiyor. Akar’ın saat 21.30’dan sonra rehin alındığı, MİT Müsteşarlığı’na da saat 23.00 sularında ateş açıldığı dikkate alındığında bu süreye kadar Erdoğan’ın neden iki isme ulaşamadığı sorusu yanıtsız kalıyor. Acaba ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Akar ve Fidan’a ulaşması engellendi mi?’ sorusu akıllara geliyor.
Erdoğan ile Yıldırım ne zaman görüştü?: Erdoğan, ‘Başbakanımızla iletişim kurma gayretinde olduk. Sıkıntılı da olsa irtibat kurduk’ ifadesini kullandı. Başbakan Binali Yıldırım, siyasi parti liderlerine verdiği bilgiye göre, saat 21.00’den sonra darbe girişimden haberdar olduğu anlaşılıyor. Saat 16.00 sularında eniştesiyle konuşan, ardından Akar ve Fidan’ı arayan, ancak ulaşamayan Erdoğan’ın en az 5 saatlik süre zarfında nasıl Başbakan ile iletişim kuramadığı sorusunun yanıtı da gizemini koruyor.
Fidan neden Cumhurbaşkanı’nı aramadı?: Erdoğan, El Cezire’ye yaptığı açıklamada, ‘Bana eniştem söyledi ama başta inanmak istemedim. Sonrasında istihbarat teşkilâtı ve farklı kaynaklardan doğrulandıktan sonra orada ben ve Enerji Bakanı gerekli adımları atarak Dalaman’a hareket ettik’ dedi. Erdoğan’ın, önce ulaşamadığı MİT Müsteşarı ile ne zaman görüştüğü henüz bilinmiyor.”

 
Evet, “Darbe girişiminin ardından o gece neler olup bittiğini öğrenebilmemiz için yeterli süre. Ama günler sonra da cevapsız sorular var ve AKP iktidarı soruları cevapsız bırakmayı yeğliyor…
Bildiğiniz sorular elbet. Ama hepimizin soruları bilmesi ve cevapları bilmemesi durumun ciddiyetini ve sorunun yakıcılığını ortadan kaldırmıyor.
Kısa bir özet: MİT’e ve Genelkurmay’a, bir kalkışma olduğu, bazı askeri birliklerde olağandışı bir hareketlilik gözlendiği bilgisi bir iddiaya göre saat 14.00’te, bir başkasına göre 16.00’da ulaşıyor.
Bu bilgilere rağmen:
• Darbe girişiminden saat 14.00 sularında haberdar kılınan Genelkurmay Karargâhı’ndan, uçakların, helikopterlerin kaldırılmaması, zırhlı araçların kışladan çıkarılmaması talimatı veriliyor. Dinleyen olmuyor ve… Ve bazı kuvvet komutanları ve kimi üst rütbeli subaylar akşama düğüne gidiyorlar. Kimileri orada derdest ediliyorlar.
• Genelkurmay Başkanı ile İkinci Başkan darbeciler tarafından makamlarında derdest ediliyor; ite kaka darbenin ana karargâhı olduğu söylenen Akıncılar Üssü’ne götürülüyorlar.
• Başbakan karayoluyla İstanbul’dan Ankara’ya gitmeye çabalıyor. Darbecilere esir düşerim kaygısı ile Kastamonu’nun bir ilçesinde kaymakamın evinde saklanıyor.
• Cumhurbaşkanı bizlerle alay edercesine ‘Darbe girişimini eniştemden öğrendim’ diyor. Darbe girişimi istihbaratı devlete ulaştığından itibaren sekiz (ya da altı) saat geçmesine rağmen haber enişteden alınıyorsa sorumlular darbenin içinde, hatta göbeğinde yer almışlar demektir.
• Darbecilerden kurtarılan Genelkurmay Başkanı makamına dönerken yanında yer alan generalin de darbecilerden biri olduğu anlaşılıyor. Yani kimin elinin kimin cebinde olduğu anlaşılamıyor.
• Bütün bu bilinmezler ortada iken o gece Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı habersiz bırakanlardan tutun da düğüne giden ya da ilçe kaymakamının evine sığınan siyasetçiler, o altı (ya da dört) saat boyunca nerede, ne yaptıkları bilinmeyen ve bugüne dek açıklanmayan üniformalı, üniformasız yüksek bürokratlar hâlen görevlerinin başında.”[22]
• “Ayrıca ‘Darbenin bastırılmasında’, CIA’yı ‘atlatarak’, ‘darbeyi en elverişsiz anda ve saatte başlatan’ çift taraflı ajan Adil Öksüz, en büyük rolü oynamıştır.”[23]
Nihayet, enteresan değil mi?
Başarısız darbe girişiminin ardından, Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerde ulaşım ücretsizdi…
Başarısız darbe girişiminden beri TÜRK TELEKOM internetteki adil kullanım kotasını kaldırdı…
Başarısız darbe girişiminden beri AKP desteğiyle bir CHP, dahası bir demokrasi ve cumhuriyet mitingi gerçekleştirildi; Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı manifesto, ATV ve A-HABER’de bile yayınlandı…
Başarısız darbe girişiminden beri Erdoğan, meclisteki parti liderlerini teşekkür etmek üzere Kaç-AK Saray’a çağırdı; Kılıçdaroğlu da bu davete katıldı.
Başarısız darbe girişiminden beri insanlar sokaklara akın etti, eğlendi, kutladı; “Bona facile mutan tur in pejus/ İyiliği kötülüğe çevirmek kolaydır” saptamasının altını çizerek soralım: Bu size Roma’daki “ekmek ve sirk günleri”ni anımsatmıyor mu?
 
I.3) KİMİ SAPTAMALAR
 
“Acaip”likleriyle malûl tarihin en dandik darbe girişiminin ardından, tüm memlekette AKP şov başladı. (Kolay mı? Naziler’in devreye sokulması için Alman parlamentosunun (Reichstag Yangını) kundaklanması gerekiyordu!)
Gülen Cemaati tarafından darbe planlandı. Ancak olay önceden hükümet tarafından öğrenildi. Tedbirler alındı. Olayı büyük ustalıkla yönetilip, manipüle edildi.
Türkiye’nin Reichstag Yangını olarak tarihe geçecektir. RTE’nin popülaritesini ve otoritesini artırması, muhalefeti iyice bastırmasından başka bir şeye yaramadı. Sonucu itibariyle AKP darbesinin önünü açan 15 Temmuz ile yüksek bütçeli bir başkanlık darbesi izledik. (Bu gidişle “başkanlık” değil, “halifelik” gelecektir!)
Bu durumda 15 Temmuz’un kazananı belli, kaybedenin hesabını yapabilecek olan var mı?
Diyanet İşleri Başkanlığı, camiler aracılığı ile T.“C” tarihi boyunca hiç olmadığı kadar siyasi olarak etkinken; camilerden ezanlarla selâlar ile meydanlara çağrılan kalabalığın “Ya Allah Bismillah” nidalarıyla yürüdüğü, ülkedeki güç dengesinin artık net bir şekilde AKP’nin elinde olduğu açıktır. AKP destekçisi değilseniz, artık sizin için bu ülkede, şu anki hâlinizle hayatınızı devam ettirme şansınız yoktur.
“Yeni” durum darbe kadar tehlikelidir; kimse “AKP demokrasi savaşı veriyor” edebiyatı yapmasın; değişik bir sürecin içine girmiş durumdayız; Erdoğan’ın ülkenin kontrolünü tamamen ele alıp bir tür “Führer” olmasını sağlayacak sürece girdik.
Örneğin Oğuz Haksever isimli NTV sunucusunun, haber vermekten çok, olaylardan muhalefeti sorumlu tutacak biçimde, “Neredesin muhalefet?” diye haykırdığı TV ekranlarında; Bop Hope’un, “Propaganda hunerek wisa ye ku dema mirov pê lê lingê yekî din dike jî dibêje ‘ahhh’/ Propaganda öyle bir sanattır ki insan başkasının ayağına basarken ‘ah’ der,” diye betimlediği yaygaralar öne çıkarken; “Günlerdir meydanlarda adeta bir ‘emir-komuta’ zinciri çerçevesinde tutulan kitleleri darbeye karşı ‘demokrasi’ nişanesi olarak takdim edenler insanın aklına hep Ghassan Salamé tarafından derlenmiş önemli bir kitabın şu müthiş başlığı geliyor: ‘Demokratlarsız Demokrasi?’[24]
Aslında dinamik mi dinamik, ama aynı ölçüde de nerelere savrulacağı belirsiz kitleselliklerine başkaları ne ad koyarsa koysun, onu oluşturanların kendi yükledikleri anlam, gayet açık şekilde ağızlarından dökülen şu sloganda karşılığını buluyor: ‘İşte ordu, işte komutan!..’
Böyle bir kitleselliğin demokratik ruha sahip olduğunu söylemek imkânsızdır. Bu kitleselliğin sahip olduğu ruhun adı başkadır ve arife tarif gerekmez.
Karşılarındaki karizmatik şahsiyeti ‘Komutan’, yahut ‘Emir’ül-Müminin’, kendilerini de ‘Ordu’, yahut ‘Emir’in Müminleri’ sayan, böylesi bir ruh hâli içindeki topluluğun darbeye karşı olmasından söz etmek mümkün müdür, evet mümkündür.”[25]
Tamam darbe girişimi “püskürtüldü”(!); ancak demokrasi gelmedi, gelmeyecekken; karşımızdaki ikinci (Erdoğan) darbe ya da ne olduğu belirsiz el koyma girişimidir.
Johann Wolfgang Von Goethe’nin, “Çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar,” saptamasındaki üzere verili durumun sorumlusu da elbette AKP’dir; büyük bir prodüksiyondur; en iyi kurgu dalında Oscar’lıktır; başarısız bir darbe girişimi değil, başarılı bir iç savaş provasıdır.
15 Temmuz’dan (ve sonrasından) söz ederken üç olaydan bahsedilmelidir: i) Reichstagsbrand (Reichstag Yangını); ii) Nacht der langen messer (Uzun Bıçaklar Gecesi); iii) Kristallnacht (Kristal Gece) ve de darbe girişimi süreci AKP’nin başkanlığa giden yolu açmak için tetiklediği düşünülmelidir!
Yaşananlar bize bir kez daha şu gerçeği hatırlatmıştır: AKP Türkiye’sinde gerici uygulamalar hız kazanacak, baskı artacak ve katliamlar sürecek, yağma ve hırsızlık devam edecektir. (AKP’yi devirecek tek güç olan halkın bir alternatifi yoktur.)
Özetle 15 Temmuz gecesi ne olduysa sorumlusu -nihai kertede- AKP’dir. Bu ortamı ve koşulları yaratan AKP iktidarı ve elbette onu destekleyen kapitalistlerdir.
Ancak esas sorumlunun AKP olması darbe girişiminin bir müsamere, bir oyun olduğu anlamına gelmez.
Devlet ve silahlı kuvvetlerin içindeki farklı grupların arasında varlığı uzun zamandır bilinen gerilim ve çekişme bugün silahlı bir çatışmaya dönüşmüştür. Gerilim gerçek, ama bu taraflardan herhangi birisinin halkın çıkarlarını temsil ettiği iddiası yalandır.
Dolayısıyla AKP iktidarına karşı askeri darbeyle çözüm aramak nasıl büyük bir yanlışsa, darbeye karşı hangi nedenle olursa olsun, hangi söylem kullanılırsa kullanılsın AKP iktidarına destek vermek de aynı ölçüde yanlıştır.
Erdoğan ve AKP, kendileri tertip etmese de bu darbe girişimi ortamında kendisine verilen desteği kullanarak meşruiyetini artırmaya yönelmiştir.
“Gerçekler devrimcidir sözünü hatırlatarak 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı sonuçları bu pencereden değerlendirmenin gerekli olduğunun altını çizelim.
• 15 Temmuz darbe girişimi siyasal İslâmcı iki gerici odağın kanlı bir biçimde hesaplaşması olarak tezahür etmiştir. Erdoğan liderliğindeki AKP hükümetine karşı Fethullah Gülen liderliğindeki cemaat örgütlenmesinin iktidar mücadelesi silahların çekilmesi sonucunu yaratmıştır.
• Bu iki siyasal İslâmcı gerici odağın kanlı iktidar savaşında, diğer sistem partileri de, sistem dışı siyasi güçler de edilgin birer aktör hâline dönüşmüşlerdir. Evet CHP, MHP, HDP darbeye karşı çıkmışlardır ama, sonuçta CHP ve MHP Erdoğan’ın darbe girişiminin bastırılmasından sonra OHAL’le birlikte aldığı bütün kararların sınırı içinde hareket ediyor.
• Bu iki gerici siyasi odağın iktidar mücadelesinin kişisel ihtiras kavgasından ibaret olduğunu sanmak son derece yanıltıcıdır. Bu kavga, Ortadoğu coğrafyasındaki siyasal gelişmelerle doğrudan bağlantılı olup uluslararası faktörün rol aldığı bir süreci işaret etmektedir. ‘Arap Baharıyla’ birlikte Ortadoğu’da siyasi çatışmalar giderek dini ve etnik boyut kazandı. Erdoğan-AKP iktidarının ‘Yeni Osmanlıcılık’ teziyle bölgede Sünnî bir eksen yaratarak hegemonik güç olma hayallerinin ABD dış politikasıyla Suriye, Mısır ve Libya’da olduğu gibi çelişkiye düşmesi ABD ve müttefiklerinin Erdoğan-AKP iktidarıyla gerilimini son derece artırmış, Erdoğan gözden düşmüş veya çıkarılmıştır.
• Erdoğan-AKP iktidarının bölgede kendi boyunu aşan muhteris hamleleri karşısında, soğuk savaş sırasında Komünizmle Mücadele Derneklerinde yetişen ve yılların örgütlenmesiyle devletin bütün kurumlarına ve orduya sızmış olan Fethullah Gülen hareketinin artık sırasının geldiğini 15 Temmuz’da görmüş olduk. ABD’de üslenen bu cemaatin ABD dış politikasının bir aracı olduğu herkesin bildiği bir sırdır. Kuşkusuz Fethullah Gülen hareketinin yoluna taş döşeyenin ABD’den ibaret olduğunu söylemek yeterli değildir. İç politikada da sistem dışı sol hareketlerin önünü kesmek için bütün iktidar olan partiler de cehenneme giden yola taş döşemekte birbirleriyle yarışmışlardır. Bu yarışta ipi en önde göğüsleyenin de Erdoğan-AKP iktidarı dönemi olduğu kendi itiraflarıyla aşikârdır.
• Darbe girişiminin akim kalmasıyla birlikte Türkiye’de siyasi sistem çözülme sürecine girmiş bulunuyor. Bu çözülme sürecinin hangi istikamete doğru yol alacağı bütün siyasi aktörlerin izleyecekleri politikaların yaratacağı sonuçlarla şekillenecek. Darbe girişimiyle birlikte yaygınlaşan ‘Birlik ve beraberlik’ nutuklarının gerçeklikle örtüştüğünü sanmak naifliğin hayal dünyasına savrulmaya yol açacak. Aynı yakın geçmişe kadar AKP’nin demokrasiyi inşa edeceğine inanıp destekleyenlerin uğradığı hayal kırıklığı gibi.
• Erdoğan’ın yaşanan bu süreci otoriterleşmeyi derinleştirerek Başkanlık rejimine OHAL kararnameleriyle basamak yapmak istediği Genelkurmayı ve MİT’i Cumhurbaşkanlığı’na bağlamak istemesinde apaçık ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Başkanlık rejimi hedefi bu koşullarda bir süre ertelense de ilk fırsatta yine ortaya konacak. Nitekim, bu konuda (MHP’nin de yol vermesiyle) yeniden masaya konuldu.
• Erdoğan partisinin iktidarı sürdürmesinin toplumu kimlik aidiyetleri üzerinden kutuplaştırarak mümkün olduğunu görüyor. Bu doğrultuda Türk-Kürt çatışmasını körüklüyor, Alevî inanca sahip olanları dışlıyor, kentli laik kesim üzerinde dinci baskıyı artırıyor. Bu yaptıklarıyla da seçimlerde iktidar olması için yeterli oy desteğini sunan Sünnî-Türk seçmenini konsolide ediyor. İktidarı kaybetmenin kendisi için ağır bedelleri olacağını bilen Erdoğan’ın bu yöntemi terk edip uzlaşmacı bir yöne evrileceği beklentisine kapılmak iyimserlikten ibaret. Şimdi yalnızlaşan Erdoğan’ın AKP binasına Bayrak ve Atatürk posterleri asmış olması, Ergenekon’dan yargılanan subayları önemli mevkilere ataması taktik manevraya olan ihtiyacından kaynaklanıyor.
• Türkiye siyasetinin temel belirleyici faktörünün yakın geçmişten beri kimlik aidiyetleri olduğu gerçeği her seçim sonuçlarında su yüzüne çıkıyor. Türkiye etnik ve dini yarılmanın derinleştiği bir süreci yaşıyor. Sünnî-Türk’ün kentli laik ve Alevî’yle yarılması ve etnik olarak Türk-Kürt yarılması sırasıyla AKP, CHP ve HDP’de cisimleşiyor.
• Şimdi çeşitli kalemlerce Türkiye’de varolan sosyo-politik kimlik yarılmalarının bir iç savaşın yolunu açtığı dile getiriliyor. Aslında Kürt şehirlerinin bombalarla uğratıldığı yıkım zaten bunun bölgede vuku bulduğunu gözler önüne serdi. Ama işaret edilenin bununla sınırlı olmadığı laik-dinci çatışmasının da kapısının aralanmış olduğu açıktır.”[26]
 
I.4) 15 TEMMUZ BAĞLAMI
 
Buraya kadar değindiklerimiz kapsamında 15 Temmuz’un çerçevesi çizilirken; i) Darbe girişimi, kimin çıkarlarına hizmet etti? ii) Darbe girişimini kim yaptı, nasıl yaptı, nasıl gelişti? sorularının sorulması “olmazsa olmaz”dır.
15 Temmuz darbe girişimiyle, birbirinden farklı dünya görüşüne sahip odakları değil, aynı sınıfsal temel ve ideolojik yapıya sahip iki, hatta daha fazla devlet hizbini karşı karşıya getirmiştir. Yıllarca birlikte hareket eden bu hiziplerin birbirinden bütünüyle ayrıştırılması nasıl mümkün değilse, iki tarafın birbirinin hamle ve planlarından bütünüyle habersiz olması da mümkün değildir.
Darbeye giden süreç bir “iktidar” kavgasıdır.
Darbe girişimi, arkasındaki güçler, kullandığı yöntemler, ideolojik temelleri itibariyle hiçbir biçimde halk yararına bir özellik taşımamaktadır.
Darbenin bastırılmasının da halk açısından bir “zafer” ya da AKP’nin peşine takılıp “demokrasi şöleni” olarak sunulması anlamsızdır.
Her durumda Türkiye’de sermaye egemenliğinde çok boyutlu ve kısa erimde aşılamayacak bir kriz, hatta dağılma hâli vardır. Bu dağılma hâlinin kendisi değil, emekçi halkın örgütsüzlüğü ve siyasal ağırlığını koyamaması tehlikelidir.
AKP ve gerici tehdit hiçbir biçimde küçümsenmemelidir.
Ve nihayet bugüne kadar ki “Darbeler İslâmcılara karşı yapıldı lafı safsatadır. İslâmcılar darbecilerden razıdır.
Çünkü darbeciler, din adamı yetiştiren imam hatip okullarının sayısını çoğaltmış, Diyanet’in bütçesini artırmış, din dersini zorunlu kılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin lideri Kenan Evren kürsülere elinde Kur’an’la çıkmış, Türk-İslâm sentezini resmi ideoloji hâline getirmiş; sol’un s’sinin bile yasak olduğu dönemlerde, İslâmcı örgütlenme ve propagandaya büyük bir serbesti ve teşvik getirilmiştir.
Erbakan’ın Milli Görüş Hareketi ile rekabet içinde olan Fethullah Gülen Hareketi de yine aynı süreçte Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden başlayarak NATO-Kontrgerilla ilişkilerinin içinde, TSK tarafından kullanılan bir Siyasal İslâmcı hareket olarak yükselişe geçmiş, 12 Eylül 1980 darbesini ‘Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz’sözleriyle karşılamış, darbe lideri Evren’i de cennetlik ilan etmiştir: ‘Evren Paşa, seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahirette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir.’
Bu öyküyü değiştiren şey 28 Şubat 1997 post-modern darbesidir.[27] 1996 seçiminde birinci parti olarak seçilen Refah Partisi’nin büyük ortağı olduğu Refah-Yol (RP-DYP) koalisyon hükümeti, ABD emperyalizminin ve yerli büyük burjuvazinin (TÜSİAD) çıkarlarına aykırı bir yolda ilerlerken, laikliğe aykırı hareketleri gerekçe gösterilerek post-modern bir askeri müdahaleye maruz kalmıştır. TSK yönetime el koymamıştır ancak Erbakan’ı yönetimden çekilmek zorunda bırakmıştır. Ardından Tayyip Erdoğan’ın 4 ay hapis yatması ve bir süre sonra geçerliliğini yitirecek siyaset yasakları konması ile sonuçlanan davalar açılmıştır. 28 Şubat sürecinde Erdoğan’ın başına gelenler, daha sonra Erdoğan iktidarı döneminde muhalefetin maruz kaldığı baskıların yanında devede kulak bile değildir.
28 Şubat sürecinin ardından ABD’nin ve yerli büyük burjuvazinin beklentileri ile uyumlu bir İslâmcı parti (AKP) açığa çıkana kadar, Erbakan liderliğindeki partiler kapatma davalarıyla yola getirilmeye çalışılmıştır. Erbakan liderliğindeki gelenekçi klik engellenmiş, Erdoğan’ın başını çektiği neo-liberal-İslâmcı kliğin önü açılmıştır. Nihayet, Erdoğan’ın grubu İslâmcı hareketin önemli bir kütlesini Erbakan’dan kopartıp merkez-sağ ile birleştirerek 2001’de AKP’yi kurmuştur. İslâmcıların askeri darbeler karşısındaki bütün mağduriyet öyküsü budur. Bu mağduriyet öyküsü, neo-liberal-İslâmcı bir parti olarak AKP’nin tek başına iktidara taşınması ile tamamlanmaktadır.”[28]
 
I.5) “HİZMET” (GÜLEN) HAREKETİ
 
Bir Süryanî atasözündeki, “Çav li cihê bilind be ser li nizmayîyan dikeve/ Gözü yüksekte olanın başı alçaklara çarpar,” gerçeğini -bir kez daha- kanıtlayan “Hizmet” (Gülen) Hareketi, AKP’nin (CIA ile) yetiştirdiği, büyüttüğü ve yerleştirdiği örgüttür.
AKP’liler, Cemaat’in sırtında oturdular koltuğa, Gülen’in dualarıyla yürüdüler iktidarın kalbine. Ne olduysalar onun sayesinde olduklarını her zaman söylediler. Aynı kaba tükürüp, aynı menfaatlerde buluşuyorlardı. Öküz öldü bir gün, ortaklık bozuldu. 17 Aralık’lar,[29] Fuat Avni’ler geldi. Hukuk “guguk oldu”, polis devleti olduk çıktık. Bunlar kuvvetlendikçe kuvvetlendi. Sonraları paralel oldu sırtında gezdikleri... Matematik, “Bir kere kesişen doğru asla paralel olmaz” demez miydi?[30]
“İyi de Fethullah Gülen hareketinin aslı astarı nedir” mi?
ABD emperyalizmi “soğuk savaş” döneminde “komünizm tehlikesi”ne karşı Türkiye gibi pek çok ülkede genel olarak dini akımları/hareketleri kullanmış, ayrıca bazı özel türde tarikat veya cemaat yapılanmalarını da bilhassa desteklemiş, hatta onlarla “derin” ilişkiler kurmuştur. Küçük yaştan itibaren din eğitimi almaya başlayan ve genç yaşlarından itibaren de imamlık yapan Gülen’in hikâyesinin başlangıcını da, “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin kuruluşuna dayandırmak yanlış olmaz. Komünizmle Mücadele Derneğinin Erzurum şubesinin kurucularından olan Gülen, sonraki yıllarda da bu derneğin yayılması ve sosyalist hareketle mücadelesinde aktif rol almıştır. ABD’nin ve CIA’nın kontr-gerilla faaliyetleriyle içlidışlı olan bu dernekte yürüttüğü çalışmaların, Gülen’in ilerde ABD-CIA’yla kuracağı ilişkide özel bir yeri olduğu açıktır. Daha sonraları ABD’yle arasını yapacak olan Kasım Gülek’le bu süreçte tanışmıştır. Hatta konunun araştırmacılarına ve bizzat Gülen’in yakınlarında bulunup sonradan ayrılan bazı üst düzey tarikat mensuplarına göre, Gülen hareketinin örgütlenmesini bu yıllardan başlayarak bizzat MİT içindeki CIA’ya “bağlı” bir ekip yönlendirmiştir.[31]
“TSK’ya tüm sevgi ve saygısına rağmen 28 Şubat 1997 darbesinden sonra ABD’ye gitmek zorunda kalan Fethullah Gülen, Türk-İslâm Sentezi’nin son büyük temsilcisi oldu. ‘Benim tasavvurumda bizler milli köklerimizin yeni sürgünleriyiz’ diyen Fethullah Gülen, ‘millet’ kelimesinin önüne ‘Türk’ kelimesini koymaktan çoğu kez kaçındı ama Türk kültürünün köklerinin bulunduğu Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri (onun deyişiyle) ‘Türkî dünyalar’ söz konusu olduğunda perhizi bozdu. ‘Kana ve ırka dayalı’ gruplaşmaların millet için tehlikeli ve dış kaynaklı olduğunu söyleyen, ırk meselesinin gelecekte önemsiz olacağına inanan Gülen, yeri geldiğinde ‘safkan 10 milyon Türk’, ‘özbeöz saf Türk’ demekten kaçınmadı. Çünkü Gülen düşüncesinde Türklük, İslâm ve Müslümanlığın kimliksel ve etnik yanını tamamlama işlevini yerine getiriyordu.
Gülen’e göre ilk bakışta ‘Türkiye Müslümanlığı’ gibi bir kavram, İslâm’ın evrenselliğiyle çelişir gibi görülebilirdi ancak ‘İslâmiyet’in tarih içinde şekillenen sosyolojik bir realite olarak Türklerin İslâmiyet’e (içeriğine ve yayılmasına) yaptıkları katkılar göz ardı’ edilemezdi. Ona göre Türklerin Müslümanlığı benimsemesinden sonra zaten ‘nezih’ olan kültürlerini İslâm’ın evrensel ilke ve değerleriyle bir üst düzeye çıkarmalarının sonucu ortaya ‘Türkiye Müslümanlığı’ çıkmıştı.”[32]
ABD destekli ılımlı Türkiye Müslümanlığı/ İslâmcılığıyla “Cemaat” denince akla gelen Gülen Hareketi, cemaat olmanın da ötesine geçmiş bir oluşumdu. Bir dönem Gülen’in söylediği rivayet edilen “Cemaattik, ‘Cemiyet’ olduk” sözü de bu minval üzere değerlendirilebilirdi.
Gülencilik bu noktaya hem ulusal hem de küresel zeminde aldığı sıra dışı destekle geldi. Ne istediyse kendisine verilerek geldi. Bu ülkede siyasete soyunan AKP ile el-ele, kol-kola, sarmaş-dolaş, öpüş-kokuş “paralel” yürüyerek geldi.[33]
“2002 yılında AKP, devleti Cemaat’e anahtar teslimi vermişti. Bu ne demek? Ne yaparsan yap demek. Onlar da yapacağını yaptı.”[34]
Hatırlayın: “Zaman gazetesi, Taraf gazetesiyle birlikte, AKP rejimi kurulurken “değişim”, “darbe tehlikesi” gibi söylemlerle tüm muhalefete karşı harekete geçirilen sınır tanımaz bir simgesel şiddetin en etkili üreticilerinden biriydi. Ürettiği söylem, liberal entelijansiyanın demokrasi fantezilerini, siyasal İslâmın hegemonya inşa sürecini yedeğine alıyor, araçsallaştırıyordu.”[35]
Gülen Türkiye’de bir “muhafazakâr”ın normal ideolojisine sahip biriydi. Bileşiminde en fazla ağır basan öğe dindi, İslâm’dı; ama aynı zamanda milliyetçiydi. Ziya Gökalp’in “üçlü kimlik” şemasının çağdaş şekli: Müslümanım, Türküm, Batı’dan bilgi almaya da açığım.
Ama olayın yalnız “ideoloji” olmadığı, ciddi bir siyasî boyutunun olduğu da belliydi. “Sızma” hikâyesinin başka bir açıklaması olamazdı. Gülen, ülkede kendi inandığı İslâm’ı egemen kılmak için bu yöntemde karar kılmıştı. Hareketin “elitist” (“eğitim”i öne çıkaran) karakterinin zemini de buradaydı. Kadrolarının (çeşitli alanlarda) belirli bir “know-how”a hâkim olmaları isteniyordu.
En şiddetli mücadele de hemen tahmin edileceği üzere Silâhlı Kuvvetler’de cereyan ediyordu. Kurum kendini böyle sızmalara karşı korumakta herkesten daha uyanık ve kararlı, aynı zamanda daha iyi donanımlıydı.
Yani, sonuç olarak “Fethullahçılar” üstü örtülü bir yöntemle “çalışmaya çalışıyorlardı.” Ama bu genellik düzeyinden bakınca ne yaptıkları oldukça saydamdı. Basit mantık: “Sızma” işlemleri istenen kıvama gelince ne olacak? İktidar bu hareketin eline geçecek! İki kere iki, dört.
Yani, “Vay bunların ne biçim amaçları varmış!” filan demenin bir anlamı yok. Tayyip Erdoğan’ın ve çevresinin bunları görmemiş, anlamamış olmaları düşünülemez. Gülen hareketi, klasik “oksimoron” örneğiyle “bilinen sır”dı.[36]
 
I.6) ABD FAKTÖRÜ
 
Çok önceleri ‘American Enterprise Institute’ta (AEI) Michael Rubin imzasıyla yayımlanan makale, eski bir Pentagon yetkilisi, Türkiye’de bir askeri darbe ihtimalini tartıştıktan sonra, ABD’nin olası bir darbede, darbe yönetimi ile ilişki kuracağını söylemişti.[37]
Daha sonra da Süleyman Soylu 16 Eylül 2016 tarihli açıklamasında, “Bu darbe girişiminin arkasında ABD vardır,” derken;[38] Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, “Obama’nın darbe girişiminin teröristbaşı Gülen tarafından düzenlendiğini bildiğini” belirterek, “Bunda tereddütleri olmadığından çok eminim,” diyordu.[39]
Ceyda Karan’ın ifadesiyle, “Birbiri ardına itiraflar, darbe girişiminin arkasında Gülen Cemaati ve ABD yönetiminin bir kesiminin bulunduğuna işaret ediyor”ken;[40] ‘Hürriyet’in Washington temsilcisi Tolga Tanış da aktarıyordu: “Birçok ABD’li siyasetçi, ‘Darbe oyundu, Erdoğan planladı,’ diyor!”[41]
Bu tabloda 15 Temmuz ardından Türkiye’de çıkan ABD’yi suçlayıcı haberler, Washington’da ABD Savunma Bakanı Ashton Carter ve Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford, darbeyi Amerikalı bir emekli orgeneralin organize ettiği iddialarını kesin bir dille reddetti,[42] reddetmesine de; ABD Merkez Komutanlığı’ndan General Joseph Votel, Türkiye’deki başarısız darbe girişiminin ardından başlatılan tasfiye sürecine ilişkin yaptığı açıklamada, “Pentagon’un Türkiye’deki en yakın müttefiklerinin darbe girişimi sonrasında hapse atıldığını” ifade etti.[43]
Ayrıca ‘The Wall Street Journal’de şunu yazıyordu: “ABD Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper’a göre, darbe girişimi sonrası tutuklamalar Türkiye’deki MİT’in tüm kesimlerini etkiledi, Türkiye’deki muhataplarının birçoğu tasfiye edildi veya hapse atıldı… Bu sözler, Pentagon’un, yani ABD Savunma Bakanlığı’nın, darbecilerle ilişki içinde olduklarının itirafıdır.”[44]
Darbe girişimi sonrası 6 bine yakın insanı gözaltına alınması ve OHAL ilan edilmesi Avrupa’da tartışılırken; ‘The Guardian’, “Seçilmiş diktatörlüğe dikkat”[45] notunu düşerken:
• Gülen Hareketi ve hükümet arasında süren gerilim Washington’a sıçradı ve Fethullah Gülen’in ‘The New York Times’ta yayınlanan, Türkiye’deki antidemokratik uygulamalar nedeniyle Erdoğan Yönetimi’ni eleştiren makalesinden bir gün önce Amerikan Kongresi’nin 88 üyesinin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’ye bir mektup yazarak, Türkiye’de Gülen’le bağlantılı gazetecilere yönelik son gözaltılar nedeniyle Erdoğan Yönetimi ile görüşmesini istediği ortaya çıktı.[46]
• CAP’in Türkiye uzmanı ve kıdemli araştırmacısı Michael Werz, “Gülen’in sınır dışı edilmesi zor gözüküyor,”[47] dedi…
• ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile AB dışişleri bakanlarının 28 Temmuz 2016’da Brüksel’de yapılan gayriresmi kahvaltı toplantısından sonra darbe girişimi atlatan Türkiye’nin seçilmiş hükümetine destek ve uyarı mesajı çıktı. AB Temsilcisi Mogherini, “Darbe teşebbüsü Türkiye’nin hukukun üstünlüğünden ayrılması için mazeret değil,” derken ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, “Türk hükümetine ülkede sükunet ve istikrarı korumayı tavsiye ediyoruz. NATO üyeliği de demokrasiye saygıyı gerektirir,” dedi.[48]
• ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, İstanbul 6. Sulh Ceza Hâkimliği’nin, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebi üzerine Zaman Gazetesi’ni de bünyesinde bulunduran Feza Gazetecilik Şirketi’ne kayyum atanması ile ilgili olarak, “Türk hükümetinin son zamanlarda kendisine muhalif olan medyaya karşı gerçekleştirdiği endişe verici hukuksal yaptırımların son halkası” olarak değerlendirdi.[49]
Bu ve benzeri örnekler, darbe girişiminin ABD ile nasıl bir alâkâsı olduğuna ilişkin önemli verilerdir…
Darbe girişimiyle ABD’nin ilişkisi koparılmaz; elbette ABD ile bağlantılıdır; “bu işin içinde ABD yok” tezlerinde iyi niyet aranamaz.
Özetle ABD açısından bir muharebe daha kaybedilmiş gibi görülmektedir ancak savaş daha devam etmektedir.[50]
 
II. AYRIM VEYA POLİTİK ÇERÇEVE: DARBE GİRİŞİMİ
 
Politik açıdan siyahla beyazın birbirinden ayrıl(a)madığı darbe girişimi Erdoğan’ı başkanlığa taşırken, unutulmamalı: 12 Eylül Özal’ı, 28 Şubat AKP’yi iktidara taşımış; 27 Nisan Gül’ü Cumhurbaşkanı yapmıştı.
Öncelikle şunun altını ısrarla çizmekte büyük yarar var: “Burjuva liberallerinden farklı olarak Marksist-Leninistler askerî darbelere metafiziksel bir anlam yüklemez ve onları ‘tüm kötülüklerin anası’ gibi algılamazlar. Böylesi bir tutum, burjuva sosyal biliminin sığlığını ve burjuva liberalizminin ve demokratizminin sahteliğini ve zavallılığını sergiler, o kadar…
O hâlde yapılması gereken, şu ya da bu askerî darbeyi, siyasal-toplumsal içeriğini ve altında yatan sınıfsal güçleri irdelemeden lanetlemek olamaz. Askerî darbeler de sınıf savaşımının biçimleri ya da görüngülerinden biri olduğuna göre Marksist-Leninistler, her toplumsal ve siyasal olguyu olduğu gibi her askerî darbeyi de kendisine öngelen tarihsel süreçleri, meydana geldiği toplumsal koşulları, sınıfsal ve siyasal niteliklerini, siyasal hedeflerini ve yol açtığı sonuçları hesaba katarak ve duygusallıktan uzak durarak analiz ederler.”[51]
Bu bağlamda 15 Temmuz için Ahmet Şık’ın, “Korunan demokrasi değil parlamenter sistem oldu. Apoletli faşizm ile sivil faşizmin taht savaşının tek kazananı faşizm oldu,”[52] saptamasını yüksek sesle telaffuz etmekte çok büyük yarar vardır.
Bir an anımsayın: Darbenin başarıya ulaşması için, başarılı bir darbenin gerçekleştirilebilmesi için neredeyse hiçbir şey yap(a)mayan Gülen’ciler sayesinde Cumhurbaşkanı ve damadı TV’lerde -gülümseyerek!- tüm olanları paralele bağladı.
Erdoğan da, selâlarla ezanlarla, nihayet istediği “fatih” pozisyonuna kavuştu. Seçimler onu hiç bir zaman yeterince tatmin etmemişti. Padişahlara layık bir zafer istiyordu. Darbe girişimi sayesinde, mini çaplı da olsa elde etti. Bundan sonrası teferruattı; “yeni” anayasa ile başkanlık yolu sonuna kadar açılmıştı. Bundan böyle her söyleyecekleri emir, yapacakları da kanundu…
AKP’nin oylarını arttıran darbe girişimiyle; gece boyu camilerden selâ verilerek, millet sokağa davet edilerek, Erdoğan/ AKP patentli el koyma harekâtı devreye sokuldu ki, işte bu gerçek bir darbeydi…
Sonuç(lar), ilk elden Reichstag Yangını’ndan başka bir şeyi anımsatmıyorken; devreye sokuldukları da benzer olacak ve rejim krizini de körükleyecektir![53]
Evet, evet 15 Temmuz başarısız darbe girişimi, 20 Temmuz’da ilan edilen olağanüstü hâl ve yeni bir darbe ile sonuçlanmıştır. Parlamento olağanüstü hâli onaylayarak süreçteki fiili varlığına da son vermiştir. Bugün Türkiye, 20 Temmuz darbesinin ardından, başında Erdoğan’ın bulunduğu, içişleri ve adalet bakanlarından oluşan üçlü bir “konsey” tarafından yönetilmektedir. 20 Temmuz darbesinin daha önce Türkiye’de yaşanan darbelerden tek farkı “konsey” üyelerinin asker olmaması ve parlamentonun kapısının açık oluşudur. Bunun dışındaki her şey klasik askeri darbelerde yaşananların aynısıdır. Değişen sadece isimlerdir; sıkıyönetimin ismi olağanüstü hâl olarak değiştirilmiş, arama, tutuklama ve operasyon yetkileri sıkıyönetim Komutanlığından il valilerine aktarılmıştır. Türkiye’nin, altında imzası bulunan insan hakları sözleşmeleri, hukuksal normlar resmen askıya alınarak darbe hukuku yürürlüğe sokulmuştur. Askeri darbelerin klasiği olan gözaltı süreleri 30 güne uzatılarak işkence yasallaştırılmıştır.
Ayrıca her şeyin “demokrasi” hamaseti ve Gülen örgütüyle açıklandığı propaganda konusunda iki noktanın altını çizmekte büyük yarar var!
Birinci “demokrasi” hamaseti: “… ‘Halk demokrasi için direndi’, ’direnme hakkını kullanan halk askeri darbeyi bozguna uğrattı’ vb. düşünceler, Türkiye’de demokrasi bilincinin acınacak hâlini gösteriyor. Gericiliğin egemen olduğu, önemli kavramların içeriğinin boşaltıldığı, bilinçlerin dumurlaştığı bir dönemden geçiyoruz. ‘Milli irade’, ‘demokrasi’ vb. kavramlar, bilinçleri karartacak bir içeriğe bürünmüştür…”[54]
İkincisi de her şeyin FETÖ’yle açıklanması: “Evet, ‘FETÖ’ ama sadece o mu? Darbe girişiminden sonra ortaya dökülen bütün verilere ve sanık ifadelerine bakıldığında, darbeci koalisyonun en büyük ve merkezi ortağının Gülen Cemaati mensupları olduğu ama darbeci ekibin sadece bu teşkilâtla sınırlı olmadığı anlaşılıyor… Darbe girişiminden sonraki haftalarda iyice açığa çıktı ki, mevcut iktidar bu işin bütün sorumluluğunu sadece ‘FETÖ’ye yıkarak, buradan çok kullanışlı bir mutlak günah keçisi yaratmak istiyor. Belki de ‘her tür lekeyi çıkaran bir deterjan’ demek lazım. AKP/Erdoğan iktidarının böylesi bir deterjandan medet umduğu ve neredeyse bütün kirli/ lekeli çamaşırlarını bu deterjanla yıkamak istediği anlaşılıyor. İktidar açısından bu çok akıllıca olmasa da kurnazca bir fikir, zira ‘FETÖ’ öyle günahı bol bir teşkilât ki insanı bu tür kurnazlıklar konusunda kışkırtıyor…”[55]
 

SEÇME SAÇMALAR/ ZIRVALAR

AKP’li Fatma Şahin

“Cuntacı komutan General Semih Terzi, PKK ve DAEŞ’le işbirliği yaptı.”[56]

CHP İstanbul Milletvekili Dursun Çiçek

“FETÖ, PKK ve IŞİD işbirliği içinde. En tepede ise Amerika var… PKK’yı da IŞİD’i de FETÖ yönetiyor.”[57]

Fahrettin Altun

“FETÖ, PKK’ya hizmet ediyor da PKK FETÖ’ye hizmet etmez mi?”[58]

Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan

“301 madencinin hayatını kaybettiği Soma faciasını FETÖ/ PDY terör örgütü yaptı.”[59]

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci

15 Temmuz darbe girişimiyle Türkiye topraklarının iki devlete verilmenin hesapları yapıldığını belirtip, “Bu işgal girişiminin sonunda hedeflenen şey Ermenistan ve Kürdistan’dı,” dedi.[60]

Milli Savunma Bakanı Yardımcısı Şuay Alpay

Katıldığı bir düğünde evlilik cüzdanını geline verirken, “Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın sünneti,” dedi.[61]

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu

Baro başkanları ile Beştepe’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret ederken; “Zatı âliniz, bu işgal girişiminin püskürtülmesinde liderlik görevi yapmıştır. Sizin açıklamalarınızla yüreğimiz ferahladı,” dedi.[62]

Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek

“Bıçakla dahi bir suikasta kurban gidersem, bilin ki arkasında MOSSAD vardır,” dedi.[63]

Nuray Mert

“Toplumun büyük kesiminin demokratik desteğine sahip olmasına rağmen hâlâ ‘Erdoğan’sız Türkiye’ arayışında olmanın demokratik anlayıştan uzaktır.”[64] “Şer bildiklerimizde hayır vardır’, umalım 15 Temmuz darbe girişimi de böylesi bir tecelli olsun. Asıl sınav bundan sonra başlıyor; bu musibetten demokratikleşme ve toplumsal barış istikametinde ders çıkarılmazsa, bu ülkenin sahiden sonu gelir. O hâlde, başta iktidar olmak üzere hepimiz ‘demokrasi nöbeti’ne var gücümüzle omuz vermeliyiz.”[65]

HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder

“Öcalan’ın ‘çözüm gelişmezse darbe mekaniği devreye girer’ şeklindeki uyarılarını hatırlatarak, çözüm süreci devam etseydi, Türkiye’nin darbe girişimine maruz kalmayacağını söyledi. Önder, Ankara’daki herkesi cemaatin darbe yapacağını bildiğini ifade etti.”[66] “Çözüm sürecinde hükümetin aczi nedeniyle cemaatle de görüşmeler yaptık. 15 Temmuz bir NATO operasyonu, cemaat de elverişli vasıta. Hükümetin darbeyi karşılama senaryosu vardı,” dedi.[67]

Ömer Ağın

“Bu darbeye de kaynaklık eden temel şey ‘Kürt sorununun’ çözülememiş olmasıdır.”[68]

 
Politik açıdan bunların unutulmaması büyük önem arzediyor…
 
II.1) DARBE SONRASI DURUM
 
Parlamenter sistemin selası okunarak sonra ermiş olan başarısız girişimden kim güçlü çıktı?
AKP ve tabii RTE. Yeni bir ülke kuruldu. Darbe aslında, ezilenlere/emekçilere/ötekilere yani bize yapıldı. Ve halkı teslim aldılar o gece… Bundan sonra hangi muhalif tutuklansa, darbeci diye kimsenin “gıkı” çıkmayacak… 15 Temmuz’da ilk kıvılcımlar ateşlendi sadece? Şimdi daha kötü günler bekliyor bizi…
Hatırlansın: 1980 darbesi 24 Ocak kararlarının hayata geçirilmesine dolayısıyla vahşi kapitalizme merhaba dememize sebep olmuştu. 15 Temmuz darbe girişimi zorunlu bireysel emeklilikle emekçinin kıdem tazminatlarına göz dikmeye, 657’nin kaldırılması dolayısıyla güvencesiz çalışmanın meşrulaştırılması ve ÇED raporlarının gözardı edilip doğa katledilmesine sebep olacakken; emekçiler için darbe girişimi bahane, faşizm şahane…
 

“50 MİLYAR LİRA EL DEĞİŞTİRDİ”[69]

15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL kapsamında FETÖ’ye finansal destek sağladığı iddiasıyla bir zamanlar Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları arasında yer alan şirket ve holdingler de birer birer TMSF’ye devredildi. Söz konusu gelişmeler bir yandan toplam büyüklük açısından ciroları 50 milyar lirayı aşan 200 civarında şirketin ve 30 bini aşan   çalışanın akıbetini belirsiz hâle geldi.
TMSF ise tekstilden inşaata, eğitimden lojistiğe kadar hemen hemen her sektörde faaliyet gösteren dev bir holdinge dönüştü. Fon’a devredilen ilk şirket yaklaşık 6 milyar liralık cirosuyla 12 bin kişiye istihdam sağlayan Boydak Holding oldu. 7 ayrı sektörde 34 şirkete sahip olan holding, İstanbul Sanayi Odası tarafından açıklanan Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşu listesinde 6, ikinci en büyük sanayi kuruluşu listesinde ise 1 şirketi ile yer alıyor. 10 milyar dolar değerindeki 18 şirketi ile Koza İpek Holding de Fon bünyesine geçen gruplar arasında. 1948 yılında işadamı ve matbaacı Ali İpek tarafından Koza Davetiye ile temelleri atılan Holding’in Koza Altın İşletmeleri AŞ, İpek Doğal Enerji Kaynakları Araştırma ve Üretim AŞ, Koza Prodüksiyon ve Ticaret AŞ, Rek-tur Reklam ve Pazarlama Ticaret Şirketi ve İpek Online Bilişim Hizmetleri gibi şirketleri bulunuyor.
Dumankaya ve Fi Yapı da FETÖ soruşturması kapsamında yönetimi Fon’a devredilen şirketler arasında. Dumankaya, 2014 yılında Capital 500 Türkiye listesinde, cirosunu en çok artıran 25 firma arasında 3. sırada yer almıştı. 2006 yılında Fikret İnan tarafından kurulan şirket, Fi- Tower, Fi-Life markarıyla çeşitli lokasyonlarda 6 bin adete yakın konut üretti. Şirketin teslim etmesi gereken 5 bin kadar da konut bulunuyor. 2 Eylül 2016 tarihinde TMSF’ye devredilen Naksan Holding Gaziantep merkezli bir kuruluş. 7 bin kişiye istihdam sağlayan holdingin 4 milyar dolar civarında mal varlığı bulunuyor. 3 Eylül 2016’da Fon’a devredilen Kaynak Holding de 16 farklı sektörde faaliyet gösteren 30 şirkete sahip. Yaklaşık 8 bin 500 çalışanı olan Kaynak Holding’in 30 şirketle yaptığı toplam ciro yıllık1.5 milyar TL civarında.

 
Şu çok açık, baskılar artacak; sadece cemaatçiler için değil AKP’li olmayan herkes için. Fren-denge mekanizması kalmayan memleketin iki yakası bir araya gelmeyecek.
Her şeyin mümkün olduğu bir kaosa gidiliyorken; darbe girişimi sonrasındaki Türkiye, AKP’nin Kazlıçeşme Mitingine döndü.
Yaşananlar derinlikli rezalet! Kâbusun içindeyiz. Hâlâ bitmedi. Kolay kolay da bitmeyecek gibi…
Erdoğan kurtuldu. Ama Türkiye batmaya devam ediyor.
Yaşananlar Erdoğan’ı daha da şımartıp, otoriterleşmesine bahane oldu.
Daha güçlü Erdoğan daha büyük kaosken; Türkiye asla düzlüğe ulaşamayacak.
Totaliterleşen Erdoğan, özgürlükleri daha da kısıp, yok ederken; kalabalıkları çevresine toplayabilmekten aldığı güvenle anayasayı kendi isteğine göre şekillendirme kampanyasına hız verecek.
RTE güçlenip, tekrar palazlanırken; hâkimler, savcılar, askerler birer birer değil biner biner gözaltına alındı. Arkasında demokrasi savaşçısı ilan edilen, çember sakallı güçlerin kayıtsız şartsız desteği var. Kendi destekçilerini ateşe atmaktan çekinmiyor, ama daha da kan donduranı, müritleri onun emriyle kendini tankların karşısına atıyor. Ama sadece onların linç kültüründen bahsetmek ve bunu öne çıkarmak biraz aldatıcı olacaktır.
Tayyip iki kat güçlenmişken; demokrasi daha da görünmez olup, tek adam rejimi Türkiye’ye hâkim kılınacaktır. Yani ne idi ise, daha da fazlasıyla o olmaya devam edilecek! “Her darbe ülkeyi 20 yıl geriye götürür” türü beylik mülahazalara itibar etmeyelim. Darbeden önce de neo-faşizan bir plebisiter diktatörlük altında yaşıyorduk, şimdi de fazlasıyla öyleyiz…[70]
Bu tabloda kimilerinin yatacak yeri yok ve bunu en iyi de onlar (AKP + Erdoğan) biliyor.
Aslı sorulursa bu rezaletin sorumlusu 14 yıldır iktidarda olanlardır! Hain komutanlar, AKP’nin atadığı komutanlarken; dakika başı selâ verilerek, bu pislik temizlenemez!
“Ne istediniz de vermedik” diyen Erdoğan değil miydi?
Devamla şuna ne şüphe?!
“15 Temmuz darbe girişimi sonrası Türkiye yeni bir döneme girdi. Aradan geçen iki buçuk ay içinde yeni dönemin ana çizgileri belirmeye başladı. Bu yeni dönem, 15 Temmuz öncesinden bir kopuş değil, bir dönüşüm. Bu nedenle, iki dönem arasında bir süreklilikten söz etmek doğru olur. 15 Temmuz öncesinde demokrasinin bütün kurumları çökmüştü. Yargı bağımsızlığı, hukuk devleti çoktan beri yoktu. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplantı ve gösteri özgürlüğü, inanç özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükler baskı altındaydı. Erkler ayrılığından çok tüm gücün tek elde toplandığı erkler birliğinden söz edilebilirdi. Devlet partileşmişti. AKP’nin kurduğu hegemonik yapı baskıcı bir rejim yaratmıştı.”[71]
Şimdi artık karşımızda, “tek vatan, tek millet, tek dil, tek bayrak” şovenizmini düstur edinen, bunların yanına “tek din, tek mezhep” ve elbette “tek şef”i de ekleyen, tüm çatlak sesleri sopayla bastırmaya kalkan, “artık savunma değil saldırı çizgisi izleyeceğiz” diye ilanlarda bulunan, anti-demokratik yasaları değiştirmek bir yana, yasaların ve anayasanın ayakbağından kurtulmak için bulunmuş ideal yönetim biçimi “OHAL”i uzatmayı planlayan bir hükümet var. Yerli ve milli “demokrasi devrimi” böyle bir şey demek ki! Bu gidişle Türkiye, faşizme “demokrasi devrimi”yle ilerleyen ilk ülke olarak tarihe geçebilir!
“Yasama, yürütme ve yargının başı benim” diyen totaliter bir zihniyetin önderliğinde gerçekleşen bu “devrim”, ifade ve basın özgürlüğünün, akademik özgürlüğün, gösteri ve toplantı özgürlüğünün, işçilerin grev ve örgütlenme özgürlüğünün ve diğer pek çok alandaki özgürlüklerin son kırıntılarının da OHAL’le gasp edilmesiyle hızla ilerliyor! 12 Eylül’ü aratmayan pek çok faşizan uygulamaya tanık olmaktayız. Devletin Fethullahçı kadrolardan temizlenmesi ve “FETÖ”nün kökünün kurutulması bahanesiyle başlatılan cadı avı, beklendiği üzere Kürtlere, sosyalistlere, demokratlara yönelik bir saldırı harekâtına dönüşmüş bulunuyor.
Bu saldırıların hükümetin Kürt politikasının doğrudan parçası olduğu açıktır. Aslında AKP’nin “demokratik devrimi”nin ne mene bir şey olduğunu anlamak için, ülkenin en can yakıcı demokratik sorunu olan Kürt sorununda hiçbir politika değişikliğine gitmemiş olmasını görmek bile tek başına yeterlidir. Adı konmamış bir koalisyona, bir tür “milliyetçi cephe” hükümetine işaret eden AKP-MHP “mutabakatı”nın temel direğini, Kürtlere karşı izlenen savaş politikalarının içeride ve dışarıda kesintisiz devam etmesi yönündeki tam uzlaşı oluşturmaktadır. Azez-Cerablus hattının Rojava’ya dâhil olmasının önüne geçmek ve PYD’nin ilerleyişine kalkan oluşturmak için orduyu Suriye’ye sokan AKP hükümeti, içeride de operasyonlarla, fiili ve resmi sokağa çıkma yasaklarıyla savaşı tam gaz sürdürmektedir.[72]
Bu noktada Kadri Gürsel’in, “Darbeciler yenildi ama bu gelen demokrasi değil,”[73] saptamasını bir kere daha anımsatarak[74] ekleyelim:
15 Temmuz kum fırtınasının üstünden aylar geçti. Her kum fırtınası sonrası olduğu gibi, Türkiye’nin de topoğrafyasında bir şeyler değişti ve yeni kum tepeleri oluştu. Mesela, FG Cemaati isimli kum tepesi şimdilik yerle bir oldu gibi. Ama bakiyesi bile hâlâ korku saçıyor. Daha önemlisi “FETÖ” belasından sıyrılmış görünen AKP rejiminin durumu. Darbe girişimi ile ciddi bir travma yaşayan Akfaşizm, yeni darbe ihtimallerine canlı kalkan olarak kullanmak üzere kitlelerini sokaklara dökerken kendini daha güçlenmiş gibi hissetti önce. O kadar ki, RTE, Gezi parkına kışla teranesini yeniden dile getirme cüretini buldu...[75]
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere “Ne oluyor? Neler olacak?” soruları artık, “Nasıl oldu? Kim, hangi akla hizmet yapmaya kalktı?” sorularından çok daha önemliyken; Batı basınında “Erdoğan otoriter bir iktidarı konsolide ediyor. İslâmcı cumhuriyet kuruluyor”a, kadar uzanan, “ülkedeki tüm seküler güçleri yok edecek” gibi vahim boyutlara ulaşan saptamalara rastlanıyor…
Biraz felsefe sayfası yalamış biri, hiçbir şeyin “olduğu gibi” görünmediğini bilir. Şeylerin, hele sosyal olayların görüntüsünün, “ne olduğu” bakan gözün bakış açısına, bakanın aklındaki anlamlar sisteminin içinde aldıkları yere göre belli olur. Şeyler oldukları gibi görünselerdi teorik analize gerek kalmazdı.
Erdoğan da bugüne kadar kendisine inanan kitlelere “olduğu” gibi görünmeyecek. Onlar Erdoğan’ı 14 yıldır inşa edilen, Sünnî İslâmın anlamlar sistemi, “hakikât rejimi” içinde, “Yetmez ama evet” takımının da katkısıyla oluşan bakış açısıyla görecekler. 15 Temmuz darbesinin bu anlamlar sistemini zayıflatmadığı, sokağa çıkanların siyasi eylemlerinin şekillendirme kapasitesinin bu anlamlar sistemini güçlendirdiği kolaylıkla söylenebilir…
 “Tanrı bizi okumuşların şerrinden korusun” sözleri, aslında derin bir anlama sahiptir. Bu, ne bu sözlerin sahibi, ne de benzer bir düşünceye sahip rektör yardımcısı okumamış cahiller olmadığından, okumuşlardan kimlerin kast edildiğini iyi düşünmek gerekir.
AKP ve siyasal İslâm, bu darbenin yarattığı “şok” ortamından, MEB’deki 15.000’den fazla tasfiyeyle, seküler düşüncenin mevzilerini yıkmak, yeniden üretiminin araçlarını yok etmek, sokağa inmek için yararlanmaya kalkması da rastlantı değildir. Bu adımlar bir iktidar ve devlet projesinin temel taşlarıdır. Şimdi “olduğu gibi görünecek” fantezisi bu projenin hızlanmasına katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramaz.[76]
Evet, ortada bir “Cadı Avı” süreci söz konusudur![77] Darbe girişiminin yarattığı korkuyu ve haklı tepkiyi araçsallaştıran iktidar, bugün keyfi bir egemenlik hakkı kullanıyor. Yönetime keyfiliğin hâkim olması, kendi dinamikleri içinde bundan çıkışın kapısını da kapar. Yönetim olağanüstü rejimden biraz daha olağan olana döndüğünde, elde ettiği yetkilerin bir kısmını kaybetmenin yanında, yaptığı keyfi işlemlerin hesabını vermek endişesini de taşır. Bu nedenle adı olağanüstü olmasa da rejimin fiilen bu hâliyle kalıcılaşması, keyfi yaptırımların süreklilik kazanması için önlemler alır.
İktidarın bugünkü icraatları, yönetimde keyfiliğin olağanlaşmasının ve karşı-darbe rejiminin kalıcılaşmasının zeminini hazırlıyor. Olağanüstü hâl, başarısız darbe girişimine katılan, bunu düzenleyen ve destekleyenlere karşı etkili ve hızlı önlem almak için ilan edilmişti. Hükümet, el çabukluğuyla, sınırları bütünüyle belirsiz bir “terörle mücadele” amacı ilave ederek, olağanüstü hâl rejiminden çıkış kapısını kendince kapattı. Tayyip Erdoğan’ın, 15 Temmuz darbe girişiminden bir ay önce, “terörle mücadele(nin) kıyamete kadar” süreceğini ilan ettiğini hatırlarsak, olağanüstü hâl rejiminin de bir o kadar sürmesi gerektiğine inandığını düşünebiliriz.
Kürt sorununda yangına körükle gitmeyi başka türlü izah etmek zor. Ve de “çözüm mözüm yok” diyerek rest çekmeyi, geçmişteki tek parti dönemi veya sıkıyönetim uygulamalarını canlandırıp, belediye başkanları yerine mülki idare amirlerini atamayı. On bine yakın öğretmeni, Kürt ve sendikalı olduğu için açığa almak, muhtemelen yakında onları memuriyetten de atmaya hazırlanmak, olağanüstü hâli sürekli kılacak zemini hazırlamak değil midir? Yönetimin çok yaygın biçimde kolektif suç isnadına dayanarak toplu cezalandırma, “subliminal suç” icat etme, şüphelilerin yakınlarını rehin alma veya cezalandırma, mülke el koyma gibi, örnekleri totaliter rejimlerde bulunan önlemlere başvurması da aynı amaca dayanıyor.
Giderek içinde boğulduğumuz çatışma, ölüm, gözaltına alma, tutuklama, işkence, kötü muamele, keyfi karar ortamında durumu mizahla tarif etmek hoş karşılanmayabilir ama bugünlerde Aziz Nesin’in yerli ve milli kahramanı Zübük’ün maceralarını yeniden okumak, bazı şeyleri anlamak için yararlı oluyor.[78]
 
II.2) ERDOĞAN (AKP) HAYRANLIĞI
 
Evet, evet bir kez daha tekrarlamakta yarar var: Aziz Nesin’in yerli ve milli kahramanı Zübük’ün maceralarını yeniden okumak, bazı şeyleri anlamak için yararlı oluyor.
“Mania grandiosa/ Büyüklük kuruntusu, megalomani” ile tanımlanması mümkün olan Erdoğan figürü (ve hayranlığı) tarihsel bir aşağılık (ve intikam) kompleksiyle doğrudan ilintiliyken; onun yükselişi “yetenek”lerinin ötesinde muhalefetsizlik + birilerini birilerine karşı kullanıp, ardından da “şeytanlaştıran” pragmatizmle mümkün olmuştur.
Herkesin malumu olduğu üzere RTE/AKP ittifaksız ayakta durmamıştı ve duramazdı da.
RTE iktidarının en büyük ittifakı şüphesiz ki liberaller ve Gülen Cemaati ileydi. Tabii o zamanlar FETÖ demiyorlardı, “alnı secdeye varan Cemaat”, büyük yol arkadaşlarıydılar liberallerin desteğinde. “Bilmiyorduk, kandırıldık” hikâyesi, bugün yol açtığı sonuçlar bakımından siyasi tarihimizin en büyük yalanlarındandır…
Liberallerin “Yetmez ama evet”leriyle, Gülen Cemaati olmasaydı, AKP ayakta kalabilir miydi? AKP birçok şeyi belkemiksiz liberaller ile Cemaat’siz gerçekleştiremezdi.
Kuşku yoktur ki Erdoğan’ın bu denli allanıp, pullanmasında; sahte beklentilerle sunulmasında belkemiksiz liberalleri ile FETÖ’nün (ve ne yazıktır ki “çözüm süreci” Kürtlerinin) rolü büyük olmuştur.[79]
Oysa Ludwig Kugelmann’a, 4 Şubat 1871 tarihli mektubunda, “Yığın, üst sınıf olsun, alt sınıf olsun görünüşe, işin dış yüzüne, ilk ağızdaki sonuçlara bakarak karar verir. Son yirmi yıl boyunca, tüm dünyada bu yığınlar Louis Bonaparte’ı tanrılaştırdı. Ben ise onu, doruk noktasındayken bile, vasat bir alçak olarak teşhir ettim,” diyen Karl Marx’ın, “Nasıl özel yaşamda bir adamın kendisi hakkında düşündükleri ve söyledikleri ile gerçekte ne olduğu ve ne yaptığı birbirinden ayrılırsa, tarihsel savaşımlarda da, özel yaşamdakinden daha çok, partilerin sözlerini ve emellerini onların kuruluşlarından ve gerçek çıkarlarından ayırt etmek, kendileri hakkında düşündükleri ile gerçekte ne olduklarını birbirinden ayırt etmek gerekir,”[80] uyarısını göz ardı eden “Yetmez ama evet”çi liberallerin Erdoğan’ın (ve Cemaat’in) değirmenine nasıl su taşıdığı (Bahman Nirumand’da anımsanarak![81]) asla unutulmamalıdır.
Ancak ne yazıktır ki Voltaire’in, “Goristan, bi yên xwe jêneveger dihesibandin dagirtîne/ Mezarlıklar kendilerini vazgeçilmez sanan kişilerle doludur!” uyarısından bihaber ve “Enlil Yöntemleri”yle malûl Erdoğan[82] figürü birileri için nasıl geçmişte, “vesayet rejimi” ile mücadele(?) adına desteklenmişse, bugün de “Fetullahçı darbecilere” karşı mücadele adına, AKP iktidarına benzer bir desteği verilmektedir! (Roni Marguilez ve Doğu Perinçek’in el ele vererek bizi çağırdığı yerden aman uzak duralım...)
Belirtmeden geçilmesin: Çoğu seküler, hatta ateist, eski solcu, liberal, Kemalist kariyeristler, jöleliler, Rasim Ozanlar, Cebeci kampüsü solculuğu sırasında yarı yasal sol örgütleri “reformist, oportünist” bulan most-devrimci Melih Altıok’lar, daha önceleri Erdoğan’a “diktatör”lü yazılar attıran Markar Esayan’lar eski PKK gerillası Kurtuluş Tayiz’ler ve “yetmez ama evet”çi neo-liberaller hâlâ Erdoğanlı demokrasi masallarını pazarlamaktadırlar…
Bu böyle olunca da 15 Temmuz’da suçun büyüğünün Gülen Cemaati’ne göz yuman Erdoğan’ın olduğu gerçeği halının altına sürülmektedir.
Oysa göz ardı edilen gerçekler her adımda karşılarına -ısrarla- dikilmelidir!
 

DARBECİ GENERALLER, PAŞALAR KİMDİR?

Orgeneral Akın Öztürk

Balyoz soruşturması sonucu tutuklananların yerine 2013 yılında hava kuvvetleri komutanlığına getirildi.

Korgeneral Metin İyidil

İktidara yakınlığı ile bilinen Nihat Özdemir’in kayınçosu. Dil bilmeyen tümgeneral bile yokken korgeneral oldu.

Tuğgeneral Salih Kırhan

2015 yılında bizzat dönemin Cumhurbaşkanının imzasıyla albaylıktan tuğgeneralliğe yükseltildi.

Tuğgeneral Erdem Kargın

2014 yılında gerçekleşen, Ergenekon ve Balyoz sanığı 12 paşanın emekliye sevk edildiği Yüksek Askerî Şûra’da albay’lıktan tuğgeneralliğe yükseltildi.

Tuğgeneral Mustafa Yılmaz

Davalardan tutuklu bulunan 40 adet general ve amiralin zorunlu emeklilik kararının çıktığı 2012 Yüksek Askerî Şûra’sında albaylıktan tuğgeneralliğe yükseltildi.

Tuğgeneral Metin Alpcan

Tüm kuvvet komutanlarının değiştiği 2013 Yüksek Askerî Şûra’sında albaylıktan tuğgeneralliğe yükseldi.

 
Özetle darbe girişimine karıştığı iddia edilen generallerin hepsi iktidarın ordu yönetiminde en yüksek etkiye sahip olduğu, enine boyuna araştırmadan askeriyeye sinek bile sokulmadığı dönemde dönemin Cumhurbaşkanının imzasıyla terfi ettirilmiş isimlerdi.
Tam da bunun için darbe girişiminde Gülen Cemaati kadar, onlara “ne istedilerse veren”ler de suçludur.
O hâlde sormadan geçmeyelim: “Cemaat kadrolaşmasının önünü açanlar ile demokrasi adına devleti bu kadrolardan temizliyoruz diyenlerin aynı yetkililer olması tuhaf değil mi? Toplum bu sorumluluğun kime ait olduğunu görmüyor mu? Sorumlu olanlar, gözyaşı ve mağdur edebiyatı eşliğinde işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadırlar.”[83]
Kim inkâr edebilir ki? AKP cemaati besledi, cemaat AKP’yi büyüttü. Bunca yıl mesut mutlu geçinip gittiler. Hangisine laf söylesek, kardeşi sahip çıktı kardeşine! Tarih bunları hep yazdı. Yazmaya da devam edecek…
Bu başkomutan değil miydi? Bugün terör örgütü dediği kesime, “Ne istediniz de vermedik” diyerek, devlet kurumlarında kadrolaşmalarının önünü açan?
Fethullah Gülen’den bahsederken “Hocaefendi’ye saygımız, sevgimiz sonsuzdur,” diyen(ler) için “Dün yediğin hurmalar bugün kıçını tırmalar,” kıssadan hissesi telaffuz edilmeliyken; RTE evreninde dost düşman çok feci karışmış durumdadır!
AKP medyasına bakarsanız, cemaat bütün melanetlerin kaynağı; Cemaat’le uzun süre siyasal nikâhlı olarak birlikte yaşamış ve şimdi kanlı düşman olmuş AKP ise sütten çıkmış bir kaşık(mış). Bugün darbeye kalkışanlar 2013 YAŞ toplantısında Cemaat’in hükümet ve devlet içindeki “gizli” elemanlarınca terfi ettirilmiş; o sırada Cumhurbaşkanı ve Başbakan olan zatlar ise hiçbir şeyden haberleri olmadan o terfileri onaylamışlar falan filan...[84]
Yerseniz resmi hikâye budur; böyledir; ancak bir de madalyonun öteki yüzü vardır…
Örneğin “Ortaya çıkan bilgiler, Erdoğan ile AKP hükümetinin Gülen Cemaati’nin darbe faaliyetlerinden haberdar oldukları ve darbenin içerisine sızarak bu darbeye bir ‘düşük’ yaptırarak asıl kendi darbelerini gerçekleştirmiş olduklarını göstermektedir. Erdoğan bir çok defa yaptığı gibi, bu sefer de kendi düşmanlarının hatalarını kendisine müttefik yaparak ve ‘gelen kuvvetin yönünü tersine çevirerek’ kendi asıl amacına ilerleyen bir strateji uygulamıştır.
Erdoğan, MİT aracılığıyla darbeyi önceden kontrol altına alarak ve kontrollü bir şekilde gelişmesini sağlayarak, Gülen Cemaati’nin bu hatasını devleti ve siyasal iktidarı tam ele geçirmek için kullanmıştır. 15 Temmuz darbesi, MİT tarafından Gülen Cemaati’nin darbesine düşük yaptırılarak gerçekleşmiş ve bu düşük darbe aracılığıyla asıl darbeyi Erdoğan yapmıştır. Yani darbe içerisinde darbe yapılmıştır.”[85]
 
II.3) ORTAKLIK(LARI)
 
Görülmesi, gösterilmesi gerek: Ortada bir ortaklık söz konusu…
Ortada paralel devlet değil, çözülen bir ittifak var.[86]
Şükrü Elekdağ, “AKP iktidarının dost sandığı FETÖ’nün ordu içinde yuvalanmasına göz yumduğu”nu[87] söylerken; Mustafa Yalçıner’in, “Cemaatin ortağı kimdi?”[88] sorusu mutlaka yanıtlanmalıdır…
Şu hâlâ açık değil mi? “Toplumsal varoluşunu 12 Eylül ve Fethullah Gülen’e, siyasal varlığını ise 28 Şubat ve yine Fethullah Gülen’e borçlu olan Erdoğan bir güneş gibi doğacaktı. ABD’ye gidildi, tanışıldı, çeşitli güvenceler verildi. Hocası el verdi AKP iktidara geldi, iktidarı paralel paralel paylaştılar, mutlu günler başladı.”[89]
İnkârın faydası yok; ayan beyan ortada: Yakın zamana kadar Türkiye’yi bir tek parti hükümeti değil bir koalisyon yönetmiştir. Adı ise AKP-Gülen koalisyonudur.[90]
Türkiye’nin siyasi partiler arasında kurulan koalisyonlardan ne kadar çektiği ayrı bir tartışma konusu. Ancak şurası açık ki Türkiye AKP-Gülen koalisyonundan çok çekti. Böylelikle bu yıllanmış siyasi tespit haklılığını ispatlamış oldu.
“Ne istediler de vermedik” bu koalisyonun hükümet protokolüydü. Her koalisyon gibi bu da paylaşım kavgası sebebiyle dağıldı. Her koalisyondaki gibi anlaşmazlık önce ufak tatsızlıklarla başladı sonrasında bir girdap gibi bütün memleketi içine çekti.
Koalisyonun Gülen kanadı, askeri ve sivil bürokrasiyi tasfiye ederek AKP kanadının önünü açtı. Seneler süren bu ön açma hamlesi tamamlandıktan sonra sıra hükümet protokolünün yenilenmesine geldi. Bu aşamada elinin güçlendiğini hisseden AKP, protokoldeki “ne isterseniz veririz” ilkesini değiştirmeye kalkınca, koalisyon dağılmaya başladı.[91] Sonrası da malum!
“MİT Eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’e göre, asıl sorun 15 Temmuz akşamında değil, yıllardır Gülen Cemaati kadrolaşmasına izin veren politikalarda aranmalı”yken;[92] sormamız gerekmiyor mu: “Fethullahçı subaylar”, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde darbe yapacak güce nasıl eriştiler? Kimler yardım ve yataklık etti bu haydutlara? Darbecilere göz yuman siyasal iktidarın bu süreçte hiç mi sorumluluğu yok?
17-25 Aralık ‘Yolsuzluk Soruşturması’na dek Fethullah Gülen’e toz kondurmayanlar; yandaş kanallarda Cemaat’in “hizmet”lerini öve öve bitiremeyenler; her yıl Abant Platformu’nda boy gösterenler; Feto’nun gizli örgütünü “sivil toplum kuruluşu” diye yutturmaya çalışanlar; AKP toplantılarında “Hocaefendi”ye selam göndermeden söze başlamayanlar; “Ergenekon’un savcısıyım! Ne istediler de vermedik” diyenler?
Şimdi darbe girişimi oldu diye bunları yok mu sayacağız?[93]
Yok, hayır! Şimdi “Darbecilerden ayrı olarak, iktidardan da hesap sorulmalıdır.”[94]
 
II.4) VE OHAL…
 
Bize “Aziz” ile “Günahkâr” dikotomisini anımsatan[95] verili tablo, “Aziz” ile “Günahkâr”ın işbirliğinde OHAL’e kapı açmıştır…
Başbakan Yıldırım’ın ifadesiyle, “OHAL millet için değil, devlet için ilan edilir”ken;[96] kadim bir devlet geleneği hortlatılıyordu…
Evet, evet bu bir gelenek… Ta Osmanlı’dan süregelen... Bakmayın siz onların “Vatan söz konusu olunca…” dediklerine, esası “İktidar söz konusu olduğunda her şey teferruattır.”
Bu gün yaşananın esası da budur. İktidarın tahkimi, başkanlık siteminin de ötesindeki bir hesap için her şey altüst ediliyor. Her şey iktidar için…[97]
Her şeyin iktidar için olduğu hâl, olağanüstünü olağanlaştıran OHAL’dir.
Bu bağlamda 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Anayasanın 120. maddesini gerekçe göstererek 20 Temmuz 2016’da olağanüstü hâl ilan eden AKP hükümeti, böylelikle temel hak ve özgürlüklere yönelik müdahaleleri de kapsayan kanun hükmünde kararnameler (KHK) çıkarma yetkisiyle donanmış oldu. Darbe girişimine maruz kalmaya dayandırılan “haklılık ve meşruluk” algısını ve kamuoyunun şaşkınlığını fırsat bilen Erdoğan ve hükümet, bir taraftan yüz yüze geldiği büyük tehdidi bertaraf etmeye, öte taraftan ise arzu ettiği tüm yasal düzenlemeleri kanun hükmünde kararnamelerle gerçekleştirmeye koyulmuş durumda.
Olağanüstü Hâl Kanunu, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanacak Bakanlar Kuruluna, kanun hükmünde kararnamelerle temel hak ve özgürlüklerin askıya alınmasıda dâhil olmak üzere çok geniş yetkiler tanıyor.
Doğan Tılıç, “Hepiniz susturulunca OHAL bitecek,”[98] derken; ceza hukukunu döneme göre bir araç gibi kullanmak için sürekli değişiklikler yapan hükümetin açıklamaları,[99] OHAL sürecinin sadece kâğıt üzerinde biteceğini gösteriyor.[100]
Bu çerçevede hükümet, yetkileri sınırsızmış gibi hareket etmekten ve bu doğrultuda kararnameler çıkarmaktan geri durmamaktadır. Çıkarılan KHK’lerin başta OHAL Kanunu olmak üzere yasaların tanıdığı yetki alanının dışına çıktığı, Anayasaya aykırılık taşıdığı yönündeki eleştirileri hiçe sayan siyasi iktidar, normal koşullarda son derece tepki uyandıracak, tartışmalara yol açacak ve tamamı olmasa bile bir kısmı Anayasa Mahkemesinden geri dönecek olan yasal düzenlemeleri, peşpeşe yayınlanan kanun hükmünde kararnamelerle hayata geçirmektedir. Anayasanın 148. maddesinin olağanüstü hâl kapsamındaki kanun hükmünde kararnameleri Anayasa Mahkemesinin denetim alanının dışında bırakmasından güç alan hükümet, tüm keyfi ve hukuksuz adımlarını bu güvencenin yanı sıra kararnamelere eklediği “Bu Kanun Hükmünde Kararname kapsamında alınan kararlar ve yapılan işlemler nedeniyle açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemez” maddesine dayanarak atmaktadır.
Hükümet, çıkardığı kararnamelere şu maddeyi de eklemiştir: “Bu Kanun Hükmünde Kararname kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.” Bu maddenin, 12 Eylül faşist cuntasının Anayasaya eklediği ve 2010 referandumu ile Anayasadan çıkarılan “geçici madde”yle benzerliği dikkat çekicidir. Görülüyor ki, işledikleri suçların alenen farkında olan egemenler, bir taraftan hukuku ayaklar altına alırken, bir taraftan da kendilerini hukuki güvence zırhıyla koruma altına almaya çalışmaktadırlar.
Yasalara göre olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnameleri “olağanüstü hâlin gerekli kıldığı konularla” sınırlı olmak zorunda oldukları gibi, diğer yasalarda kalıcı değişiklikler yapmaları da hukuken mümkün değildir. Ancak hükümet bunu umursamayarak ilgili ilgisiz her konuyu bir çuvala doldurup çıkardığı “torba yasa” mantığıyla hareket etmektedir ki, bu durum da başlı başına bir hukuk ihlâlidir.
Darbe girişimini “Allahın lütfu” olarak niteleyen Erdoğan, bütün ipleri kendi elinde toplayarak bir yandan kendisine dönük riskleri bertaraf etme olanağını güçlendirmeye, öte yandan da tek adam rejimini yerleştirmeye çabalamaktadır. Hükümetin faşizan uygulamaları ve sokağa dökülen paramiliter çeteler “demokrasiyi savunma” adı altında meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Tüm bu adımların sivilleşme ve demokrasi için atıldığı, gösterilen tepkinin demokratik bir tepki olduğu iddiası koca bir palavradan ibarettir. Yaşanan şey kanlı bir iktidar kapışmasıdır ve bu kapışmadan demokrasi çıkmasını beklemek aptallıktır. AKP Fethullahçıları temizleme bahanesiyle, son derece anti-demokratik bir şekilde, devleti kendi siyasal hedefleri temelinde yeniden yapılandırmaya girişmiştir. Fethullahçı subaylar, polisler, yargı mensupları devletten temizlenirken, bunların yerine AKP’nin rahle-i tedrisinden geçmiş kadrolar getirilmek istenmektedir.
Siyasi iktidar her türlü manipülasyonla kitleleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyorken;[101] denilebilir ki T“C” devletinin, otorite boşluğu OHAL ile kapatıldı.
Artık yeni bir yapılandırma başlıyor.
Yeni devletin tesisi için “kanun hükmünde kararnameler” şarttı. “Yeni Türkiye” yeni yasalar ile kurulacaktı. Bunun için de halk desteği sağlandı.
Devletin temel ayakları yeniden şekillendiriliyor. Yasama, yürütme, yargı.
Birinci değişiklik yürütme. Eskiden cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruluna bağlı iken yürütme şimdi olduğu gibi başkanın denetimine giriyor.
İkincisi yasama. Eskiden yasama TBMM’nde iken artık başkanlığın denetimine geçiyor.
Üçüncüsü de yargı… Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın dahi, “OHAL, hukuksuzluk hâli değildir, olağanüstü durumlarda yapılacakların çerçevesi yasalar kapsamında belirlenmiştir. Temennimiz olağanüstü duruma yönelik tehditlerin bertaraf edilerek normal hâle dönülmesidir,”[102] demek zorunda kaldığı tabloda unutulmamalıdır ki Anayasaya göre, OHAL’in gerekli kıldığı şiddetin önlenmesi ve kamu düzeninin yeniden tesisi konularında kanun hükmünde kararnameler (KHK) çıkarabilir. Ancak uygulamada, anayasanın emrettiği konularla ilgili olmayan hemen her konuda KHK’ler çıkarıldığını görüyoruz. Bu durum anayasaya, OHAL Yasası’na ve uluslararası sözleşmelere açıkça aykırıdır.[103]
Ayrıca hatırlanıp/ hatırlatılması gereken bir diğer nokta da bugün uygulanmakta olan OHAL Yasası 12 Eylül darbe hukukuna göre hazırlanan Anayasa’dan kaynaklanıyor olduğudur. 15 yıl boyunca Kürt illerinde uygulanan ve ağır bedeller ödenen OHAL,[104] bu kez tüm Türkiye’de uygulanıyor. Yani, OHAL bu hâldir. Şimdi tüm Türkiye halkları o günleri yaşayacak ve kendi deneyiminden yeni şeyler öğrenecektir. OHAL ile parlamento devre dışı bırakılmakta, başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere hukuk askıya alınmakta ve yönetim Kanun Hükmünde Kararnamelere dayanarak Cumhurbaşkanına verilmektedir. Bu uygulama Başkanlık sistemine geçiş için yeni bir aşama olacaktır.
12 Eylül uygulamalarını yansıtan bu durum aynı zamanda parlamenter demokrasinin de askıya alınması anlamına geliyorken;[105] Şükran Soner’in, “Darbe bahane OHAL şahane”[106] formülasyonundaki üzeredir her şey…[107]
Ve de OHAL uygulamasını ‘The Economist’, “Erdoğan’ın intikamı” başlığıyla yorumlarken;[108] “OHAL uzuyor, sonra tekrar uzayacak, ardından kimbilir kaç defa daha.[109] Artık sürekli OHAL dönemine giriyoruz. Artık olağanüstü hâl, olağan hâl olmuş bulunuyor,”[110] diye ekliyor Ali Sirmen de…
Herkesin bilgisi dahilinde olduğu üzere bu OHAL Cumhurbaşkanı’na belki ondan da çok şu andaki çevresine, bir “her şey serbest” ilânatı gibi görünüyor. Cumhurbaşkanı herhangi bir yasada yazılı olmayan yetkiler kullanıyor, demiştik. “Yazılı değil” denince, “Ben halkoyuyla seçildim” deyip çıkıyor. Bu, söylenen sözün ya da sorulan sorunun cevabı da değil ama zaten yaratılan yasadışı durumun özelliği bu. Bütün menteşeleri gevşemiş olan düzende geçerli ilke “Ben yaptım oldu.” Erdoğan da sürekli yapıyor ve oluyor…
Yani OHAL Tayyip Erdoğan’ı istediği, özlediği menzile taşıyacak araç. O menzil genel olarak bugün Fethullahçılık gibi görünse de yarın derdinin bununla sınırlı olmadığı anlaşılacak, hedef büyüyecek, yerinden kıpırdayacak, toplum Tayyip Erdoğan’ın aynası oluncaya kadar bu bitmeyecek.[111]
Bunlar, böyleyken “OHAL’in ilan gerekçesi; “kamu alanında FETÖ’nün etkisini kırmak, bu örgütün direktifleri doğrultusunda, paralel bir yapı biçiminde çalışanların, devlet görevlerinden tasfiyesini sağlamak” olarak belirtiliyor,”[112] diyen Oral Çalışlar’a (ve benzerlerine) hatırlatalım:
İnsanları Gülencilere yönelik “tasfiye” operasyonunu savunma ya da ona karşı olma ikilemine sürükleyecek yaklaşımlar sorunludur. Esasen iktidarın “ya bizdensin ya onlardan” tutumu bu ikilemi doğurmaktadır. Oysa işçi-emekçi sınıflar açısından bakıldığında, iktidar kavgası içindeki burjuva kesimlerden birini diğerine karşı desteklemek bir seçenek değildir. Aksine işçi-emekçi sınıflar bu kavgada taraf olmamalı, kendi taraflarını yaratmalıdırlar. Öte yandan, OHAL’le birlikte iyice artan ve devleti yeniden yapılandırma çalışmasına vesile olan bu tasfiyelerden, Cemaat’le ilişkisi olmayan solcu, Kürt veya sıradan insanlar da nasibini almışlardır. Hatta önümüzdeki süreçte bu kategoriye girenlerin çok daha fazla hedef alınacağı açıktır. İktidar, “darbecileri temizleme” adı altında, kendine muhalif unsurları devlet içinden temizleme harekâtına girişmiş durumdadır. İş cadı avına dönüşmüştür. Bu, kendine en azından demokrat diyen herkesin kuşkusuz karşı çıkması gereken bir durumdur.[113]
Tam da bundan ötürü kuşku ve kaygı içinde, “Ölçü kaçıyor mu? İşin içine öfkeler, husumetler karışıyor mu? Kurunun yanında yaş da yanıyor mu? Veya kimi örtülü kalan cemaatçiler bu temizlik vesilesiyle, yeniden alttan gelen adamlarına yol açma faaliyetinde bulunuyor mu?”[114] diye soran Ali Bayramoğlu’na seslenmek zorunda kalıyor Murat Belge: “Bu girişimin olmuş olmasını ‘Allah’ın bir lütfu’ olarak yorumlayan ve ‘Ya Allah!’ diyerek muhalefetin her türlüsünü yok etmeye hazırlanan bir iradenin varlığı fena hâlde hissediliyor.”[115]
“Ne oluyor” mu?
“… ‘Olağanüstü hâl’ ilanı zaten sorunlu, onunla kalmadı ‘Olağanüstü rejim’ inşası başladı.”[116] “Zaten OHAL öncesinde de normal bir hâl yoktu. Başkanlık sistemi arzusu da aşağı yukarı OHAL rejimi tesis etmek demekti.”[117] “Cumhurbaşkanı önderliğinde iktidar partisinin, Türkiye ufkunun tek adam liderliğinde otoriter bir rejim inşasından ibaret olduğu iyice netleşti. 15 Temmuz darbe teşebbüsü ise, demokrasinin öneminin anlaşılmasından ziyade, otoriter rejim tahkimatı için meşruiyet kaynağı olarak dolaşıma girdi. Dahası, gücü elinde bulunduran iktidar demokratik meşruiyet ve anayasal çerçeveyi hiçe sayar hâle geldi. Zaten kendileri de açıkça, ‘fiili bir düzen’in yaşandığını kabul ediyor,[118] bunu meşru sayıyor,”[119] yanıtını veren Nuray Mert’e bir ekde Avrupa Parlamentosu’nun (AP) Türkiye raportörü Kati Piri’den geliyor: “OHAL uygulamasının Kürtlere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılmaya başladı.”[120]
Yine “Ne oluyor” mu?
Sonu gelmez tutuklamalar, tasfiyeler, OHAL, “Anayasa, anayasaya aykırılık yetkisi veriyor”... “İşkenceleri sorgulamayacağız”; “proje okul”, “proje kent”, “reis kimdir?”, “Yeni padişahımız”... Bu öfke, bu şiddet, bu telaş, bu kibir, “yok etme” saplantısı niye?
Şuradan başlayabiliriz: Cumhurbaşkanı 14 ay önce, “Artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var... Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun anayasal olarak kesinleştirilmesidir” diyordu.
Yönetim sistemi (rejim) fiilen değişti. Ancak eski rejimi, anayasayı ayakta tutan, yeniden üreten eski “simgesel evren” verimliliğini kaybettiyse de yok olmadı. AKP bir süredir eski rejimin “simgesel evrenini” yok etmeye, “yeni yönetim sistemini” halka benimsetecek din temelli bir “simgesel evren” kurmaya çalışıyor; bunu ayakta tutacak, Cumhurbaşkanı’nın fiili gücünü topluma kabul ettirecek dayanaklar arıyor.
Bu arayış iki kanaldan ilerliyor: Bir taraftan fiilen değiştiği iddia edilen rejimin simgesel evrenini işlevsizleştirecek bir yeni tarihsel anlatı aranıyor; diğer taraftan da, bu fiili durumu olağanlaştıracak bir “kurucu-başlangıç miti”...
Birincisi bu anlatıyı Cumhuriyet öncesi dönemde arıyor, ikincisi de 15 Temmuz darbe girişiminin anlamında. Birincisi söz konusu olduğunda, Cumhuriyet öncesine, “Cumhuriyetle birlikte kaybolduğu varsayılan” şeyi bulmaya gidenler, yüz yıldır çürüyen, kapitalist dünya ekonomisiyle emperyalizmin egemenliği altında “yarı-sömürge” biçiminde bütünleşen, ayakta kalabilmek için Batı’nın siyasi, ekonomik pratiklerini, teknolojisini kopyalamaya çalışan, borç içinde bir imparatorlukla karşılaşıyorlar. Ne son sultanların politikaları, ne İttihat ve Terakki’nin zorlamaları, ne de Mustafa Kemal’in Samsun’a gitmeden önceki arayışları bu imparatorluğu kurtaramadı. Siyasal İslâm, yaklaşık 100 yıl sonra, “Cumhuriyet Olayı”nı yok saymanın simgeselde yaratacağı boşluğu dolduracak şeyi, gidip baktığı yerde bulamıyor, bulamadıkça da hırçınlaşıyor.
İkinci olanaksızlık, Cumhuriyet “Olayı”nın, ona olan sadakatin “silinmesiyle” oluşacak boşluğu dolduracak bir “Olay” ve sadakati 15 Temmuz’dan çıkartma çabasına ilişkindir. 15 Temmuz darbe girişiminin sonuç almasını önleyen “şeyi” demokrasinin zaferi olarak sunmanın önünde aşılması olanaksız bir engel var: Eski rejimde, “demokrasi” denen şeyin “bulunduğu yer”, darbe girişiminden çok önce boşalmıştı.
Darbeden önceki 12 yıla baktığımızda, demokrasinin hemen tüm bileşenlerini tasfiye ederek “tek adam” rejimi kurmakta olan bir yönetim, sistemi fiilen değiştirdiğini açıklamaktan çekinmeyen bir liderlik görüyoruz. Bu görüntüye de her seçimden yenilgiyle çıkmasına karşın politikasını değiştirmeyen, “sert demeçlerle” tepki vermenin ötesine geçemeyen bir muhalefet, totaliter rejime ilerleme sürecini “demokratikleşme” sanan bir liberal entelijensiya, süreci doğru saptamakla birlikte bir türlü kendini toparlayamamış bir sol hareket eşlik ediyordu.
15 Temmuz gecesinde, Yenikapı mitinginde bir “şey” vardı ama, bu çoktan yok edilmiş bir “demokrasinin” savunulmasından başka bir şeydi; demokrasiyi yok etme sürecinin içindeki, bir (belki de son) sarsıntıydı. siyasal İslâmın, birkaç iflah olmaz yararlı salağın dışında kimse bu demokrasiyi savunma, bu savunmayı Milat ilan etme çabasını kabullenmiyor.
AKP liderliği de, siyasal İslâm da yukarıda değindiğim iki olanaksızlığı kabullenemiyor, topluma, özellikle de laiklik yanlısı kesime, bu tarihsel anlatıyı, “başlangıç mitini” ısrarla dayatmaya devam ediyor. Başaramadığı oranda da, AKP siyaseti bir histeri nöbetine dönüşüyor. Ancak bu bir bireyin değil de bir yönetici sınıfın, toplumsal hareketin hastalığıyken[121] hatırlanması gereken Sabahattin Ali’nin, “Kendini bir felaketin içinde kaybetmenin manası yoktur,” uyarısıdır…
 
II.5) OLAĞAN(LAŞTIRILAN) HÂLLER
 
Bir kere daha anımsatalım: Türkiye, 1949’dan beri Avrupa Konseyi üyesi; hatta kurucu üyesi. 1987’den beri de halkına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını tanıdı. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni OHAL boyunca askıya aldığını, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş aracılığıyla açıkladı. Bu durum, Avrupa Konseyi’nin artık doğrudan 90 gün boyunca Türkiye’yi “denetleyeceği” anlamına geliyor. Bu karara göre halkımız, OHAL sürecinde gerçekleşen ihlâlleri, Strasbourg Mahkemesi’ne götüremeyecek. Savaş ve ulusun varlığını tehdit eden durumlarda üye ülkeler bunu yapabiliyor ve sözleşmeyi “askıya” alabiliyor.[122]
Bu özellikleriyle herkese “Ne noceas, dum vis prodesse, memen to/ Fayda yerine zarar vermemeyi hatırla!” uyarısını anımsatan OHAL’e mündemiç olağanlaştırılan hâllerin somut verilerin “Codex expurgatorius/ Kara liste”sini kısaca ve süratle sıralarsak…
• ‘Amnesty International/ Uluslararası Af Örgütü’, Türkiye’de 15 Temmuz’daki darbe girişimi sonrası gözaltına alınanların bazılarının dövülüp işkenceye maruz kaldığı yolunda güvenilir kanıtlar olduğunu bildirdi. Örgüt, polisin gözaltındaki bazı üst düzey askeri yetkililere cop ya da parmakla tecavüz ettiğini açıkladı...[123]
Uluslararası Af Örgütü, darbe girişimi sonrasında gözaltına alınanların işkence ve tecavüze uğradığına dair güvenilir kanıtlar olduğunu açıkladı. ‘Amnesty International’in Türkiye Araştırmacısı Andrew Gardner, işkence[124] ve tecavüz iddialarını avukatlar, doktorlar ve gözaltı merkezi olarak kullanılan spor salonundaki görevlilere dayandırdıklarını aktardı…[125]
• Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası emniyet ve cezaevlerinde çok yaygın işkence ve tecavüz vakalarının yaşandığını söyleyerek, “Adliye mescidinde beraber namaz kılanlar bu arkadaşlarımıza hapishanelerde tecavüz ediyorlar... Ülke genelinde ve Ankara’da yaygın işkence var… Ülke genelinde 40 bin tutuklama, 80 bin gözaltı var. İşkence yapıldı. Birbirlerine yaptılar diyemeyiz. 18 kişi intihar etti,” diyerek, ‘FETÖ’ suçlamasıyla tutuklananlar arasında emniyet ve cezaevlerinde tecavüze uğradığı için kalın bağırsak ameliyatı olanların bulunduğunu açıkladı...[126]
• ‘İnsan Hakları Derneği’nin verilerine göre, OHAL sürecinde 40 bin kişi gözaltına alındı, 20 bin kişi tutuklandı.
‘Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin verilerine göre, 100’den fazla gazeteci tutuklandı, 2 bin 500’e yakın gazeteci işsiz kaldı. 115 gazetecinin sürekli basın kartı, 660 gazetecinin sarı basın kartı iptal edildi. 45 gazete, 15 dergi, 18 televizyon kanalı, 23 radyo, 29 yayınevi, 3 haber ajansı kapatıldı. Kapatılan radyo ve televizyonlar polis baskınıyla mühürlendi…[127]
• OHAL ilanı ile birlikte işkence uygulamaları her geçen gün artarak devam ederken, İstanbul’da gözaltına alınanlara 90’lı yılların işkence görüntülerinin izletildiği belirtildi…[128]
• BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Al Hussein, ellerinde Kürdistan’da çok ciddi insan hakkı ihlâlinin yaşandığına dair veriler olduğunu açıklayıp, Türkiye’nin bir an önce kapılarını BM İnsan Hakları Komiserliği’ne açmasını istedi…[129]
• OHAL ve çıkartılan KHK’lerle muhaliflere yönelik ‘Cadı avı’na dönüşen tasfiye ve tutuklamalara karşı Uluslararası Basın Örgütleri ortak açıklama yaparak, “Eşi görülmemiş’ bir baskı ortamı yaratıldı,” dedi...[130]
• “Darbecilere karşı o gece elimde silah olsaydı alnının çatısından vururdum,” diyen[131] TBMM Cezaevi Alt Komisyonu Başkanı AKP’li Mehmet Metiner, “FETÖ’cü tutukluları ziyaret etmeyeceklerini, onlarla ilgili kötü muamele ve işkence iddialarıyla ilgili inceleme ve araştırma yapmayacaklarını,”[132] söyledi…[133]
• Darbe girişiminin ardından Fuat Avni’nin kendisini takip ettiği gerekçesiyle tutuklanan gazeteci Ayşenur Parıldak, 19 gündür tecritte olduğunu bildirdi. Gözaltında darp edildiğini, tacize uğradığını belirten Parıldak, cezaevinde bir kadın hâkimin bileklerini kestiğini, 60 yaşındaki bir kadının da iki kez çıplak arandığını kaydetti…[134]
• Ahmet İnsel, “Düşman ceza hukuku görev başında… Yürürlükte olan güçlünün hukukunda bunun mümkün olmadığını, olmayacağını biliyoruz,”[135] dedi…
 

HUKUKÇU ANKARA MİLLETVEKİLİ ŞENAL SARIHAN’IN
‘15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ VE OHAL UYGULAMALARI RAPORU’NDAN[136]

İşkence 12 Eylül’ü aratmıyor

İşkence ve kötü muamele 12 Eylül’ü aratmayacak durumdadır. Basına da yansımış olan fotoğraflar dahi, gözaltına alınan kişilere yapılan uygulamaların, suçları ya da haklarındaki iddia ne olursa olsun kimseye uygulanmaması gereken ve insanlığa karşı suç olarak kabul edilen işkencenin açık kanıtlarıdır.

Varsayıma dayanılarak tutuklama

12 Eylül sürecince gözaltına alınan sayısı 650 bin, tutuklu sayısı 52 bin iken, bugün, yalnızca 15 Temmuz-5 Ağustos arasında 18 bin 44 kişi gözaltına alınmış ve 9 bin 677 kişi tutuklanmıştır. Tutuklamalar, varsayıma dayalıdır.

Gerekçesiz tutuklamalar

12 Eylül, gözaltı ve tutuklamalarda çoğunlukla sivil kişilere ve akademisyenlere yönelmişken, 15 Temmuz; asker, yargıç, savcı ve diğer kamu görevlilerini hedef almıştır. Askerler, kamu görevlileri, akademisyenler, hâkimler ve savcılar gerekçesiz kararlar ile tutuklanmaktadır.

CMK göreviyle giden avukatlara tehdit

12 Eylül dönemi savunma hakkı ihlâllerini aşan bir uygulama gerçekleşmiş, CMK avukatlarının gözleri önünde işkence ve kötü muamele uygulanmış, avukatlar tehdit edilmiştir.

Memuriyetten çıkarma yargısız infaz

Çıkarılan KHK’lerle 49 bin 694 kişi işten atılmış ya da açığa alınmıştır. 12 Eylül’ün 1402’likler uygulamasının bir benzeri olan bu işlemler tam bir yargısız infazdır.

Mal varlığına el koymalar

12 Eylül’de sendika ve derneklerin mallarına el konulurken bugün, haklarında kesin hüküm olmadığı hâlde tutuklanan kişilerin ve kapatılan dernek ve vakıfların mal varlıklarına el konulmaktadır. Tutuklananların mülkiyet hakkına el konulması AİHS’nin 1 Numaralı Protokolü’nün (mülkiyet hakkı) ihlâlidir.

12 Eylül gibi 15 Temmuz da basını hedef aldı

12 Eylül’de cezaevinde 31 gazetecinin bulunduğunu biliyoruz. Bu sayının sarı basın kartlı gazetecileri kapsadığı kanısındayım. Özellikle sol grupların yayın organlarında çalışanların bu gruba alınmış olma olasılıkları az. OHAL ilanından sonra 166 gazetecinin gözaltına alındığını, bunların 66’sının tutuklandığını, daha önce cezaevlerine alınanlarla birlikte şu anda 166 gazetecinin tutuklu olduğu biliyoruz.

 
• MİT verilerine göre 2016’nın Mayıs ayında 3 bin 563 vatandaş MİT’e ihbar başvurusunda bulunmuştu. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ise MİT’e ihbar yağdı. Haziran’da 2 bin 800 ihbar yapılırken Temmuz’da 7 bin, Ağustos’ta ise 10 bin 195 ihbar oldu.[137] Aylık ortalama 2 bin olan ihbar sayısı 15 Temmuz’un ardından 10 bini aştı. İhbarların tamamına yakınının Gülen Cemaati ile ilgili olduğu belirtildi. 20 Temmuz 2015 Suruç patlaması ile MİT’te ihbarlarda artış yaşanmıştı. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından MİT’e yapılan ihbar sayısı en az beş kat arttı…[138]
• Olağanüstü hâl sürecinde çıkarılan KHK kapsamında, imc tv, Hayatın Sesi TV, Denge TV, Jiyan TV, Zarok TV ve Van TV’nin de aralarında bulunduğu 12 TV ve 11 radyonun yayını durduruldu. 12 TV ve 11 radyonun ismi RTÜK tarafından TÜRKSAT’a bildirildi. TÜRKSAT, ismi iletilen kanallardan uydu ortamında yayın yapanların yayınını durdurdu…[139]
• Darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL’i bahane ederek Kanun Hükmünde Kararnameler ile muhalif gazete, televizyon kanalları ve radyoları kapatan AKP iktidarından, şimdi de ekonomik tehdit... Basın İlan Kurumunun ‘Resmi İlan ve Reklamlar ile Bunları Yayınlayacak Süreli Yayınlar Yönetmeliği’ndeki düzenlemeye göre, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü için tehdit oluşturan süreli yayınlar, resmi ilan ve reklam yayınlama hakkı açısından değerlendirilmesi, resmi ilan ve reklam yayınlayan süreli yayınların içerikleri ile imtiyaz sahibi gerçek veya tüzel kişi temsilcileri, ortakların çoğunluğu ya da varsa tüzel kişi temsilcisi hakkında “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar” ve/veya “Terörle Mücadele Kanunu” kapsamında dava açılması hâlinde dava sonuçlanıncaya kadar bu hakkın durdurulması kararlaştırıldı…[140]
• Operatör Doktor Aret Kamar’ın kurucusu ve sahibi olduğu İstanbul Tüp Bebek Merkezi’ne Fetullahçı Terör Örgütü’ne bağlı olduğu gerekçesiyle OHAL kapsamında el konularak kapatıldı. Kendisinin Ermeni ve Hıristiyan olduğunu ve Fetullah Gülen’le hiçbir alâkâsı olmadığını belirten Aret Kamar, “Bu yapıyla hiçbir bağlantımız söz konusu olamaz. Ancak merkezimiz Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldığı için mahkeme, avukat hiçbir girişimde bulunamıyoruz,” dedi…[141]
• Bolu’da mülkiyeti Bolu Belediyesi’ne ait büfelerde içki satışı yasaklandı. 13 büfeden 8’inin içki satış ruhsatı varken el değiştirdikçe yenilenmemiş ve içki satışı yapılan büfe sayısı 4’e düşmüştü...[142]
• Yozgat Valiliği’nin bir gecede aldığı “OHAL kapsamında kentteki alkollü mekânların kapatılması” kararı, en başta Yozgatlı esnafı mağdur etti. Şehrin ilçelerinde bulunan 32 alkollü mekânın sahipleri, “OHAL sadece Yozgat’ta mı var?” diye tepki gösterdi. Alkollü mekânları kapattıran Yozgat Valisi, “Bir bakıma elektrik verdik, herkes kendine gelsin!” dedi…[143]
• Yozgat ve Bolu’dan sonra, Kocaeli Tramvay güzergâhındaki barları yıkılan işletmeciler mağdur. Belediye, “günah işlemiş oluruz” diyerek yeni yer ve ruhsat vermiyor…[144]
• Iğdır’ın Melekli beldesinin AKP’li başkanı Ali Varol, darbe girişimine katılanların daha sonra tanınmaları için, “Kulağını kes, çıktıklarında tanıyalım,” önerisinde bulundu…[145]
• Prof. Fazıl Hüsnü Erdem, “15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Kürd meselesi artık askere havale edilmemeli,” dedi…[146]
• Akademisyen Doç. Dr. Hüseyin Can, birkaç kişinin “Ben öyle duydum, bence öyle” demesiyle FETÖ soruşturması kapsamında tutuklandı…[147]
• Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar’ın pasaportuna Atatürk Havalimanı’nda el konuldu. Dilek Dündar’ın yurt dışına çıkışına izin verilmedi. Avukatlar, “Uygulamanın bir rehin alma olayı olduğu” yorumunu yaptı…[148]
• Gazeteci Ayşe Yıldırım ile gazeteci yazar Celal Başlangıç’ın pasaportlarına el kondu, yurtdışına çıkışlarına izin verilmedi…[149]
• Antalya’da FETÖ soruşturması kapsamında 26 avukat için gözaltı kararı verilirken, gözaltına alınanlar arasında Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) genel başkan yardımcısı Münip Ermiş, barış için akademisyenler bildirisine imza atan akademisyenler, kırmızı fularlı kız olarak bilinen Ayşe Deniz Karacagil’in de davalarına bakan Hakan Evcin, Antalya Barosu Yönetim Kurulu üyesi Lider Tanrıkulu ve Sedat Alp da bulunuyordu...[150]
• Diyarbakır’da açığa alınan Eğitim Sen üyesi öğretmenlerden 24’ü gözaltına alındı, 7’si ise 25 Eylül 2016’da tutuklandı. Öğretmenlerin evlerinde yapılan aramalarda, Abdullah Öcalan’ın ‘Kapitalist Uygarlık’ adlı kitabının yanı sıra gazeteci Fehim Taştekin’in ‘Rojava: Kürtlerin Zamanı’ kitabı suç delili sayıldı...[151]
• Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde öğrenim gören 42 öğrenci, haklarında açılan dava sonuçlanmadan “mahkeme kararı var” denilerek üniversiteden atıldı. Durumu mahkemede anlatan öğrenciler, hâkimin “Bizi ilgilendirmiyor” cevabı ile karşılaştı…[152]
• Türkiye 2’nci Ligi’nde mücadele eden Amedsportif Kulübü futbolcusu Deniz Naki hakkında, sosyal medya hesaplarından, ‘Terör örgütü propagandası’ yaptığı iddiasıyla 5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. İddianamede, polis tarafından düzenlenen tespit tutanağına dikkat çeken savcı, Naki’nin Facebook hesabından 4 Ocak 2016 günü, “Bir baba düşünün iki evladı da vurulmuş ve yanlarında öylece çaresizce cansız bedenlerine bakıp duruyor, Cizre’de yasak var diye onları gömemiyor” diyerek bir paylaşım yapıldığını kaydetti...[153]
• Cumhurbaşkanı Erdoğan, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, Uluslararası Savunma Danışmanlık Şirketi’nin (SADAT)[154] kurucusu emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’yi Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı görevine getirdi. SADAT, “Müslüman ülke silahlı kuvvetlerinin organizasyonu ve stratejik kullanımına danışmanlık, son kullanıcıdan eğitici seviyesi kadar özel konularda eğitim ve harp, silah ve araçlarının temini, bakım ve onarımı hizmetlerinde görev yapmak üzere” kurulmuş bir “savaş şirketi”…[155]
• Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, katıldığı canlı yayında 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin olarak, “Her fırsatta yeni bir darbe girişimi olabileceği” yönünde açıklamada bulunurken; “Artık bu yönde askeri bir girişimin imkânsız” olduğunu söyleyerek silahlanan yeni “milis” güçlerini işaret etti. Silahlanma hikâyelerinin kulağına geldiğini, “Bunu gizlemenin bir âlemi yok” diyerek aktaran Gökçek, “Ben bunun yasal hâle gelmesi için her televizyonda anlatıyorum. Muazzam bir silahlanma oldu. Pompalı tüfeği alan evine atıyor. Sen yarın bir darbe yapmaya kalksan, senin elinde piyade tüfeği, kaleş varken, bu kalkıp pompalı tüfeğiyle gelmeyecek mi? Acımaz da. Şunu artık anladılar bütün dünya bize bir tezgâh yapıyor. Darbe olsun da gelsin beni öldürsünler diye mi bekleyecekler” ifadelerini kullandı…[156]
• Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın (MİT) 2015 yılı içerisinde 90 milyon TL’lik ek bütçe kullandığı ortaya çıktı. MİT’in 2015 Yılı Faaliyet raporu, internet sitesi üzerinden yayımlandı. Raporda, teşkilâtın 2015 yılı bütçesinin Bütçe Kanunu ile 1 milyar 108 milyon 220 bin TL olduğuna dikkat çekildi. Yıl içerisinde gerçekleşen işlemleri takiben MİT’in bütçesine ekleme yapıldığı anlatılan rapora göre kuruma 106 milyon 727 bin ek bütçe verildi. Ek bütçenin yaklaşık 16 milyon 208 bin TL’si düşülerek, kuruma toplam 90 milyon 518 bin TL ödenek ayrıldı. Yine rapora göre 198 milyon 738 bin TL olan toplam ödenekten 175 milyon 927 bini 2015 yılı içinde harcandı…[157]
• Cumhurbaşkanı Erdoğan, Şırnak’ın Cizre ilçesinde görev alan güvenlik güçlerinin kumanya taleplerine ilişkin olarak, “Havyar bile isterlerse göndermek gerekir,” dedi...[158]
• Cumhurbaşkanı Erdoğan, darbe gecesini “Tankları sadece tankların, F 16’ları sadece F 16’ların, silahları sadece silahların durduracağını düşündüler. Allah’ın halifesi olarak yarattığı insan daha güçlü çıktı ve durdurdu,” diye değerlendirdi…[159]
• Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, CNN Türk’te Hakan Çelik’in sunduğu programda 15 Temmuz 2016 gecesine ilişkin açıklamalarında, Fethullah Gülen’in insanları üç harfliler (cinler) ile kontrol altına aldığını iddia ederek, kendisine de hediyeler göndererek bunu denediğini söyledi…[160]
• Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, ‘Camiler ve Din Görevlileri Haftası’nın açılış programındaki konuşmasında, “Eğer camilerimiz tam manasıyla bütün milleti, cemaati toplama yeri olsaydı; insanları çeken bir yer olsaydı birtakım insanları toplamak için FETÖ benzeri sahte örgütlere ihtiyaç kalmayacaktı,” derken; Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez de, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘Camiler ve Din Görevlileri Haftası’ programının açılışında, camilerin 24 saat açık kalması üzerinde çalıştıklarını belirterek, “Bu hafta içerisinde ‘Namazla Diriliş Haftası’ vesilesiyle camilerin 24 saat açık kalması üzerinde durmaya başladık. Bunu henüz başarabilmiş değiliz. Ancak başarmamız gerekiyor. Camiler namaz vakitlerinde açılan, namazdan sonra kapatılacak devlet daireleri değildir. Camiler Allah’ın evleridir. Bizim Diyanet olarak camilerin kapısına kilit vurma hakkımız olamaz, olmamalıdır. Camiler 24 saat açık olmalıdır. Gece yarısında dahi bir kardeşimiz bir mabedin önünden geçerken içeri girip Rabb’ine yönelme hakkına sahip olduğunun farkında olmalıdır. Onun için son yıllarda en çok üzerinde durduğumuz hususlardan bir tanesi camilerimizin açık bulundurulması. Caminin mesai saatleri yoktur. Din gönüllüsünün mesai saatleri yoktur. Cami devlet dairesi değildir. Cami Allah’ın evidir ve Allah’ın evi 24 saat her kardeşimize kapısını açık tutmak zorundadır” ifadelerini kullandı…[161]
• Ankara Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda bulunan Millet Camisi’nde 6 Ağustos 2016 günü toplu zikir yapıldı. Millet Camisi’ndeki zikir görüntüleri internette paylaşıldı. Videoya düşülen notta zikiri, “Galibi Şeyhi Ali Yetkin Şekerci Efendi” olarak bilinen Ali Yetkin Şekerci’nin çektirdiği yazıldı…[162]
• 20 Temmuz 2016 tarihinde Taksim Meydanı’nındaki ‘Demokrasi Nöbeti’nde Kadir Topbaş, “Şeytanın dahi aklına gelmeyecek kendi insanına silah doğrultacak bir terörist hareketi görmekteyiz. Bu öyle bir hareket ki Fetoşizm olarak tarihe geçti. FETÖ’nün teröristleri asker kıyafetini istismar ederek, asker görünümlü şeytana dönüşerek bu milletin canına kast ettiler. Buraya gelmeden önce bir toplantı yaptık. Bunların ölenlerine Ordu Belediye Başkanı yer vermedi. Ailesi alıp bahçesine gömmüş. Başkanımızı kutluyorum. Şunu söyledim. ‘Bunları hiçbir mezarlığımız kabul etmez’ dedim. ‘Kimsesizler mezarlığında ağzı dualı insanlar var, orası da olmaz’ dedim. Bir yer ayıracaksınız ve Vatan hainleri mezarlığı diyeceksiniz, geçenler lanet okuyacak. Her giden lanet okusun ve kabirlerinde yatamasınlar’ dedim. Zaten cehennemden kurtulamazlar inancındayım. Ama dünyalarını da dar etmemiz lazım. Her giden lanet okusun ve kabirlerinde yatamasınlar,” dedi…[163]
• 15 Temmuz’daki darbe girişiminin ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın darbe girişiminde bulunanların defnedilmesi için “Vatan Hainleri Mezarlığı” kurulsun önerisi kısa bir süre içerisinde gerçekleştirildi. ‘Hainler Mezarlığı’ tabelası asılan mezarlığa ilk defnedilen ise Acıbadem Mahalle muhtarını öldüren Yüzbaşı Mehmet Karabekir oldu…[164]
• Manisa’da demokrasi nöbetinin 10’uncu gecesinde Manolya Meydanı’nda toplanan kalabalığa destek veren Manisa Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Çelebi, “Bu hareketin başındaki kişi, aslında millete ve devlete darbe yapmadı. Bu hareketin başındaki kişi Allah’a karşı darbe yapmaya çalıştı. Bu Allah’a karşı bir kalkışmadır,” dedi...[165]
• Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “İslâmi düzene geçme” çağrısı yapan Akevlerin kurucularından ‘Akit’ yazarı Süleyman Karagülle, “Artık İslâm düzeninin yeryüzüne gelme zamanı gelmiştir,” diyerek ekledi: “Artık Adil Düzen’i benimsedim, demelisiniz. Bunu söyleme zamanınız gelmiştir. Bu hem insanlık âlemi için gereklidir, hem sizin kendiniz için gereklidir”…[166]
• Facebook’taki kişisel hesabından 2 Haziran 2014 tarihinde başı örtülü bir kadın resmi üzerinde, “Bir kadın evinden süslenip çıkıp evine dönene kadar kaç erkeğin şehvetini tahrik etmişse o kadar erkekle zina yapmış gibidir (Hadis-i Şerif, Tirmizi/111)” yazılı paylaşımı CHP Burdur Milletvekili Mehmet Göker tarafından 21 Eylül’de gündeme getirilen İl Milli Eğitim Müdürü Mahmut Bayram, bir süredir vekaleten yürüttüğü göreve asaleten atandı…[167]
• Başbakan Binali Yıldırım’ın, yeğeni Emine Yıldırım’ın nikâhında mutluluğun sırrının itaat etmekten geçtiğini belirterek, “Peki de; itaat et, rahat et,” dedi…[168]
• Kadın polislerin başörtüsü takmasının önünü açıldı. 27 Ağustos 2016 tarihli ‘Resmi Gazete’de, ‘Emniyet Hizmetleri Sınıfı Mensupları Kıyafet Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle, kadın polislerin başörtüsü kullanması serbest bırakıldı. Buna göre kadın polisler, şapka, kep veya örgü altında kaldığı sürece, üniformalarının renginde ve desensiz başörtüsü kullanabilecek...[169]
• Erdoğan/AKP iktidarı, şort giydiği için genç bir hemşire kızımızın suratına otobüste atılan tekme olayını “münferit” yani bireysel bir hadise olarak görüyor...[170]
• Atama bekleyen bazı öğretmen adayları da 30 Eylül 2016’da saat 14.00’te İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü önünde toplanarak eylem yaptı. “Öğretmenler işsiz, okullar öğretmensiz” sloganları atan öğretmen adayları mülakatın kaldırılmasını talep etti. Öğretmen adayları sözlü sınavda alanları dışında ilginç sorularla karşılaştıklarını belirterek, “Gezi’de ne hissettin?, Ne yemek yapıyorsun?, İnsan kopyası iyi mi kötü mü?, Maç izler misin?, Terör örgütlerini sayınız, Yılbaşında kutlama yaptınız mı?” gibi sorular sorulduğunu açıkladılar…[171]
• AKP, personel alımında yazılı sınavı etkisizleştirip sözlü sınavı yaygınlaştırıyor…[172]
• Muğla’nın Marmaris ilçesinde tüm okullarda, zil yerine 15 Temmuz Demokrasi Marşı çalınmaya başlarlarken; İlçe Milli Eğitim Müdürü Züleyha Aldoğan, “Söz konusu vatan, bayrak ve demokrasi olunca gözünü kırpmadan ölüme gidecek gençler yetiştirmek istiyoruz,” diye konuştu…[173]
• Erdoğan’ın 15 Temmuz darbe girişiminden beri sokaklarda olmasını istediği “demokrasi nöbetçileri” Alevî mahallelerindeki tehditlerin ve saldırı girişimlerinin ardından Hatay’da Hıristiyanları da taciz etti. 20 kişilik faşist bir grup tekbirlerle Ortodoks Kilisesi önünden geçti…[174]
• ‘Milli Gazete’ yazarı Mehmet Şevket Eygi, gazetenin 7 Eylül 2016 tarihli nüshasında yer alan yazısında, “parlak günler”in yaklaştığını belirterek, “Kadınlar ve kızlar, aşırı dekolte fâhişe kıyafetiyle gezerek ham erkekleri tahrik etmeyecek, bazı seviyesiz ve rezillerin tâciz ve tecavüz etmesine fırsat ve imkân vermeyecek” ifadelerini kullandı...[175]
• ‘Evrensel’ gazetesinde sekreter olarak çalışan Hazal Ölmez 2 Ağustos 2016’da iş çıkışı evine giderken “Neden açık giyindin, darbecisin, Fethullahçısın” diye bir grup tarafından linç edilmek istendi. İkisi kadın, 3 kişi Ölmez’i darbederek, çevredeki insanları da, “açık kıyafetli” ve “darbeci” diye bağırarak lince çağırdı…[176]
• CHP Burdur Milletvekili Mehmet Göker’in Meclis gündemine taşıdığı, Burdur İl Milli Eğitim Müdürü Mahmut Bayram’ın, 2 Haziran 2014 tarihli “Bir kadın evinden süslenip çıkıp evine dönene kadar kaç erkeğin şehvetini tahrik etmişse o kadar erkekle zina yapmış gibidir” Facebook paylaşımı hakkında soru önergesi verdi. Milli Eğitim Bakanlığı soru önergesiyle Meclis gündemine taşınan konuyla ilgili bir işlem yapılmadığını bildirdi...[177]
• 28 belediyeye kayyım atanmasıyla ilgili bir soru üzerine Başbakan Binali Yıldırım, “Bazı belediyeler bölücü terör örgütünün adeta lojistik merkezi hâline gelmiştir. Bu belediyeler dışında yeni görevlendirmeler olabilir” dedi…[178]
• TBMM Başkanı İsmail Kahraman müziksiz ve içkisiz gerçekleştirilen resepsiyonunun açılış konuşmasında, “Tarihimizde olmayan ve dünya tarihinde de ender rastlanan bir trajediyi yaşadık. Milletimizin DNA’sında yiğitlik, korkusuzluk ve cesaret vardır,” dedi…[179]
• Erzurum’da Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, “Bizde her şey var her tarafı sularız nüfusu artırın. En az 5 çocuk diyeceksiniz. Bundan sonra çocuğu 5’ten aşağı olanı genel müdür yapmayacağım,” dedi…[180]
• Habertürk TV’de ‘Enine Boyuna’ programını sunan Ece Üner, darbe girişimi gecesi hayatını kaybeden yurttaşlara ‘şehit’ demediği için konuk Prof. Dr. Nurşen Mazıcı’yı yayından çıkardı…[181]
• ‘Yeni Şafak’ yazarı Cemile Bayraktar, G.Antep’teki canlı bomba saldırısının ardından “danışıklı dövüş” yorumu yaptı. Yandaş Yeni Şafak yazarı Cemile Bayraktar, G.Antep’teki canlı bomba saldırısının ardından bölgeye giden HDP milletvekillerini hedef alıp, Twitter hesabından “HDP vekilleri bölgeye gidiyorsa Antep saldırısı danışıklı dövüştür, provokasyona gidiyorlardır. Kendilerini 6-8 Ekim Katliamından tanıyoruz” diye yazdı…[182]
• ‘Özgür Gündem’ gazetesinin kapatılmasının ardından gazete merkezine yapılan baskında gözaltına alınan Günak Aksoy, gözaltı esnasında “Otobüste çevik kuvvet bize ‘Abdülhamit’in torunları kazandı, Lenin’in torunları kaybetti’ dedi,” açıklamasını yaptı…[183]
• ‘Özgür Gündem’e yapılan polis baskınında gözaltına alınan İMC TV muhabiri Gülfem Karataş, savcılık ifadesinde polisin kendisini tecavüzle tehdit ettiğini söyleyerek “S… seni, a… k.. çocuğu diyerek hakaret etti” dedi. Gülfem Karataş’ın polisin kendisini tecavüz etmekle tehdit ettiğini sosyal medya hesabı üzerinden “yorumlayan”(!) ‘Akşam’ gazetesi Ankara Temsilcisi Emin Pazarcı, “Çözemedim, ne çekicilikleri ve özellikleri var bunların? Uzun süredir izliyorum, yakalanıp gözaltına alınan PKK yandaşları genellikle ‘Polis beni tecavüzle tehdit etti’ diyor. En son olarak da Özgür Gündem Muhabirlerinden biri katıldı bu iddiaya,” dedi...[184]
Olup da, çoğalarak bitmeyenler, hepimize/ herkese Norman Cousins’in, “Hayatın trajedisi ölüm değil, biz yaşarken içimizde ölmesine izin verdiğimiz şeylerdir,” sözünü anımsatmıyor mu?
 
III. AYRIM VEYA TEORİK ÇERÇEVE: “DEMOKRASİ Mİ” DEDİNİZ?!
 
Herkese, “Demokrasi mi dediniz?”[185] sorusu eşliğinde “Demokrasi tartışmalarının dayanılmaz hafifliği”ni[186] anımsatan 15 Temmuz tablosunda savunulan olmayan demokrasi değil, Erdoğanlı AKP’dir ve de Nazlı Ilıcak’ın ifadesiyle, “Darbeye karşı olup RTE’nin yanında yer alanlar, demokrasiye sahip çıkmış olmaz. Zira AKP, demokrasiyi değil otoriterliği temsil ediyor.”
Bilindiği üzere; 15 Temmuz darbe girişimi Türkiye siyasi tarihindeki en ciddi siyasal kırılmalardan birini temsil ediyordu. Bu vesileyle ortaya çıkan tablonun çok çeşitli ve önemli yönleri bulunuyor. Bunlardan birisi de Türkiye’deki kronik burjuva demokrasisi sorunudur. Bir yanda, “darbeler devri bitti, artık bir Avrupa demokrasisi olma yolunda, G20 üyesi, dünyanın en büyük 20 ekonomisi içinde” denilen Türkiye’de böylesi ciddi bir darbe girişiminin gerçekleşmiş olması; diğer yanda, darbe girişimi öncesinde zaten yürümekte olan ve sonrasında da devam eden otoriterleşme sürecinin varlığı, Türkiye’deki demokrasi sorununun ne denli derin bir sorun olduğunu bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya koymuştur.
Bugün Türkiye, OHAL koşullarında parlamento, yargı ve anayasa denetiminden neredeyse tümüyle azade, gücün tek bir kişinin elinde toplandığı, keyfi bir yürütme erkinin sultası altında yönetilmektedir. Yasama ve yargının yürütmenin kuklası hâline geldiği bu tablo açıkça totaliterleşme yolundaki bir gidişatı yansıtmaktadır. Bir dördüncü kuvvet sayılan basın da çok büyük oranda yürütmenin borazanı durumuna getirilmiştir. Gazete ve televizyonların çoğu doğrudan yürütmenin emir ve talimatları altında faaliyet yürütmekte, böyle olmayanların en büyükleri de çeşitli mekanizmalarla sıkı markaj altında kontrol edilmekte ve yönlendirilmektedir. Muhalif ve aykırı basın organları birbiri ardına kapatılmakta, takibata uğramakta, yazarlar, muhabirler, çalışanlar hapse tıkılmakta, mahkemelerde süründürülmekte, işsiz bırakılmaktadır.
Devlette çalışan on binlerce insan büyük ölçüde sorgusuz sualsiz işten atılmakta, tüm bu işlemler yargı denetimi dışına çıkarılmaktadır. Toplamda milyarlarca dolarlık değeri ifade eden şirketlere el konulmaktadır. Halkın oyuyla seçilmiş belediye yönetimlerini görevden almak üzere OHAL kararnamesi çıkarılmış, yerlerine belediye meclisinin atama yapmasının önüne geçilmiş ve kayyum olarak merkezden bürokratlar atanmasının önü açılmıştır.
Tarihsel süreçten ortaya çıkan en önemli sonuç şudur ki, Türkiye’de tüm çeşitliliği içinde ve farklı arkaplanlarına rağmen burjuva fraksiyonların hiçbiri demokratik bir fıtrata ya da kapasiteye sahip değildir. Birbiri ardına demokrasi bayrağını sallayan bayraktarlar değişmiş, halkın önüne farklı kılıklar içinde çıkmış, “demokrasi ve özgürlükleri ben getireceğim” demişlerdir. Fakat sonuç burjuvazi ve burjuva demokrasisi açısından tam bir fiyaskodur. Genelde İslâmcılık, özelde AKP ve Gülenci hareket vs. hepsi acınası bir demokrasi sınavı vererek tarihsel anlamda meşruiyetlerini tüketmişlerdir. Burjuva kesimler arasında bugün kirlenmemiş olan, lekesiz olan yoktur.[187]
“Demokrasi şeytan işidir” diyen imamların, “demokrasiye sahip çıkın” diye insanları sokaklara çağırdıkları 15 Temmuz sürecinde kornalı demokrasiyi keşfettik, demokrasinin anlamını bilmeden!
Ali Nesin’in deyişiyle, “Demokrasi aşığı Türk milleti, düşmanını esir alıp ağzını burnunu dağıtır, tekme tokat döver, kan revan içinde bırakır, bununla yetinmez donuna kadar soyup resmini çekip milyonlara servis eder, dahası idamını ister. Türk milletinin demokrasi aşkında üst sınır yoktur!”
Tekrarlayalım: Ortada demokrasi mücahitliği falan yok. Demokrasiyi savunmak bu adamlara kaldıysa zaten isimiz bitik demektir.
15 Temmuz ile mevcut olmayan bir şey uğruna mücadele edildiğini ve hatta onun kurtarıldığını da öğrenmiş olduk! Herkesin, aslında anlamını ve içeriğini hemen hiç bilmediği bu “demokrasi” sözcüğünü yerli-yersiz ortaya getirip kullanması, ilkokulda anlamını yeni öğrendiği bir kelimeyi cümle içinde kullanmaya çalışan bir çocuğun düştüğü komik durumu hatırlatıyor her defasında; Friedrich Nietzsche’nin şu saptamaları eşliğinde: “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir.”
“Demokrasi demokrasi” diyerek ortalarda gezinenler, anayasayı ve hukuk kurallarını defalarca nasıl çiğnediklerini unuttular galiba…
Olanlar, “Biz onlara tankları topları emanet verdik. Emanete hıyanet ettiler,” biçiminde komik bir şekilde açıklanıyor. Gezi Olayları sırasında kullanılan TOMA’lar, gaz bombaları ve silahlar da emanet değil midir o zaman?
Demokrasi tekbir, “Allahu Ekber” ile kutlanılacak bir şey değilken; 2002’de “Demokrasi bizim için amaç değil araçtır” diyen kişilerin sokağa döküldüğü unutulmasın…
Camileri kim ne için böyle organize etti? Nasıl bu kadar organize olabildiler? Selâ okuyup, haydi sokaklara diye halkı galeyana getirmek “caiz” mi? Camiler ibadet yeri değil mi? İbadethaneler ne zamandır siyasetin aleti oldu?
Sokaklara inen binlerce, milyonlarca insan “Allahu Ekber, Tayyip, Tayip” diye sloganlar atarak, demokrasiyi gerçekten kurtarmış mı oldular?
Güray Öz’ün, “Yalan söylemeyecek, gerçekleri saptırmayacak, minareye kılıf aramayacaksak, artık Türkiye’de bir ‘demokrasi’den söz etmek zordur.[188] Parlamento işlevini yitirmiş, yürütme ‘olağanüstü koşullar’ gerekçesiyle ‘kanun hükmünde kararname’ çıkarma yetkisiyle donatılmış, yargı yürütmeye ‘de facto’ bağlanmış, darbecilerin tasfiye edilmesi zorunluluğu gerekçesiyle on binlerce kişi işinden gücünden olmuş, aralarında darbecilerin önemli bir yekûn tuttuğu binlerce kişi tutuklanmış, kısacası gerekçesi ne olursa olsun ‘demokrasi’ askıya alınmıştır,”[189] dediği tabloda Vesayetle mücadele süreci tersine döndü. AKP iktidarı, ilk döneminde yaptığı yasal değişiklikleri daha kapsamlı olarak birer birer geri getiriyor... AKP, iktidara gelmesinin ardından “askeri vesayeti ortadan kaldırıyoruz” söylemiyle yaptığı bütün uygulamalarını tersine çevirmeye başladı. Atabeyler soruşturmasıyla başlayan, TSK’yı hedef alan ve çok sayıda mağdurun oluşmasına neden olan yargı süreci büyük oranda tersine döndü. Kaldırdığı EMASYA protokollerinin yerine çıkarılan yasal düzenleme Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından onaylandı…[190]
Alın size “demokrasi”!
Danton’un, “Haklarına ancak koruyabildiğin müddetçe sahipsindir”; Mehmet Y. Yılmaz’ın, “Çoğunlukçu değil çoğulcu bir demokrasi,”[191] notunu düştüğü demokrasi, seçim mekanizmasının işletilmesinden ibaret değildir. Genel olarak farklı sınıf ve tabakaların, özel olarak farklı olanların, öteki sayılanların, çeşitli dinsel, etnik, kültürel grup, halk ve milletlerin çıkarlarını şiddete başvurmaksızın çözüme kavuşturma imkânını tüm topluma veren rejimdir.
 
III.1) KÜRESEL OTORİTERLEŞME
 
“Demokrasi”nin yalandan başka bir anlam ifade etmediği yerkürede, küresel otoriterleşme yükselen bir trenddir.
“Nasıl” mı?
Öncelikle Doğu Avrupa ülkeleri çoktan aşırı sağcı bir rotaya girdi. Önümüzdeki senelerde gerçekleşecek seçimler sonucunda Avrupa’nın çoğu ülkesinin, benzer partiler tarafından yönetilmesi mümkün.
Rusya’nın ya da Türkiye’nin durumu da malum. Uzunca bir süredir yeni otoriter rejimler adı verilen ailenin içinde yer alıyoruz. Özetle, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi fikri darbe üzerine darbe almakta. Hele olur da ABD’de kasım ayında Donald Trump başkan seçilirse, bu gidişatın giderek hızlanacağını söylemek mümkün.
Neo-liberal iktisadi sistem çöktü ve kendi üzerine kapaklanmak üzere. 2008 mali krizi sistemin bütün arızalarını gösterdi. O krizin etkilerinin de bugünkü aşırı sağa savrulmada büyük pay sahibi. Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezinden pek bahseden kalmadı.
Her durumda, gelecek çok parlak değil.[192]
Çünkü küresel iktisadi kriz, burjuva iktisatçılarının tüm yatıştırıcı söylemlerine rağmen devam ediyor, dahası derinleşiyor. Giderek azgınlaşan bir emperyalist paylaşım savaşı bu tabloya eşlik ediyor. Gerek krizin derinliği gerekse de emperyalist savaşın doğurduğu askeri-siyasal-toplumsal “risk”ler, tüm kapitalist ülkelerde bir otoriterleşme eğilimini de beraberinde getiriyor. Bu otoriterleşme eğiliminin temel dinamiği, egemenlerin burjuva düzene karşı gelişecek toplumsal tepkiyi daha baştan kontrol altına alma kaygısıdır. Bu toplumsal tepki olasılığının bir yanını giderek artan ve daha da azacağı belli olan emperyalist savaşa karşı emekçi kitlelerde biriken savaş karşıtı duygular oluşturuyor. Diğer taraftan derinleşen ekonomik kriz, tüm ülkelerde kapitalist egemenleri, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına daha geniş ve kapsamlı saldırılar örgütlemeye itiyor. Bu saldırıların işçiler tarafından sessizlikle karşılanmayacağının bilincinde olan burjuvazi, daha bugünden, özellikle “terör” bahanesiyle devletin baskı aygıtlarını güçlendirici ve demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı adımlar atıyor. Sendikal ve demokratik haklarını korumak için mücadele eden işçilerin önüne dikilen burjuva devletin baskı aygıtları pekiştiriliyor.
Otoriterleşme eğilimi güçlendikçe işçi sınıfının haklarına dönük saldırıların da arttığının çıplak bir örneğini bugünün Fransa’sında da görmek mümkün. Paris’te gerçekleşen IŞİD saldırılarından sonra olağanüstü hâl ilan eden Fransız burjuvazisi, Avrupa’nın çeşitli kentlerinde gerçekleşen saldırıları bahane ederek bu olağanüstü hâl uygulamasını uzattıkça uzatıyor. Bu arada, yarattığı korku ve pasifikasyon atmosferinde, her türlü gösteriyi yasaklayarak, işçi sınıfının haklarına dönük yeni saldırılar gerçekleştiriyor.
Günümüz Türkiye’sinde de otoriterleşme eğilimi ile işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına dönük saldırıların yoğunlaşması iç içe geçmiştir. İktidara geldiği ilk günden itibaren, AKP hükümeti burjuvazinin istekleri doğrultusunda işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına dönük sistematik bir saldırı kampanyası geliştirmiştir. Ama özellikle 2008 krizinden sonra artan baskılar ve otoriterleşmeyle birlikte işçi sınıfının haklarına dönük saldırılar katlanarak artmıştır. Gerçek ücretlerdeki düşüş, uzayan iş saatleri, taşeron çalışmanın görülmedik biçimde yaygınlaşmasıyla kadrolu çalışmanın hayal oluşu, güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, emeklilik yaşının uzatılması, parasız eğitim ve sağlık haklarına getirilen sınırlamalar, katliam boyutlarına ulaşan iş cinayetlerindeki ve kazalarındaki artışlar, hükümet eliyle yürütülen sendikasızlaştırma saldırısı, kamu çalışanlarının haklarının budanması… Ve nihayet AKP hükümeti otoriterleşme yolunda mesafe aldıkça gündeme getirilip yasalaştırılan kölelik büroları anlamına gelen özel istihdam büroları. Sırada, bugüne dek gelen tepkiler nedeniyle yasalaştırmadıkları ama önümüzdeki dönemde yasalaşacağına kesin gözüyle bakılan kıdem tazminatının fiilen tasfiye edilmesi duruyor. Ayrıca 45 yaş altı tüm işçilerin, ücretlerinden her ay 100 lira kesilerek zorunlu olarak bireysel emeklilik sistemine geçirilmesi de gündemde. AKP’nin 2009’da benimsediği politikaların özü, emeğin ve doğanın sınırsızca talan edilmesi için sermayenin önündeki tüm dizginleyici engellerin kaldırılmasıdır. Tam da bu nedenle, bu süreçte “terör” yasalarında yapılan değişikliklerle fabrikalardaki işçi eylemlerinin de istenildiği takdirde “terör” kapsamına sokulması mümkün hâle getirilmiştir.
İşçi sınıfına dönük saldırılar ile otoriterleşme eğilimi arasındaki bağ gerek tarihsel gerekse de güncel örnekleriyle ortadadır. AKP’nin tüm politikaları da buna örnek teşkil ediyor. Diğer toplumsal kesimlerin yanı sıra ideolojik propaganda yoluyla adeta felç ettiği geniş emekçi kesimlerin de desteğini alan AKP, gerek kendi önderliğinin şahsi hesapları gerekse de temsil ettiği büyük sermayenin nesnel ihtiyaçları doğrultusunda adım adım faşizme doğru yol alıyor. Sürecin ne kadar ilerleyip hangi katılıkta bir rejimle sonlanacağını, Erdoğan ve ekibinin kafasındaki hedeflere tam olarak varıp varamayacağını bugünden söylemek mümkün görünmüyor. Zira gerek iç dinamikler gerekse de uluslararası konjonktür son derece keskin çelişkilerle doludur ve emperyalist savaşın gidişatı tüm dengeleri altüst edecek sürpriz gelişmelere gebe bir ortam yaratmaktadır.[193]
Evet, evet bu dizaynda “neo-liberalizme isyan” Batı’da aşırı sağ partilere yönelirken, Türkiye’de liberallerin derin desteğiyle büyüyen siyasal İslâmın otoriter rejimine dönüşüyor. Tehlike de burada zaten. Korkut Hoca bu tehlikeyi şöyle özetledi: “Faşizmle akrabalık taşıyan ırkçı, otoriter, şoven-milliyetçi eğilimlerle, halk sınıflarının tarihsel belleğinde hâlâ var olan antikapitalist, antiemperyalist özlemler arasında olası bir ‘evlilik’ önlenmelidir.”[194]
Kolay mı?
Tarihçi Margaret Macmillan, günümüzü Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki döneme benzetiyor: Hızlı küreselleşme, yeni icatlar, toplumsal değerlere ilişkin tartışmalar ve gelir adaletsizliğinin yükselmesi. Bunun yanı sıra Rusya’nın XX. yüzyılın başındaki gibi dışlanmış hissetmesi ve gücünü ortaya koymaya hazırlanması.
Özellikle Batı’da aşırı sağın kuvvetlenmesi sebebiyle günümüzü İkinci Dünya Savaşı öncesine benzetenler de çok.
Ortadoğu’da devam eden savaşı, Avrupa’nın meşhur 30 yıl savaşlarıyla kıyaslamayan neredeyse yok.
Neticede günümüz, tarihteki büyük sorunlara gebe olan dönemlerle benzer özellikler gösteriyor.
Müesses nizam, kurulu düzen, sistem, adına ne derseniz deyin artık dünyanın ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Bu sebeple de düzenin sembol isimleri kuvvet kaybetmekte. Merkel, kendi evinde seçimleri Alman aşırı sağcılarına karşı kaybetti.
Cameron, AB’ye karşı bir şantaj olarak kullandığı Brexit oylamasında kendini ayağından vurdu ve siyaset sahnesinin dışına çıktı.
Fransa’da Sosyalist Parti iktidarı, ekonomik politikalarını protesto eden kitlelere karşı sert tedbirler uyguluyor. Başkanlık seçiminde aşırı sağcı Marine Le Pen’in şansı giderek artmakta.
Zamanında Haider’le aşırı sağa açık olduğunu gösteren Avusturya’da iptal edilen başkanlık seçimlerinin tekrarında aşırı sağın adayı Hofer’in seçilme ihtimali yüksek.
Cumhuriyetçi Parti’den aday bile olamaz denen Trump’ın, Clinton’ı anketlerde şimdiden yakalaması da gidişatın tehlikeli olduğunun işareti.
Macaristan, Polonya çoktan aşırı sağın elinde. Yeni adıyla Çekya’nın sosyal demokrat cumhurbaşkanı bile çoktandır benzer popülist bir yolda.
Buradan nereye gidileceği konusunda da kimsenin pek bir fikri yok. Aksine bir panik hâli seziliyor. Mesela Hillary Clinton, Trump seçmenlerinin yarısının acınacak durumda olduğunu söyledi. Hâliyle, seçmeni aşağılamak pek işine yaramadı. ABD’li yazar James Traub, Foreign Policy’de yayımlanan ve çok konuşulan makalesinde elitleri cahil kitlelere karşı ayaklanmaya çağırdı.
Yani popülist aşırı sağ, demokrasiyi içi boşaltılmış bir sandık hesabı olarak görürken, “elitler”in ise demokrasiye inancı sarsılıyor. Batı’nın bugün yaşadıkları memleketimizde uzunca bir süredir yaşanan merkez-çevre ve demokrasi tartışmalarını hatırlatmıyor değil. Elbette bunu bizim “çevre” temsilcilerinin, Batı’nın “elitleri”yle son senelere kadar yakın işbirliğini de not düşerek hatırlamalı.
Buradan nereye gidilir? Bu hâliyle iyi bir yere olmadığı açık![195]
 
III.2) TOTALİTERLEŞME
 
‘Demokrasi Endeksi’ dünya ölçeğinde 167 ülkenin 0-10 arası bir puanla sıralandıkları endekste ülkeler basın özgürlüğünden, seçimlerin güvenli şekilde yapılmasına, çoğulculuğa kadar birçok ölçüte (60 kadar ölçüt) bakılarak derecelendiriliyorlar. Buna göre ülkeler ‘tam demokrasi’, ‘kusurlu demokrasi’, ‘hibrid rejim’, ‘otoriter rejim’ olmak üzere dört ana kategoride gruplandırılıyorlar. Türkiye bu listede 5.12 puanla 97. sırada yer alıyor ve bu hâliyle ‘hibrid rejim’ olarak sınıflandırılıyor.
Buna bir de Adolf Hitler’in, “1933 yılında halk propaganda yapılarak falan kandırılmadı. Bir Führer seçildi ve açıkça planlarını ortaya koydu. Beni Almanlar seçti,” uyarısını hatırlatan hâl(imiz) eklenmeli…[196]
Adalet yok, hukuk yok, güvenlik yok, bürokrasi yok. Hepimiz yargılanıyoruz. Hükümet ve cumhurbaşkanı tarafından hepimiz artık kendine hayrı kalmamış bozuk adalet terazisinde tartılıyoruz. Korku imparatorluğu doruk noktasına ulaştı. Artık RTE’ye biat etmek bile yetmiyor. Onlar bile tehlikede. En yakınları bile kıyımda. RTE herkesin üzerine basa basa yükselmeye devam ediyor. (Durduğu anda rampada kalan kamyon gibi bir daha kalkamayacağını bildiğinden artık daha da hızlı tırmanmak zorunda!)…
Polisi, MİT’i, yargıyı, Meclisi, ordunun tepe kesimini ele geçirmişti yetmedi; darbe girişiminden sonra korkunç bir cadı avı başlatıldığını görüyoruz.
Tamam darbe önlendi, tek adam sultasına vites yükseltilerek sürdürülüyor; Stefan Zweig’ın şu satırlarındaki üzere: “Çicero, zorbalığın her türlü hak ve hukuka tecavüz ettiğini ileri sürer. Bir devletteki gerçek uyum ancak bireyin üstlendiği kamu görevinden kişisel çıkar sağlamak yerine kendi çıkarını toplumun çıkarının gerisinde tuttuğu zaman oluşabilir. Zenginlik, lükse ve israfa kaçmayıp iyi idare edilerek düşünsel ve sanatsal kültüre dönüşse, soylular kibirlerinden vazgeçse ve halk da demagoglardan rüşvet almak ve devleti bir partiye satmak yerine kendi doğal haklarını talep etse, devlet sağlığına ancak o zaman kavuşabilir.”[197]
Bu durumda, bugün itibarıyla:
• Devletin her kurumuna herkes nasibini alıyor. Yakında iş başvurularında imam hatip şartı aranabilir.
• TSK’nın bütünlüğü bitti. Başındaki “özel” kurmay başkanı, şeyhler ve hocalar ile poz vermekle meşgul.
• Yargı ve ülkedeki adalet sistemi zaten bitmişti; üzerine tuz biber ekildi.
• 17-25 Aralık ve MİT TIR’ları soruşturmaları -tamamen- bitti. Bundan sonra gündeme getiren kişi direkt olarak FETÖ’cü ilan edilerek içeri atılır.
• Meral Akşener bitti; dolayısıyla şu an, AKP destekçisi olan MHP de bitti.
• AKP bile bitti; Erdoğan’ın artık bir partiye ihtiyacı kalmadı. Büyük ihtimal bir sonraki seçim başkanlık seçimi olacaktır.
vii) Darbe bahanesi ile çıkan OHAL ile “yeni” bir rejim ilan ediliyor.
Ve şimdi, yarın görülemiyorken; “15 Temmuz’dan önce de güçlünün devleti yürürlükteydi. 15 Temmuz lütfûndan sonra ‘yegâne güçlü’nün devletine dönüştü.”[198]
O hâlde soralım: “Güçlü devlet” işçi-emekçi yığınların çıkarına mıdır? Burjuva ideolojisinin etkisi altında kalan emekçi yığınlar bu soruya tereddütsüz evet cevabı verseler de gerçeklik bunun tam tersidir.
“Güçlü devlet” söylemi, bir burjuva ideolojisi olan milliyetçiliğe dayanır, onunla iç içe geçer. Milliyetçiliğin her türlü burjuva ideolojisinde şu ya da bu oranda, şu ya da bu ton veya ağırlıkta var olduğunu hatırlarsak, burjuva ideolojisinin etkisi altındaki kitlelerin bu söyleme ne denli aşina oldukları kendiliğinden ortaya çıkar.
Coğrafyamızda yüzyıllar boyunca hüküm sürmüş Asyatik despotizm, popüler kültürde devlete ve onu şahsında temsil eden despota dair derin izler bırakmıştır. Kutsallaştırılan devlet ve onun başındaki despot ne denli güçlü ise, devletin tebası durumundakilerin de bundan o denli yarar elde edeceği düşüncesi, yüzyıllar boyunca egemen sınıf tarafından halka türlü yollarla yutturulagelmiş, bunu kabul etmeyenlerin de boynu vurulmuştur.
Kapitalist toplumda devletin “güçlenmesi”, aslında burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin güçlenmesi anlamına gelir. Daha güçlü bir ordu, daha güçlü bir polis teşkilâtı vb. sömürülen yığınların düzeni değiştirme mücadelesine karşı sermaye sınıfının baskı aygıtlarının, yani bu sömürü düzenini zor yoluyla muhafaza eden aygıtların güçlenmesinden başka bir anlama gelmez. Benzer şekilde “devletin ekonomik olarak güçlenmesi” diye emekçilere yutturulan şey de aslında o devlette egemen olan kapitalistler sınıfının iktisaden güçlenmesi ve dünya emperyalist sistemi içerisinde rekabet gücünün artmasından başka bir anlama gelmez. Ülke ekonomisinin büyüyüp güçlenmesi, işçi ve emekçilerin yaşam standartlarının bire bir yükselmesi anlamına gelmez. Olsa olsa bu, burjuvazinin katlanan zenginliğinden işçi ve emekcilere küçük kırıntılar aktarması olanağının artması ve kapitalist düzeni onlar için biraz daha katlanılabilir hâle getirmesi anlamına gelir. Nitekim, büyüyen ekonominin işçiler açısından daha iyi çalışma ve yaşam koşulları anlamına gelmediğini Türkiye ekonomisinin son on yıllık gidişatına bakarak da çırılçıplak görmek mümkündür. Türkiye ekonomisinin katlanarak büyümesi, aslında işçi sınıfının daha çok sömürülmesi, düşen reel ücretler, kırpılan sosyal haklar, ağırlaşan çalışma koşulları, katliam boyutlarına varan iş cinayetleri anlamına gelmiştir.
“Güçlü devlet” arzusu faşizmi beslerken; “güçlü devlet” söylemi de faşizmin değirmenine su taşır. Her şeyin önüne geçirilen bir “güçlü devlet” vurgusu ve devlet gücünün kutsanması, aslında faşist söylemin temel direklerinden biridir. Her ne kadar faşizmin “her ülkeye az çok uyan, genelleşmiş bir ideolojisi” olmasa ve “faşizm, iktidara yerleşebilmek için içinde hareket ettiği zaman ve mekân koşullarına bağlı olarak amacına denk düşecek uygun demagojiyi” kullansa bile, her örnekte “güçlü devlet” vurgusunu ayırt etmek mümkündür. Zira faşizm, kapitalist sömürü düzenini ve burjuva devleti tehdit eden güçlerin en acımasız yöntemlerle ortadan kaldırılarak “devletin bekasının sağlanması”nı hedefler.
Faşizm teriminin kaynağına baktığımızda bile, onun esas olarak devleti en gaddar biçimde koruma düşüncesine dayandığı görülür. Faşizm kavramı, Roma İmparatorluğu döneminde devleti temsil eden üst düzey görevlilerin muhafızlarının taşıdığı baltalara verilen “fasces” teriminden türetilmiştir. İtalyan faşizminin lideri Mussolini, faşizmi şöyle tanımlamıştı: “Faşizmin temeli devlet kavramıdır. Faşizmin temeli, devletin karakteri, ödevi ve amacıdır. Faşizm, devleti bir salt varlık olarak görür. Bütün bireyler ve topluluklar devlet karşısında görece bir nitelik taşırlar... Faşizmden söz etmek, zımnî olarak devletten söz etmek demektir.”
İtalya’da da Almanya’da da faşizm, aşağıdan bir sivil hareket olarak örgütlenip iktidara yürüdüğü için kitle desteğini kazanabilmek üzere her türlü demagojiye başvurmuştur. Her iki harekette de, anti-kapitalist bir demagoji, “zenginlerin bencilliği ve kibrine” karşıt söylemler belirgindir. Her iki faşist harekette de, “başkalarına karşı ödevler”, “yüksek yurttaşlık duygusu” gibi söylemlerle kişilerden ve kişisel özgürlüklerden ziyade genele, yani “ulus”a vurgu yapılması, aslında “ulus”u temsilen devletin önceliğine vurgu yapılması anlamına geliyordu. “Kişi yararından önce kamu yararı gelir” söylemi, faşistlerin elinde, kamunun yegâne ifadesi, temsilcisi ve hatta kendisi olarak devleti ve “devlet yararı”nı öne çıkarmak üzere kullanılıyordu.
Mussolini, faşizmde tek özgürlüğün “devletin özgürlüğü” olduğunu belirtiyor. Ona göre, kişinin özgürlüğü doğrudan değil dolaylıdır, itaat edip hizmet ettiği devlet ne kadar güçlenirse o kadar özgür olacak, böylece birey de o özgürlükten nasiplenecektir. Zaten kişinin görevi kendi varlığını devlete feda etmektir.
Faşist devlet totaliter bir devlettir. Bu yalnızca, devletin tüm erklerinin tek elde toplanması anlamına gelmez, aynı zamanda faşist devlet, bireyin yaşamının tüm alanlarına el atmaya, onu gündelik hayatının her anında belirleyip biçimlemeye girişir. Ne yiyip ne içeceğinden nasıl giyineceğine, nasıl eğleneceğinden nasıl yas tutacağına, ailesiyle ve karşı cinsle nasıl ilişki kurması gerektiğine, nasıl ve kaç çocuk doğuracağına vb. tüm davranışlar için tek tip kalıplar üretir ve dayatır. Devlet güçlendikçe birey silikleşir.
Faşizmde insan, tâbi olduğu devletin dışında hiçbir anlama da değere de sahip değildir: “Birey devletle uyumlu olduğu ölçüde önemlidir,” Mussolini’nin ifadesiyle. Devlet kişiler için değil, kişiler devlet için vardır, onun için yaratılmıştır! Bu faşist zihniyet, bu topraklardaki egemenler tarafından da son yıllarda tarihsel kişiliklere yapılan atıflarla aynen tekrarlanıyor. Sanki insanın önemine vurgu yapıyor gibi “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü dillerine pelesenk eden AKP sözcüleri emekçi kitleleri aldatıyorlar: “Onlar insandan önce devlet diyen ve insanın yaşatılmasının da esasen devletin yaşaması için gerekli olduğuna inanan o “kadim devlet” geleneğinin izleyicileriydiler. Erdoğan ikide birde boşuna demiyordu “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diye!
Bugün AKP elinde tuttuğu devlet gücünün kendisine sağladığı tüm avantajları kullanarak rejimi faşizm doğrultusunda tepeden dönüştürüyor.[199]
Bu bağlamda Türkiye’de yaşanan otoriterliğin kurumsallaşması ve toplumu deforme etmesidir.
Otoriter zihniyetin toplumsal bir modele dönüşmesi ise genel ve kapsayıcı bir kontrol mekanizmasının varlığını gerektirir. Bu denetim insanların nasıl davrandıklarını gözlemekle yetinmez, onlara nasıl davranmaları gerektiğini de söyler. Özgürlüğün bilgiye dayandırılmasının özgürlük alanını genişletmesi beklenirken, tam tersine özgürlük belirli bir bilgiye mahkûm olur ve toplumun nasıl düşünmesi gerektiği de tepeden belirlenir. Böylece toplumun tepeden tırnağa tek bir sistematik içinde denetlenebilmesi mümkün kılınarak bir tahakküm düzeni oluşur.
Bu sistemin işleyişi, korkunun yasallaşmasına ve toplum tarafından içselleştirilmesine dayanır. İnsanlar iki tür korku içinde kalırlar: Yönetimle anlaşamayanlar maddi/manevi baskı altında olmanın getirdiği korkuyu yaşarken, yönetime yandaş olanlar da gerçekliği otoritenin anladığı biçimde anlamama ihtimalinin endişesini taşırlar… Bu nedenle otoritenin sürekli bir propaganda ve eğitim içinde olması gerekir. Bu eğitim kontrol olanaklarını artırdığı için yönetim tarafından istendiği gibi, yönetime ters düşmek istemeyen yönetilen kesim tarafından da talep edilecektir.
Bu süreç insanların robotlaştığı ve üstelik insanların isteyerek robotlaştığı bir süreçtir… Toplum edilgen bir yığına, militan bir aktif sınıf şeklinde ayrımlaşır. Sistemin tanımlayıcı ve belirleyici gücü, edilgen kesimi tam bir homojenizasyona doğru sürüklerken; militan kesim kendi içinde katı bir hiyerarşik yapıya dönüşür.[200]
İşte böylesi bir dizayda İbrahim Karagül’ün,[201] “Haziran seçimleriyle başlayan belirsizlik dönemi 1 Kasım 2015’de sona erdi. Cumhuriyet geçiş süreci, yeni bir tarih başlıyor… Haçlı Savaşları Anadolu Selçuklu devleti, Moğol İstilası Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı Cumhuriyet… Devam eden süreç... XX. yüzyıl bizim için dondurulmuş bir tarihti ve buzlar çözüldü. Cumhuriyet bir geçiş süreciydi. Yeni sıçramağa ramak kala bu kadar büyük saldırıların bize yönelmesi yüzyılların hesabıdır. İşte şimdi biz bu hesabı yapanların defterini dürüyoruz, XX. yüzyıl parantezini kapatıyoruz. Yeni bir tarih başlıyor. Büyük oyuncu geri döndü. Tarih değiştirecek bu iradeye sahip çıkmak boynumuzun borcudur,”[202] saptaması istikametinde Erdoğan babamız olmak istiyor…
“Erdoğan’ın bir babaya dönüşmesini önlemenin tek yolu onun babalığını reddetmektir. Madem Erdoğan zorla babamız olmak istiyor, o hâlde Türkiye’nin bütün ihtiyacı, Tunus’taki diktatörün devrilmesine yol açan kıvılcımı çakan Muhammed Buazizi gibi asi bir evlattır.”[203]
Gerçekten de ‘The New York Times’ın, 21 Temmuz 2016 tarihli ‘Erdoğan’ın Pervasız İntikamı’ başlıklı başyazısında darbe girişiminin Erdoğan’ın “Paranoya eşiğindeki otoriter eğilimini daha da güçlendirdiği”nin altını çizip, “Türkiye daha da istikrarsızlaşabilir,” derken;[204] ‘Der Spiegel’ın da, “Diktatör Erdoğan ve Çaresiz Batı: Bir Zamanlar Bir Demokrasi Vardı” başlıklı yazısında, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, gücünü pekiştirmek için darbe girişimini kullanıyor. Ülke bir diktatörlük olma yolunda ilerlerken Batı’nın kaybedeceği çok şey var. Fakat darbe girişimi sonrası sürecin etkileri Türkiye’de çok daha büyük olacağa benziyor,”[205] notunu düştüğü tabloda, “Eyyup Fatih Nurullah Efendi isimli kişi, ‘Türkiye Cumhuriyeti son buldu (…) Osmanlı kuruluyor, Tayyip Bey 1. padişahımız olarak gözüküyor,’ der”ken;[206] CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da, “Tek adamlığın Türkiye için bir felaket olacağını herkesin görmesi lazım. Bunu görmüyorsak bugün attığımız demokrasi nutuklarının hiç anlamı yok, boşuna atıyoruz,”[207] haykırışıyla kaygılarını ifade ediyor.
Kolay mı? “Devletin tepesinden beslenen ve desteklenen otoriter yönetimin şiddetini sıradanlaştırıyor,”[208] vurgusuyla durumu şöyle resmediyor Ahmet İnsel:
“Bugün Türkiye’de milliyetçi ve İslâmcı değer ve politikaların hâkim olduğu bir dikta rejimi, salt yukarıdan aşağıya doğru, OHAL fırsatı kullanılarak dayatılmıyor. Böyle bir diktatörlük arzusu, Müslüman Türklerin bir kesiminin de gönlünden geçiyor. 15 Temmuz direnişini kalıcı bir kazanıma dönüştürme adı altında bunu dile getiriyorlar. ‘Toplumun vahiyle uyarılıp ıslah edilmesi ve sistemin topyekûn dönüştürülmesini’ amaç etmiş Müslümanların bütünüyle kuşatıcı bir tutum geliştirmekle mükellef olduklarını ve bunun şimdi tam zamanı olduğunu söylüyorlar.
Söylemekle veya mırıldanmakla yetinmeyip ellerine imkân geçer geçmez uyguluyorlar. İl sınırları içinde alkol tüketilen mekânları kapatan Yozgat Valisi, ‘Sivil dönemde yetkim yoktu; bugün var, kullandım’ diyerek, birçok şeyi mükemmel özetliyor. Birincisi, bugün yönetimin sivil değil, örfi bir zihniyetle hareket ettiğini ele veriyor. İkincisi, OHAL ilan edilmesiyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir konuda OHAL’in verdiği ‘örfi’ yetkileri kullanma fırsatçılığını betimliyor. Üçüncüsü, şer’i bir normu örfi hukuka aktarıyor. Yozgat valisi yegâne örnek değil. Onun gibi düşünen ve davranan birçok rektör, müdür ve mülki idare amiri, fırsat bu fırsat diyerek milliyetçi-İslâmcı örfi hukuk rejimini dayatıyorlar.
Eski örfi hukuk sisteminde yasama yetkisi padişaha ait olduğu gibi, yeni örfi hukuk rejiminde de yasama yetkisi yürütmenin elinde toplanmış durumda. Cumhurun başkanı sıfatıyla ferman çıkarılmasa da, sürekli olmasının açıkça arzulandığı OHAL rejimiyle bundan çok farklı olmayan bir yönetime toplumun alışmasını, buna rıza göstermesini iktidarın başı talep ediyor. Karşı çıkanlar ise bölücü, darbeci ve dahi terörist olarak örfi hukukun pençelerine teslim ediliyorlar. Yukardan aşağıya emirle işleyen bu düzenek, hipodromda münafıkların yırtıcı hayvanlara parçalatılması, gladyatörlerce boğazlanmasını talep edenlerin günümüzdeki Müslüman kılıklı benzerleri tarafından alkışlanıyor. Yapılanı yeterli bulmuyor, yeni isimleri işaret ediyorlar.
Sünnî irredantizminin giderek asabileştiğini, eğitim hayatını hâlâ tamamen Kemalist resmi ideolojik dayatmalarla şekillendirildiğinden şikâyet ettiğini görüyoruz. Sadece bütün müfredatta din ağırlıklı eğitimin artmasını istemiyorlar. Kendi elitini yetiştiremeyen Müslümanlar, vasatın tahakkümünü talep ediyorlar. Proje okulları adlı politika bunun en mükemmel örneği. Sanatta, kültür dünyasında ‘yerli ve milli’ adı altında dayatılan da aynı şey.
Yalnız İslâmcı irredantizm değil, etnik milliyetçi irredantizm de giderek kabarıyor. Kürt’ü Kürtçe konuştuğu, Kürtçe konuşmak istediği için düşman ilan eden zihniyet, sadece Kürtçeye çevrilmiş çizgi film yayımlayan televizyon kanalını bile terörizmle iltisaklı ilan ediyor. Bu milliyetçi irredantizm Kürt meselesiyle sınırlı kalmıyor. Fütuhatçı bir milliyetçi İslâmcılık da kabartılıyor. Şimdi Musul’un geri alınmasından bahsetmeye durum müsait olmadığı için, Ege adalarının kaybedilmesine hayıflanıyor bu irredantizm. Hayıflanmakla yetinmiyor, buraları geri almak fikrinin aklından geçtiğini bu cumhurun başkanı yüksek sesle söylüyor. İç fütuhat amaçlı milliyetçi-İslâmcı irredantizmi, kaybedilen toprakları geri almak yani dış fütuhat amaçlı bir irredantist ruh hâli tamamlıyor.
İslâmcılığın cepte olduğunu düşünen muktedir, şimdi siyasal konsolidasyonunu milliyetçi kanatta gerçekleştirme çabası güdüyor. Kürt sorununda 12 Eylül rejiminin kodlarını canlandırırken, fütuhatçı milliyetçiliğin ayranını kabartmak için, daha dün Cumhuriyet devletinin tapusu olarak tanımladığı Lozan Antlaşması’nı, bugün bir hezimet olarak tanımlıyor.
Yakın tarih irredantist politikaların eninde sonunda o toplum için son derece hazin sonuçlar ürettiğini gösterdi. Milliyetçi-İslâmcı irredantizmin sonucunun farklı olması için hiçbir neden yok.”[209]
Bunlar böyleyken; Benjamin Franklin’in, “Güvenliği özgürlüğe tercih eden, sonunda her ikisinden de olur”…
Ulus Baker’in, “Devlet korkusuz ve umutsuz yapamaz… Devlet kendini destekleyenleri umutla diğerlerine ise korkuyla yönetir”…[210]
Pir Sultan Abdal’ın, “Demiri demirle dövdüler./ Biri sıcak, biri soğuktu./ İnsanı insana kırdırdılar./ Biri aç, biri toktu”…
Charlie Chaplin’in, “Halkı diğerlerine karşı öfkelendirirsek, karınlarının açlığını unuturlar”…
Mr. Nobody’nin, “Seçim yapmadığın sürece, kalan olasılıkların hepsi mümkündür”…
Ali Şeriati’nin, “Sadece devletin konuşma hakkına sahip olduğu bir memlekette hiçbir söze inanmayın”…
Hüda Kaya’nın, “28 Şubat dönemlerinde bir gün böyle bir dua okuyacağımı söyleseler hayatta inanmazdım. Ama geçen akşam şöyle mırıldandım... Allahım bizi dindar zalimlere karşı koru, dedim”…[211]
Michel de Montaigne’in, “Ah şu insanlar! Daha bir solucan yapamazken nice nice ilahlar yarattılar”…
Emil Cioran’ın, “Ne garip, insan türü ancak kendini mahvedene hayran olur”…
William Carr’ın, “Almanya’nın felaketi tek başına Hitler değildir. Alman felaketinin sorumlusu, bir Hitler yaratan ve kendi kaderini onun ellerine kendi isteğiyle teslim eden Alman halkıdır”…
Wilhelm Reich’ın, “Kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar”…
Bir Kürt atasözünün, “Ku kela şorbê çû buhayê heskê pere nake/ Çorba taşarsa kepçenin değeri para etmez”…
Genç Seneca’nın, “Hayatı komedi sananlar, son espriyi iyi düşünsünler,” uyarılarına kafa yormakta büyük yarar vardır!
 
IV. AYRIM VEYA OLANAKLAR VE OLASILIKLAR: YENİ DURUM
 
“İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar”ken;[212] “Nihil est incertius vulgo/ Kalabalıklardan daha kararsız bir şey yok.”
15 Temmuz bunun kanıtı değil mi?
Devam edersek: Darbe girişimi ağır bir insani bedel ödenerek bastırıldı ama batan geminin geride bıraktığı anafor gibi, ardında büyük bir karmaşa, tedirginlik ve birçoğunun yerindeliği şüpheli karşı önlem furyası bıraktı. Şimdi hem otokrasiye çok daha yakınız.[213]
Şuna kuşku yok: Darbe girişimini bastırmakla övünenler memleketi hepten yaşanmaz hâle getiriyorlar. Bir onların dediği, onların söylediği doğru. Kimseye söz söyleme, örgütlenme, yazma hakkı tanımıyorlar. Eğer durdurulamazlarsa boyun eğmeyenlere yaşama hakkı bile tanımayacakları görülüyor.[214]
Bu tablodaki “Yeni Türkiye”de[215] birçok şey değişirken; ezberlerin dışında bir tahlili de “olmazsa olmaz” kılıyor.[216]
AKP’de temsil edilen siyasal İslâmın en büyük fantezisi başarısız darbe girişiminden sonra gerçekleşiyor… Anlaşılan, siyasal İslâmın “pasif devrim” sürecinin, tamamlanması için gereken tasfiyelere, yeniden yapılandırılacak kurumlara ilişkin kapsamlı bir hazırlık yapılmış. Ancak toplum bunların uygulamasına hazır değilmiş.
Türkiye’deki başarısız darbe girişimi de siyasal İslâma “pasif devrimi” tamamlayabilmesine uygun toplumsal ortamı sundu. Ne ki, bu kez fantezinin yaşandığı mekân uzakta değil, ülkenin bizzat kendisi…
Darbe girişiminin ardından, AKP insan haklarını askıya aldı, o güne kadar tam olarak egemen olamadığı kurumların içini hızla boşaltmaya, egemen olamayacağını düşündüklerini de yeniden yapılandırmak üzere yıkmaya başladı.
Sürecin iki boyutu böyle bir yıkımın çok büyük sorunlar yaratacağını gösteriyor. Birincisi, yeniden yapılanmanın (eğitim kurumlarına, güvenlik istihbarat aygıtına verilen özel önemden görüldüğü gibi) siyasal İslâmın iktidarına uygun “yeni insanı” yaratmayı amaçladığı anlaşılıyor. İkincisi, Türkiye kapitalizminin birikim süreci, üretim-tüketim-yatırım için gereken talep; ihracat için gereken girdiler açısından uluslararası sermayenin mal ve fon akımına bağlıdır. Bu bağların tüketici beğenilerine, yatırımcı davranış ve beklentilerine ilişkin kültürel koşulları, ait olduğu bir uluslararası güvenlik sistemi vardır.
Birinci ve ikinci boyutların arasında uyum sağlanması, en iyimser ifadeyle uzun karmaşık bir değişimler sürecini gerektirir; gerçekçi bir ifadeyle, aslında olanaksızdır. Bu yüzden devlet terörüne, “sivil orduların” operasyonlarına hedef olmaya kendimizi hazırlayalım. Suudi Arabistan, İran gibi büyük mali kaynaklara sahip olan ülkelerin egemen sınıfları bu uyumu başaramadılar, şimdi ister istemez, büyük riskler alarak, o kültürel koşullara açılmaya başladılar. Onlar dönerken AKP o tarafın imkânsız ufkuna yelken açma telaşı içindedir.[217]
Kimse inkâr edemez: Devleti, devlet eliyle toplumu dönüştürme süreci 14 yılda büyük yol aldı. AKP, projesi ilerledikçe liberal destekçileri sırtından atarken devletin içinde birbirleriyle baş başa kalan siyasal İslâmın iki kanadı arasında, projenin yönüne ilişkin bir savaş patlak verdi. Proje, son, devleti başkanla “bir”leştirme aşamasına girerken aşılması giderek zorlaşan tıkanıklıklar oluştu. Tam bu noktada “Allah’ın lütfu” olarak gelen darbe girişiminin yarattığı ortamda, AKP liderliğindeki siyasal İslâm olağanüstü bir fırsat yakaladı.[218]
Evet, 14 yılda, ülkenin geldiği yer burası! “Yeni Türkiye” aslında bir “Cemaat” olarak hukukun dışında kuruluyor. Devletin ve halkın malını deniz eyleyenlerden tutun, yandaş/ana akım medya ve besleme “organik entelektüellerin” dillerine doladıkları “Yeni Türkiye” söylemi, aslında yeni mezhepçi cemaat rejimini ifade ediyor. “Yeni Türkiye” ile Türkiye Cumhuriyeti’nin, T.“C”si yenilenmiş ve YTC olmuştur. “Yeni Türkiye Cemaati!”[219]
O hâlde şimdiye dek hep “Kemalizm” olarak belirlediğimiz T.“C”nin resmi ideolojisi üzerine yeniden düşünmeliyiz. Kemalizmin küme düştü. Şimdilerde Kemalizm bir ideolojik tutkal değil, bir iktidar fraksiyonunun görüşü. Bugün Kemalizmin resmi ideoloji olduğu tezi artık tartışmalıdır ve bunun üzerine konuşulmalıdır.
Kuşkusuz Kemalizm uzun yıllar resmi ideolojik eğilim oldu. Kurucu ideoloji olarak etkisi çok yaygın, topluma vurduğu damgası çok güçlüydü. Üstelik yeni yapılanmanın kurumlarını oluşturmuş olmasından gelen farklı bir konumu da vardı. Devlet aygıtı, toplum ve ülke ile bu manada özdeşleşmişti. Ancak bugün böyle değil. Bunu görmeliyiz.
Ulaşılan koordinatlardaki durum, “Üniformasız Militarizm” olarak tanımlanmalıyken;[220] “Hâlihazırda İslâmcılar hâlâ demokrasiyi, bir toplumsal barış yöntemi değil, ‘bize uygun olmayan ithal bir ideoloji’, laikliği ise dini çatışmalardan uzak durmanın bir yöntemi değil, büsbütün gâvur işi olarak görüyor. Bu hatta inşa edilen ‘Yeni Türkiye’, ister istemez otoriter bir düzen olacak!”[221] Yani “Türkiye’de artık değil daha fazla demokrasi, mevcut temel hak ve özgürlüklerin tehdit altına girdiği bir Olağanüstü Hâl/KHK döneminin başladı.”[222] “Yaşadığımız ortam giderek daha fazla devrim/karşıdevrim, ve/veya, darbe/karşı darbe sonrası ortamları çağrıştırıyor. ‘Olağanüstü bir dönem’den geçtiğimiz doğru.”[223]
Robert Fisk’in, “Türkiye Pakistan’ın 80’li yıllardaki hâline döndü”[224] diye betimlediği hâle ilişkin, “Suçlar yasallaşıyor, ifade özgürlüğü suç hâline geliyor. Eğer Türk siyasetini özetleyen bir çelişki varsa, işte tam burada,”[225] saptaması yaşamsal önemdeyken; darbe girişimi sonrası “hâkimiyet milletindir” aldatmacası müthiş bir manipülasyona dönüşmüştür.[226]
Şükran Soner’in, “Türkiye tipi sivil darbe”[227] biçiminde formüle edilen hâl ile 12 Eylül sivilleştirilmiştir!
36. yılında 12 Eylül otoriter aşamadan totaliter aşamaya geçişe koşut olarak üniforma yerine sivil giysiyle sürmektedir. Böylelikle de askeri vesayet tasfiye edilmiş, 12 Eylül sivilleştirilmiştir. Artık diktanın, postala, namluya, tanka, tüfeğe ihtiyacı kalmamıştır.[228]
12 Eylül, hukuktan eğitime, iş yaşamından sanata, insan haklarına ve özgürlüklere büyük darbe vurdu. Gözaltıların, işkencelerin, kaybedilen yurttaşların, idamların ürpertici anısı silinmeyip, darbeyle gelen hukuksal uygulamalar da hâlâ sürüyorken Orhan Alkaya’nın ifadesiyle, “12 Eylül bugünün rahmidir”![229]
Hatırlayalım: Türkiye 1923-1987 döneminde 26 yıl, 1987-2002 döneminde 15 yıl ve toplamda da 41 yıl olağanüstü yönetim usulleri ile yönetilmiştir. Hatırlayalım, 12 Eylül darbecileri, 1980-1983 arasında kısa bir dönemde 669 yasa çıkarmışlardı.
15 Temmuz sonrası Hükümet, darbecilerin usulünü benimsemiş gözüküyor. Şimdilik 5 KHK çıkardı. KHK’lerle hak ve özgürlükleri askıya alıyor ve devleti yeniden yapılandırma yolunda ilerliyor… TBMM devre dışı.
 

“NE OLUYOR? NE YAPMALI?”
(‘OHAL DÖNEMİNDE EMEĞE YAPILAN SALDIRILAR RAPORU’NUN ANA BAŞLIKLARI)[230]

1. Bugüne dek fabrikalardan doğal ve kültürel varlıklara; eğitimden, sağlığa, kamu hizmetlerine; madenlere, üniversitelere değin önüne ne gelirse yandaşlarına satan AKP iktidarı, bugün de kamunun elinde kalan son varlıkları elden çıkarmanın peşine düştü.
Darbecilerle hesaplaşma bahanesiyle bir yandan hukuk ve demokrasiyi askıya alarak fiili başkanlık rejimini hayata geçiren AKP, diğer taraftan rejimin karakterine uygun biçimde kamu mimarisini yapılandırmakta ve ekonomik programı aynı hızla yürürlüğe koymaktadır.

2. AKP’nin Olağanüstü Özelleştirme hamlesi, yandaş sermayeyi güçlendirme ve emeğin tüm haklarını yok etme hamlesidir.
Özelleştirmeler, ülkeye sıcak para çekmek adına hayata geçirilen uygulamalardan biridir. AKP, 13 yıllık iktidar dönemi boyunca piyasacı, yağma ve talana dayalı politikalarını hayata geçirmiştir. Bugün ise kamu-özel ortaklığı gibi tekniklerle bu yıkımı hızlandırmakta, sermayeye yeni alanlar açmaktadır.

3. 15 Temmuz’un yarattığı puslu ortamda, sermaye fırsatı ganimet bilerek topluma Türkiye Varlık Fonu gibi projeler dayatmaktadır.

4. Olağanüstü dönemde, emekçilerin birikimlerine göz dikilmektedir.
Türkiye Varlık Fonu gibi projelerle öncelikle gözlerin İşsizlik Sigortası Fonu’ndaki emekçi paralarına dikildiği anlaşılıyor. Son rakamlara göre, fondaki birikim 98.3 milyar liraya ulaşarak 100 milyar lira sınırına dayandı. Ayrıca Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) hesaplarında birikecek paralara da el atılarak emekçilere ikinci bir kazık planlanıyor. Diğer bir nakit kaynağını ise özelleştirme gelirleri oluşturacak.

5. Olağanüstü dönemde, olağanüstü bir hızla yasalaşan Bireysel Emeklilik Sistemi ile emekçilerin sırtından ulusal tasarruf yapılması amaçlanmaktadır.
1 Ağustos 2016 tarihinde TBMM’ye sevk edilen Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nın 10 Ağustos 2016 tarihinde yasalaşması ile emeklilik sisteminin devletin temel bir sorumluluğu olmaktan çıkarılarak uzun vadede özelleştirilmesinin önü açılmıştır.

6. Olağanüstü dönemde, sermaye emeğin haklarının gaspına yönelmektedir.

 
Bu icraatlara bir örnek vermek gerekirse; darbe girişiminin ardından AKP, ekonomide de olağanüstü hâl ilan etti. Binali Yıldırım, ‘Bloomberg’e verdiği röportajda, devletin bir “varlık yönetim fonu” oluşturacağını duyurdu. Yeni Merkez Bankası (MB) başkanı ise, hemen olumlu bir gelişme diyerek bu adımı kutsadı. Amaç büyük altyapı projelerinin kamuya yük olmadan finanse edilmesi olarak lanse ediliyor. 
Dünyada sayısı 75’i aşan bu tür fonlara (sovereign wealth funds) tasarruf fazlasına sahip ülkelerde rastlıyoruz. Petrol şeyhlikleri, Rusya, Norveç, Çin gibi ülkeler hammadde satışlarından veya ihracattan elde ettikleri gelirleri devlete ait bir fonda toplayıp uluslararası finans kapital’in çeşitli yatırım araçlarına (hisse senetleri, sair menkul kıymetler) bağlamaktadırlar. Bu sayede hammadde kaynakları tükendiğinde ülkenin elinde belli bir mali rezervin olması bekleniyor.
Peki, cari açığı milli gelirin yüzde 4.5’u kadar yüksek olan ve kamu net borç stoku 163 milyar TL’yi bulan bir ülkede hangi varlık’ın yönetiminden söz edilebilir? Türkiye’nin uluslararası yatırım pozisyonu açığı 375 milyar dolardır; yani ülkemizin yurtdışı yükümlülükleri yurtdışı varlıklarından kabaca milli gelirin yüzde 45’i kadar yüksektir. Bir başka deyişle, Türkiye kamusuyla, özel sektörüyle; yükümlülüklerin varlıkları aştığı bir ülkedir. Tasarruf açığı olan bir ülkede, varlık yönetim fonu kurulamaz. Dünyada tek bir örneği bile yoktur.
O hâlde, bir mantık çarpıklığından ziyade sinsi bir gasp planı aramak durumundayız. Çok da aramaya gerek yok. Açıklamalara bakılırsa, sözkonusu varlık yönetim fonu, esasen, Bireysel Emeklilik Fonu ile İşsizlik Sigorta Fonu’ndan aktarılacak kaynaklarla oluşturulacak. Yani temel olarak, BES’i bir kenara bırakırsak, işsizler ordusuna verilmesi gereken kaynaklar, altyapı projelerinin finansmanına yönlendirilecek ve böylece işsizin hakkı sermayeye peşkeş çekilecek. 
Zaten, İşsizlik Sigortası Fonu’nda 2000’den 2015’e kadar biriken 129 milyar TL’lik fon gelirinin sadece 10,6 milyar TL’si işsizlik ödeneği olarak emekçilere ödendi! 25 milyar TL ise, GAP gibi projeler bahane gösterilerek bütçeye aktarıldı. Yani AKP hükümeti, işsizin parasıyla 25 milyar TL’lik bir bütçe açığını önlemiş oldu. Bu ve buna benzer uygulamalar sayesinde IMF’nin bir dayatması olan faiz-dışı fazla hedefi tutturulmuş oldu. Ne zaman? 2008 krizinden sonra! Yani bir anlamda ekonomik krizin yükü işsizlerin sırtına yıkıldı!
Bu kadar mı? İşsizlik fonuna ait 93 milyar TL’lik toplam varlıkların yüzde 92’si uzun vadeli devlet tahvilllerine yatırılmış vaziyette. Yani, AKP iktidarı, kamu borçlanmasını da işsizlerin sırtına bindirmiş durumda. Bu sayede hem devlet borçlarının vadesi uzatılıyor hem de faizler düşüyor! 
Peki şimdi ne oluyor? AKP iktidarı bütçeyi iki sütun üzerine oturttu. Birisi bütçe gelirlerinin yüzde 70’ini bulan dolaylı vergilerdir; yani KDV, ÖTV gibi zenginin de fakirin de aynı ölçüde yükümlü olduğu vergiler. Bunun sebebi de sermayeden gelir vergisi almama politikasıdır; unutmayalım, AKP’nin ilk işi nereden buldun yasası’nı kaldırmak ve mali milat uygulamasını lağvetmek olmuştur. İkincisi de özelleştirme, vergi affı, 2B uygulaması, Merkez Bankası’nın döviz satışından elde ettiği kârların bütçeye transferi gibi tek seferlik gelirlerle bütçeyi dengeleme arayışıdır.[231]
 
IV.1) OLASILIKLAR, İSTİKAMET, SONUÇLAR
 
Emil Michel Cioran’ın, “Gerçek bende nefes darlığı yapıyor,”[232] saçmalığına prim verilmemesi gereken yoğunlukta,[233] tüm siyasi aktörler için yeni bir dönem başlamıştır. Murat Paker’in, “Faşizan kalkışma riski var,”[234] notunu düştüğü koordinatlarda ne olacağını şimdiden kestirmek elbette imkânsız. Ancak kim hangi kaderi yazarsa yazsın, bunu bekleyen ve seyreden olmamak gerek…
“Otoriter devlet siyasi farklılaşma ve kutuplaşmaların da nedeni”yken;[235] “Şu anki dönem içinde inşa etmekten daha ziyade önlem almak, kurmaktan çok yıkmak daha belirleyici bir özellik. Ancak bu kaosun içinde kurucu bir inisiyatiften söz edilecekse bunun tek nesnel sahibi pozisyonunda Tayyip Erdoğan duruyor. O da bu pozisyonu ve fırsatları sonuna kadar zorlayacaktır,”[236] notunu düşüyor Ural Köroğlu.
“Rejim içindeki faşist aktörler kitle seferberliğini süreklileştirme ve ülkeyi daha totaliter bir istikamete götürme imkânına sahipler”ken;[237] “Darbe girişimi ve İslâmi faşizme ilerleyişin ivme kazanması”na dikkat çeken Mahir Sayın uyarıyor: “Bundan sonraki kavga, şimdi ittifak içinde olsalar da Ergenekoncularla RTE arasında olacaktır. Tarihini bilemeyiz ama yeni bir darbe çok uzak bir geleceğin işi gibi görünmüyor.”[238]
Gerçekten de 15 Temmuz darbesini aylar öncesinden dile getiren eski Pentagon yetkilisi Michael Rubin, yeni tahminlerini dile getirerek, şimdiye kadar “2 darbe” olduğunu, bir üçüncüsünün daha olabileceğini öne sürdü.
Daha önce Türkiye’ye yönelik darbe girişimi tahminiyle gündeme gelen Rubin, yazısında darbe girişimini “tek bir olay” olarak görmenin yanlış olacağını söyledi.
Türkiye’nin aslında “2 darbe” yaşadığını söyleyen yazar, üçüncü bir darbe daha olacağını ve yaşanacak darbenin “en tehlikelisi olacağını ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın canına mal olabileceğini” öne sürdü.
Rubin, ilk darbenin 15 Temmuz’daki “acemice ve beceriksiz darbe girişimi” olduğunu, bu girişimin Erdoğan’a “gerçek ve hayali düşmanlarını temizleme olanağı” verdiğini söyledi. Eski Pentagon yetkilisi, darbe girişimine Fethullah Gülen’in takipçilerinin yanısıra, “Kemalist subayların bir kısmının” da katıldığını iddia ederek, istihbarat ve hatta AKP içinden de bu girişime katılmış olanlar olabileceğini belirtti.
Rubin yazısını “Erdoğan kendisinin sultan olduğunu sanabilir ancak gerçekte çoktan yürüyen bir ölü olabilir” diyerek bitirdi.[239]
Bu da ihtimallerden birisidir. Çünkü Erdoğan ve kendisiyle birlikte hareket edenler başarısız darbe girişiminin Cemaat’i bitirdiğini düşünebilirler. Doğrudur, başarısız darbe girişimi ile Erdoğan’ın eski ortakları büyük darbe yedi. Ancak unutmamak gerekir ki Cemaat’in zayıflaması Erdoğan’ın rahatlayacağı anlamına gelmiyor. Hatta Erdoğan’ın altı eskisinden daha kaygandır, denebilir.[240]
Patrick Cockburn’un, “Bugün Türkiye’de büyük bir çoğunluk kişisel geleceği ve ülkenin geleceği hakkında yanıtları belli olmayan sorular soruyor… Erdoğan krizlerden ve çatışmalardan besleniyor... Ancak bu sürekli kriz durumu bölgenin geri kalanı bir savaş alanıyken Türkiye’yi zayıflatıyor ve istikrarsızlaştırıyor.”[241] “Şimdi Türkiye Suriye gibi oluyor,”[242] analizini dillendirmesi boşuna değildir.
Darbe girişimi sonrasında herkese kala kala “post-İslâmist” bir milliyetçilik kalırken;[243] “Yetmez ama evet”çi Oya Baydar’a, “İyimserliğe hiç gerek yok, bu aşamada iyimserlik korkuları yenmek için cebine öksürmekten başka bir şey değil. Kötü, tehlikeli, kaygı verici gibi sıfatların yetersiz kaldığı berbat bir durumdayız”;[244] “sivil toplum”cu Murat Belge’ye, “Sonuç olarak, durum parlak değil, gidişat hiç parlak değil”;[245] Shlomo Avineri’ye, “Erdoğan yönetiminin darbe girişimine cevabı; çoğu halk kesimi tarafından adeta bir duruşma şovu olarak değerlendirildiği, hem eski ortağı Gülen hareketi kadrolarını ve hem de kamu kurum ve kuruluşlarındaki seküler rejim muhalif kadrolarını ‘temizlemekten’ daha ziyade, Türk toplumunu oluşturan bireyler arasında ‘zaten’ var olan uçurumu daha da derinleştirir nitelikte,”[246] dedirten güzergâha ilişkin olarak bir kere daha toparlarsak: Türkiye ekonomik ve siyasi krizin içinde debelenirken 15 Temmuz darbesi ile bir kez daha sarsıldı. 15 Temmuz başarısız darbe girişimi 20 Temmuz başarılı (karşı-) darbesiyle tamamlandı. 20 Temmuz’ da ilan edilen Olağanüstü Hâl ve birbiri ardı sıra çıkartılan kanun hükmünde kararnamelerle dumura uğrayan devlet aygıtı yeni baştan -son dönemde birçok kez olduğu gibi- yapılandırılıyor. Ordu, polis ve bürokrasideki tasfiyeler, tutuklamalar, işten atmalar, açığa almalar, emek ve özgürlükten yana basının susturulması, işkence, “kutsal mülkiyet” hakkının gasbı, vb., bu yapılanmanın bir yanını oluşturuyor, ona zemin hazırlıyor. Bu zemin üzerinde devlet yeniden yapılanıyor.
Ordu, polis ve MİT’e dair yeni düzenlemeler kararnamelerle gerçekleştiriliyor. MİT’in yanında iç istihbarat ve operasyonları üstlenecek, doğrudan Erdoğan’a bağlı yeni bir “devlet güvenlik örgütü”kuruluyor. Devletin bu yeniden yapılanmasında kapitalist emperyalist devletlerin 2000’li yılların başından beri geliştirmeye çalıştıkları ve uygulamaya soktukları Kent savaşları stratejisi önemli bir yer tutuyor. Kürdistan’da Kürt halkına dayatılan tasfiye ve imha savaşını ülkenin tümüne yayan bir strateji geliştiriyor.
Devletin bu stratejisini anlamak için önce büyük resme bakmak gerekiyor. Bugün dünya ilan edilmemiş bir savaştan genel bir savaşa doğru koşuyor. Dünyanın birçok bölgesinde, Ortadoğu’da Afrika’da, Doğu Avrupa’da, Doğu Asya’da devam eden silahlı ve silahsız savaşlar ve gerginlikler dünya çapında bir emperyalist savaşının hazırlıkları olarak sürüyor.
Kronikleşen ve kısa sürede bir çözümün olmadığında herkesin hemfikir olduğu kriz, emperyalist güçler arasındaki çelişki ve çatışmaları daha da büyütüyor. Devletler arasındaki mevcut dengeler değiştikçe ittifaklar kuruluyor, ittifaklar bozuluyor, önceden yapılan anlaşmalar askıya alınıyor. Rusya ve ABD arasında yaşanan karşılıklı düello -suçlamalar ve anlaşmaların askıya alınması, bu durumun en yeni örneğini oluşturuyor.
Türk devleti dünyadaki bu hızlı değişim içinde ekonomik ve siyasal istikrarsızlığı ile öne çıkıyor. AKP iktidarı dış politikada “sıfır sorun” hedefiyle çıktığı yolda kısa sürede Türkiye’yi bütün komşularıyla sorunlu hâlâ getirdi. “Sıfır sorun”, sırf soruna dönüşünce Türkiye zorunlu bir dış politika değişimi ile karşı karşıya kaldı. Bu değişim iktidar kanadında ve devlette bir dizi değişiklik ve tasfiye ile birlikte sürdü, sürdürüyor.
Dış politikadaki bu zorunlu değişimle Türkiye Suriye topraklarına işgalci bir güç olarak girme fırsatını elde etti.
Türk devletinin, IŞİD’in geçiş yollarını denetim altına alınması ve göçmen sorunun Suriye topraklarında çözümü karşılığında elde ettiği bu fırsatı, bölgede daha geniş bir alana yerleşmek için kullanması ve özellikle Kürtlere karşı bir saldırıya dönüştürmesi, bizzat bu fırsatı ona sağlayan güçler tarafından engellenince, Türkiye’nin emperyalist güçlerle uyumlaştırma zorunda kaldığı dış politikası yeniden tökezledi. Türk ordusu Menbiçte karşısına dikilen ABD bayrağı karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Türkiye aldığı bu yeni darbeyle, atmak zorunda kaldığı geri adımı yeni bir manevrayla gidermeye çalıştı. Baştan beri IŞİD’e verdiği çok yönlü desteği unuttururcasına IŞİD’e karşı mücadelede PYD’nin üstlendiği göreve talip olduğunu ve Rakka’da yürütülecek operasyonlara dahil olmak istediğini açıkladı. Daha da ileri giderek son dönemde gündeme gelen Musul operasyonuna da katılma hakkı ve talebini ileri sürdü. Türkiye’nin baştan beri Musul’da IŞİD’le yaptığı işbirliğini unutmayan Irak hükümeti Türkiye’nin bu işgalci ve yayılmacı talebini reddetmekle kalmadı;Türkiye’yi Irak’ta İşgalci güç ilan ederek Türk askerinin Irak topraklarını terk etmesini istedi. Türkiye’nin bu talebine son darbe ABD’den geldi. ABD Dışişleri sözcüsünün Musul operasyonuna katılacak devletleri belirleme hakkının Irak hükümetine ait olduğunu açıklamasıyla Türkiye’nin bu manevrası da boşa çıktı. Türk dış politikası bir kez daha ağır bir çıkmaza girdi.
İçeride ise, ekonomik ve siyasal göstergeler toplumsal istikrarsızlığın giderek büyüyeceğini işaret ediyor. Türkiye ekonomisi dünya kapitalizminin 2008 krizinden bu yana, krizin en derin etkilerini yaşıyor. Kredi değerlendirme kuruluşu Moody’s’in Türkiye’nin notunu yatırım yapılamaz seviyeye düşürmesinden sonra Türkiye’ye eskisi gibi bir sermaye akışının olamayacağı, tersine bazı fonların Türkiye’den zorunlu olarak çıkacağı bir sır değil. Hükümetten ve iş çevrelerinden yükselen tepkiler bu durumu teyit ediyor.
Ekonomik göstergelerdeki kötüleşme, krizin bu kez Türkiye’yi teğet geçmeyeceğini gösteriyor. Devletin resmi istatistiklerinin gerçeği yansıtmadığını biliyoruz; ama yine de durum ve eğilim hakkında bir fikir vermektedirler. Bu istatistiki verilere göre Türkiye’nin devlet garantili dış borç stoku 500 milyar dolara yaklaştı, dış borcun Gayri safi milli hasılaya oranı (GSMH) yüzde 60 civarında. Petrol fiyatlarındaki düşüşe rağmen cari açıkta ciddi bir iyileşme görünmüyor, ihracattaki düşüş ithalattaki düşüşten daha fazla. Türkiye’nin en büyük döviz kaynaklarından biri olan turizm gelirleri 2016 da, 2015 deki düzeyin neredeyse yarısı kadar (2015 de 32 milyar dolar olan Turizm gelirlerinin, 2016 da 20 milyar doların altına düşeceği hesaplanıyor.)
TÜİK verilerine göre işsizlik son iki yılda 473 bin arttı; gerçekte ise işsizlik faal nüfusunun yüzde 20 sinin üzerinde; yine bu veriler gelir dağılımındaki uçurumun alttaki gelir grupları aleyhine giderek büyüdüğünü gösteriyor. Nüfusun yüzde 20’lik en alt gelir grubundakilerin GSMH’dan aldığı pay 2014’te 6.2’den, 2015’te 6.1’e gerilerken, en üstteki yüzde20’lik yüzde yirmilik kesimin aldığı pay, aynı yıllar içerisinde yüzde 45.9’dan yüzde 46.5 e yükseldi. Yoksulların toplam nüfus içindeki oranı ise yüzde 17.4 Nüfusun yüzde 68’i banka ve kredi sistemine borçlu durumda, kredi ve taksitli satışlardan oluşan borçların toplamı, 550 milyar dolarla, Türkiye’nin GSMH’ sının yüzde 75’i civarında.
Yığınsal işten atmalar, ücretlerin düşürülmesi, teşvikler vb. ile burjuvaziye istediğini veren, işçi ve emekçilerden yükselecek tepkileri polis zoruyla önleyen olağanüstü hâl yasaları ile bu durum daha da vahimleşiyor. Devlet, devlet aygıtının artan lüks masraflarını, cari açığı, ve sürmekte olan yandaş yatırımları finanse etmek için yeniden elini işçi ve emekçilerin cebine sokuyor. İşçi ve emekçilerin ücretleri üzerinden kurulan fonlara, işsizlik fonu vb. varlık fonu adı altında yeni fonlar ekliyor; özelleştirmeden kalan devlet İşletmeleri ve olağanüstü hâl yasalarıyla el konulan mülkler yandaşlara, büyük sermayeye peşkeş çekilmeye hazırlanıyor.
Bu ekonomik tablo işçi ve emekçiler için yeni yükler, ağır vergiler ve fiyat artışları anlamına geliyor. İşçi ve emekçilerden bu duruma karşı yükselebilecek muhtemel tepkiler, göz boyayıcı yöntemlerle, kredi borç süresinin 3 yıldan 6 yıla, kredili satışlarda taksit sayısını 9’dan 12’ye çıkartılması ile etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Gerçekte ise bu yöntemler, bireysel kredi ve kredi kartıyla kitleler üzerinde oluşturulan ipotek prangasının daha da sıkılaştırılması anlamına geliyor. Devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü imha savaşını “barış” taleplerine rağmen ısrarla sürdürmesi ve Türkiye’nin Suriye işgali, yaşanmakta olan ekonomik ve siyasi krizi daha da derinleştirecektir.
Toplumsal istikrarsızlığın büyüdüğü ve rejim için potansiyel tehlikenin arttığı bu koşullarda rejim, varlığının devamını ancak ekonomik ve siyasal alanı daraltarak, şiddet ve zora daha fazla başvurarak sağlayabilir. 15 Temmuz’un “Allah’ın bir lütfu” olarak nitelendirilmesinin anlamı tam da budur.
“Bir rejimin en güçlü göründüğü an gerçekte onun en güçsüz olduğu andır.” Siyasette çok kullanılan bu deyim tam da bugünün Türkiye’sini resmediyor. 15 Temmuz darbesinin anlaşmalı sahte kahramanı Erdoğan ne kadar güçlü görünse de, aslında iktidar sürecinin en zor dönemini yaşıyor. 
Erdoğan ve AKP iktidarı bugün, ara sıra tehditler savurduğu, azarladığı iç ve uluslararası sermayeye tümüyle teslim olmuş durumdadır ve iktidarını ancak olağanüstü önlemler, baskılar, yasaklamalar, tutuklamalar, işkenceler, vb. ile sürdürebilir.
Toplumsal istikrarsızlığın büyümesinin bir özeti olan bu tablonun öteki yüzünde kapitalizm altındaki patlayıcı yığınının çoğalması, potansiyel tehdidin büyümesi vardır.
Bu koşullarda toplumsal ilişkilerin devrimcileşmesi kaçınılmazdır. Nitekim kapitalizm kendi işleyişiyle toplumsal ilişkileri devrimcileştiriyor. Yani kapitalizm bir devrimin zaferi için kendi üzerine düşeni, kendi işleyişiyle yerine getiriyor. Gerisi, yani, işçi sınıfı ve kitlelerin devricileştirilmesi görevi komünistlere düşüyor.[247]
Bu imkânsız değildir. Mümkündür! Çünkü “AKP’nin meclisteki dört partinin birlikte “milli irade” açıklaması yapmasına ısrarla ihtiyaç duyması, bütün kahramanlık gösterilerine rağmen aslında bir korkunun göstergesi”dir.[248]
 
IV.2) MİLLİ MUTABAKAT = YENİKAPI FARSI
 
Francis Bacon’un, “Di tarîyê da hemû/tim reng berhev dibin/ Karanlıkta bütün renkler biraraya gelir,” saptamasıyla karakterize olan milli mutabakat “komedisi” (veya Necip Fazıl’cı “milli irade” yalanı) herkese “Quis hic locus/ Burası neresi” dedirtirken; Theodor W. Adorno’nun, “Kim eleştirecek olursa… ‘birlik’ tabusuna karşı günah işliyor demektir,” uyarısını anımsatmaktadır!
Barış Ünlü’nün, “Türklük, Türk olanların ve Türklüğe asimile edilmiş olanların ezici çoğunluğunda görülen belli düşünme, duygulanma, bakma, görme, duyma, algılama, empati kurma ve düşünmeme, duygulanmama, bakmama, görmeme, duymama, algılamama ve empati kuramama hâlleridir,”[249] diye tanımladığı Türkçü milliyetçilik ekseninde kotarıldığı Yenikapı Mitingi, “Milli Birlik” ve “Milli İrade” olarak pazarlanırken; AKP’nin içte ve dışta yaşadığı yalnızlaşmaya dayalı krizini aşmaya ve dönemsel ihtiyacına kan taşımaktan başka bir anlam taşımıyor.
CHP ve MHP’nin ise basit pragmatik çıkarları için yan yana geldiği bu buluşmanın kazananı AKP’dir.
“Darbeye karşı milli birlik ve irade” kavramları da, sadece AKP’nin iç ve dış politikada yaşadığı yalnızlaşmayı aşmak için değil, aynı zamanda, AKP’nin ‘FETÖ’ ile 12 yıllık işbirliği ve ittifakı üzerinden biriktirdiği suçlarını, “mağduriyet” ve hamaset edebiyatıyla gizlemeye yönelik yeni algı inşasının parçasıdır.
AKP kendisini “devletlû” ve devletin “aslî sahibi” görmektedir. Yenikapı, AKP’ye kapanmış kapıları yeniden açmak için ödünç anahtarların arandığı alandı.[250]
Türkçü milliyetçilik ekseninde kotarılan Yenikapı’da yapılan mitingde ne vardı?[251] Din!
Kur’an okundu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan övüldü...
Demokrasiden ise -gerçek anlamda!- söz edilmedi.
Önce tarihin ana gerçeğini öğrenelim: İnsanlık tarihinde, din üzerinden gidilerek hiçbir ülkede demokrasi kurulamamıştır.
Aksine, demokrasi, dine dayalı sistemlerle mücadele edilerek yaratılmıştır…
Demokrasinin bugünkü tanımı bence şudur: Sizin gibi düşünmeyen ve yaşamayana da tahammül etmek, onunla bir arada yaşamak.
Peki Yenikapı’da farklılıklar var mıydı?
Kimse kendisini kandırmasın... Orada tek tipleştirilmiş kitleler vardı.
Kemal Kılıçdaroğu ve Devlet Bahçeli orada süs biberi gibi kullanıldılar.
AKP değirmenine su taşıyan CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Yenikapı mitingindeki, “Temmuz’da artık yeni bir Türkiye vardır. Bu uzlaşma kültürünü daha ileri taşıyabilirsek çocuklarımıza güzel bir Türkiye bırakmış olacağız,” şu sözleri yanında MHP lideri Bahçeli’nin de benzer değerlendirmelerde bulunup, “Uzlaşma kültürünün öne çıktığı bir yeni Türkiye”den söz etmeleri dikkat çekiciydi![252]
Aydın Engin’in, “Protokol tribününde oturanlara baktık. En uçta Bahçeli ile Kılıçdaroğlu, sonra AKP’nin anlı şanlı liderleri. Ben değil, bir TV gazetecisi meslektaş söyledi; ayıpsa suç onundur. “Abi, bu iş gazinoya döndü. Assolist Erdoğan. Assolist altları İsmail Kahraman ile Binali Yıldırım. Üçüncü assolist altı olarak bir de Hulusi Akar. Kılıçdaroğlu ile Bahçeli de ekibin uvertür sanatçıları oldu,”[253] diye betimlediği kapsamda “Tarihsel uzlaşma sürecinin hegemonu tartışmasız biçimde Erdoğan’dır. İradesini, uzlaşmanın tüm taraflarına kabul ettirmiştir.”[254]
Özetin özeti: “Yerli ve milli liderimizin çağrısıyla 7 Ağustos’ta Yenikapı’da ve ülkenin dört bir tarafında yapılan mitinglerle demokrasimiz ‘taç’landı. Erdoğan’ın ‘demokrasiyi taçlandırma şöleni’ne hükümet partisi AKP’nin yanı sıra CHP ve MHP liderleri de katıldı. Böylece ‘führer’imizin (liderimizin) etrafında demokrasimizin yerli ve milli cephesi de kurulmuş oldu…
Öyle bir demokrasi ki bu, Gülen Cemaati ile 11 sene işbirliği yapanlar bir çırpıda demokrasi kahramanı ilan edilirken bu işbirliğinin en büyük mağdurları Kürt siyasetçiler Gülen’cilerle birlikte demokrasimize kasteden düşmanlar olabiliyor!
Çünkü bu demokrasinin standartlarını ‘führer’imiz belirliyor!
İşte bu ‘führerci demokrasi’mizin yılmaz savunucusu ‘bin operasyon’cu Mehmet Ağar’ı da atlamamak gerekiyor. İstanbul Kısıklı’daki ‘demokrasi nöbeti’ne katılan Ağar, Yenikapı mitingi için ‘Cumhurbaşkanımızın önderliğinde Türkiye’de demokrasinin ne anlama geldiğini bütün dünyaya göstereceğiz,’ diyordu.”[255]
Aslı sorulursa Yenikapı’da, “Milli birlik” ve “Milli irade” falan yok; var olan tek şey Erdoğan’dı…
 
V. AYRIM VEYA SONUÇ YERİNE: TAVIR
 
“Ne yapmalı” mı?
Öncelikle buraya kadar söylediklerimi birkaç saptama hâlinde toparlamalıyım:
• Saray/AKP, Gülen Cemaati’nin “darbe” girişimi, İslâmcı-faşizan bir Başkanlık rejimi provokasyonunu hayata geçirmek için kullanılmakta.
• Ancak sürdürülemez kapitalizmin içinde debelendiği küresel kriz, Erdoğan’ın bu serüvenini -hem iç hem de dış koşullar açısından- muğlaklaştırıyor. İkinci bir Mustafa Kemal olma arzusu her zaman ikinci bir Enver Paşa olma hüsranıyla sonuçlanabilir.
• Erdoğan ve avenesinin inşaya koyuldukları “yeni rejim”e karşı durabilecek bu gidişata “Dur” diyebilecek tek güç, üzerindeki tahakküm ve sömürünün katmerlendiği, “Eşitlik ve Özgürlük” talepleriyle sokağa çıkacak ezilen ve sömürülenlerdir.
Bu durumda öncelikle “Ne AKP ne darbe” tutumunu derinleştirip, “Ne askeri ne de sivil diktatörlüğe izin vermeyeceğiz!” vurgusuyla genişletmek gerekiyor.
Özetle “Mücadelenin, ne darbe, ne diktatörlük şiarıyla yükseltilmesi büyük önem taşımaktadır.”[256]
Çeşitli abartılardan, genellemelerden vazgeçmek gerek: Evet, darbe girişimi başarılı olsaydı da olmasaydı da korkunç sonuçlar doğuracaktı. Başarılı olamadı ve kontrolsüz bir cadı avı başladı. Başarılı olsaydı da farksız mı olacaktı?
Yani “Ne değişti?” Esasta “hiç”!
Hemen, acilen ve ısrarla, “… ‘Reformcu Erdoğan’ tevatürü”nden[257] kurtulmak kilit önemde; Erdoğan artık hiçbir şeyin muhatabı ve çözümü değil; olamaz ve olmamalıdır da…
Hasan Cemal’in dahi, “Erdoğan ve Saray’ı tepemizde olduğu sürece ne değişecek ki? Erdoğan bugüne kadar mevcut anayasayı mı, hukuku mu, özgürlükleri mi taktı ki, bundan sonra takacak? Geçelim. Mesele Erdoğan’dır!”[258] diyebildiği coğrafyamız hâlen bir iç savaşa gebeyken; 15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olduğu düşünülse de, işin aslı öyle değil. Tamam darbe önlendi; fakat sonrasında neler olacağını hiç hesaplamadı mı? (Geçerken: Darbe girişimini başarısızlığa mahkûm eden karşılarında buldukları değil, yanında bulamadıkları oldu.)
Asıl dert bundan sonra başlayacaktır; göreceğiz. Coğrafyamız, 15 Temmuz ile -çok net bir şekilde- kaybetmiştir ve sonu gözükmeyen kapkaranlık bir tünele girmiştir. Daha çok kötü günler beklemektedir.
Tekbirlerle “demokrasi” savunulup, camilerden cihat çağrıları yapılırken; siyasal İslâm sokağa inmesinin sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
Robert Fisk’in, “Başarısız olsa da, yeni darbe girişimlerinin önünü açmıştır,”[259] notu “es” geçilmemelidir. Ayrıca da ‘The Financial Times’ın, “Türkiye’de kurumsal çöküşe doğru gidiliyor,”[260] tespiti de…
Yusuf Kaplan’ın, “Müslümanların önünde takoz olmayacaksınız; hakikât düşmanlarının, insanlık düşmanlarının önünde takoz olacaksınız!”[261] tehditleri karşısında “En kötü laik yönetim, en iyi dinci/ dindar yönetimden iyidir,”[262] demek “olmazsa olmaz”dır.
Çünkü “Coğrafyamızın bir numaralı sorunu ‘Siyasi İslâm’dan kurtuluş’ sorunu hâline gelmektedir.
Bir o kadar ‘apaçık’ olan bir başka gerçek ise Türkiye’nin Siyasi İslâm’dan kurtuluşunun ‘Cumhuriyet Devrimlerinin korunması’ ile sağlanamayacağıdır…
Gülen de, AKP de, cihatçı çeteler de aynı emperyalist sömürgecilik projesi için tasarlanmış, imal edilmiş (temsili, sivil, askeri) siyasi aletlerdir. Bu gerçeği ihmal edersek, Türkiye’nin Siyasi İslâm’dan kurtuluşu sorununu asla anlayamayız. Sorunun bugünkü hâlini ‘laiklikten uzaklaşma’ sorunu olarak görür, ‘Cumhuriyet Devrimlerine geri dönülmesi’ için sürekli içinde bulunduğumuz sorunun kaynağı olan mevcut devlete müracaat ederiz.
Türkiye’nin Siyasi İslâm’dan kurtuluşu sorunu somut bir sorun olarak ele alınmalıdır. Bu sorunun iki ana bileşeni bulunmaktadır: İslâmın neo-liberal siyasallaştırılmasından kurtuluş ve kontrgerilladan kurtuluş.
Birinci sorun proleter laiklik olmadan, ikinci sorun ise emperyalizm ve faşizmden kurtuluş sağlanmadan çözülemez… Bu nedenle İslâmın neo-liberal siyasallaşması ile etkili bir mücadele ancak proleter laiklik ve Ortadoğu devrimi perspektifiyle yürütülebilir.”[263]
Darbe girişimiyle bir kez daha net olarak anlaşılmıştır ki, toplumsal muhalefetin önünü açmak, diktatörlüğe karşı mücadeleyi -sınıf/ emek ekseninde- büyütmek “olmazsa olmaz”dır.
Olanlar da AKP’nin darbeyle değil, devrimle yıkılacağını bir kez daha ispatlamıştır.
Bu noktada darbe sonrası yeni rejime karşı mücadelenin platformu “demokrasiyi savunmak” değil, diktatörlüğe karşı koyuştur.
Söz konusu tavır çok önemlidir. Çünkü HDP’nin, “Krizden çıkışın yolu OHAL değil demokrasidir”; EMEP’in, “Ne darbe, ne OHAL, ne de tek adam tek parti diktatörlüğü! Acil görev; demokrasi cephesi”; Yeşil Sol Parti’nin, “Yaşadığımız darbe girişimi karşısında sivil siyasetten ve parlamenter demokrasiden yana tavır aldık… Demokratik siyaset, evrensel değerleri kabul etmekle başlar!”[264] türünden tutumlar önümüzü açmaz, açamaz!
Diktatörlük var olduğu sürece coğrafyamızda, huzur da çözüm de olmayacak… Darbeye karşı mücadele siyasal demokrasinin sınırlarının daraltılmasına karşı, emekçiler için mücadele hâline getirilmelidir…
AKP’nin bütün rakiplerini sert bir biçimde tasfiye ettiği devlet içi iktidar mücadelesi; kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi yaşamayan her kesimi düşman ilan eden gerici-mezhepçi kutuplaştırma siyaseti; “parlamenter sistemi bekleme odasına alan”, burjuva demokrasisinin en küçük kırıntılarına bile tahammül edemeyen fiili diktatörlükle yönetme ısrarı ülkede darbe ve iç savaş koşullarını yaratmıştır.
AKP başarısız darbeden hareketle ilan ettiği OHAL ilanıyla coğrafyamızı kaosa sürüklemekte ısrarlıyken; sokaklardan çekilme politikasından derhâl vazgeçilmeli, halkın yerleşim alanları bizzat halkla beraber güvenceye alınmalıdır. AKP’nin varmak istediği yerin ve sokaktaki Selefî çetelerin önündeki en büyük engel Türkiye İşçi Sınıfı ve Kürt Ulusal Hareketi ile öteki(leştirilen)lerdir.
Evet genel anlamda darbelere karşı olmak doğaldır ve kaçınılmazdır. Ancak teokratik yeni bir rejim yaratmak isteyen Erdoğan’ın gerçek tehlike olduğu da asla unutulmamalıdır. Bu sürecin birinci dereceden sorumlusudur Erdoğan diktatörlüğüyken; özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve laiklikten yana olanlar yeni bir mücadele sürecini, “Egemenlerin kavgasından emekçilere, halklara demokrasi çıkmaz! Kendi gücüne güven, örgütlen!” şiarıyla örmek zorundadırlar.
HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, “Kendi darbelerini yaptılar. Kendi diktalarını kurdular. Türkiye halklarına da darbelerden darbe beğenin diyorlar. Türkiye halkları darbelerden darbe, diktalardan dikta beğenmek zorunda değil.”[265] “Apoletlilerin darbesi bitti kravatlıların darbesi devam ediyor… Kürtler özgür değilse demokrasiniz çakma demokrasidir. Roboskî, Sivas, Suruç, Ankara için adalet yoksa demokrasi de yoktur,”[266] diye betimlediği tabloda, kendi hukukunu dahi çiğneyen iktidarlara karşı direnme hakkı, tartışmasız biçimde meşrudur, gereklidir, kaçınılmazdır.
Bunlar için de Karl Marx’ın, “Gerçek hareketin her adımı bir düzine programdan daha önemlidir,” uyarısından hareketle; “Minimum est nihilo proximus/ Az olan hiç (hiçbir şey) demektir” gerçeğini “es” geçmeden; Halil Cibran’ın, “Baskıya başkaldırmayan kişi, kendine karşı adaletsizdir,” saptamasını terennüm ederek; “Sol, yeniden işçi sınıfının ellerinde yükselmelidir!”[267]
 
18 Ekim 2016 10:33:26, Ankara.
 
N O T L A R
[*] Tarım Orkam-Sen Ankara Şubesi’nin 22 Ekim 2016 tarihinde düzenlediği Eğitim Çalışması’nda (Saat: 09.30-11.45) yapılan konuşma… 22 Ekim 2016 tarihinde “Buluşmalar I - Ankara” toplantısında (Saat: 13.00-17.00) yapılan konuşma… Newroz, Kasım 2016…
[1] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar-3, Çevirenler: M. Kabagil-A. Gelen- K. Somer-V. Erdoğdu-Ö. Ünalan-M. Belli-S. Belli, Sol Yay., 1979.
[2] İsmet Berkan, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Yeniden Kurulurken...”, Hürriyet, 27 Temmuz 2016, s.8.
[3] http://www.birgun.net/…kadar-engellendi-120245.html
[4] Nabi Yağcı, “Meydan Buluşmaları/ Meydan Demokrasisi”, 22 Temmuz 2016… http://kuyerel.org/yazarlarimizYaziGoster.aspx?id=2613&yazarId=7
[5] İbrahim Karagül, “… ‘İçeriden İşgal’ Planı: Size O Haritayı Çizdirmeyeceğiz!”, Yeni Şafak, 25 Temmuz 2016, s.15.
[6] Temel Demirer, 16 Temmuz 2016, 11:20, https://twitter.com/temeldemirer
[7] Temel Demirer, 16 Temmuz 2016, 00:39, https://twitter.com/temeldemirer
[8] “Askeri Darbe Girişiminden OHAL Düzenine”, 30 Temmuz 2016… http://marksist.net/marksist-tutum/askeri-darbe-girisiminden-ohal-duzeni...
[9] “Bir grup genç köprüye doğru koşuyor. Koşan sivillerden birinin elinde tabanca. Gökyüzünü yırtan bir ses duyuluyor: ‘Dört tanesini öldürdük! Dördünü öldürdük!’
Kalabalığın ortasında, yerde kanlar içinde bir asker yatıyor. Belki ölmek üzere, ama hâlâ saldırganların hedefinde. ‘O...pu çocuğu! Münafık! Geber! Geber!’
Bazıları belki de yaralı ölmesin diye daha fazla darbe indirilmesini engelliyor.
Koşarak gelen ama hedefine yaklaşamayan adamın ağlamaklı sesi şiddetli bir tutkuyla yükseliyor: ‘Bi tane vurayım! İçim rahatlasın... Allah rızası için... Bi tane vurayım!’…
İktidar ve hatta bazı muhalif liderler, ’sokaklara dökülüp demokrasiye sahip çıkan halkla gurur duyarken’ nedense bu son derece tehlikeli görüntülerden hiç söz etmedi.
IŞİD’e sıcak bakan milyonlar… Sözünü ettiğimiz bu insanlar, yarın iktidarın (dinin, Allah’ın, Kur’an’ın vb.) isteğiyle, siyasi ve demokratik özgürlüklerin sınırlanmasından, oturup kalkmaya, giyinmeye, sevişmeye kadar bir dizi konuda doğru saydıkları her şeyi ’sokak şiddeti’ ile dayatabilir.
Bu açıdan ‘kalkışma süreci’ onlara eşsiz bir deneyim ve özgüven kazandırdı.
2015 yılında ABD merkezli araştırma şirketi PEW’in yaptığı ankette, Türkiye’de toplumun yüzde 8’inin bugün dünyanın kafa kesen başbelası olan IŞİD’e sempati beslediği ortaya çıkmıştı. Net fikir sahibi olmayan veya beyan etmeyenlerin oranı da yüzde 19’du.
Yeni açıklanan Gezici Araştırma Şirketi’nin IŞİD ile ilgili düzenlediği anketin sonucuna göre ise, Türkiye yurttaşlarının yüzde 19.7’si IŞİD’i desteklerken, yüzde 23.2’si de sempati duyuyor. Toplarsanız yüzde 42.9 yapar… Milyonlar... On milyonlar... Tehlikeyi görüyor musunuz? (Hakan Aksay, “Erdoğan Giderse Yerine Daha Beteri Gelebilir, 17 Temmuz 2016… http://bas-haber.com/tr/article/2906/erdogan-giderse-yerine-daha-beteri-...)
Tüm bunlardan sonra hatırlayın/ hatırlatın: Mahir Çayan, Kızıldere’de etrafları kuşatıldığında erlere, “Geri çekin rütbeliler gelsin,” demişti!
[10] Hülya Yetişen, “Darbe İçin Ne Dediler?”, 21 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/darbe-icin-ne-dediler-hulya-yetisen/
[11] “Askeri Darbeye de, Sivil Faşist Diktatörlüğe de Hayır!”, 16 Temmuz 2016… http://marksist.net/marksist-tutum/askeri-darbeye-de-sivil-fasist-diktat...
[12] Hatırlatmazsam olmaz: Sokağa yüzbinler ve milyonlar dökülmedi (ama, milyonlar olacak sokağa döküldüklerine inanıyorlar şu an). Meydandakinden çok daha fazla insan banka kuyruğundaydı; kendi derdindeydi!
[13] Aydın Engin, “Şeytanın Sor Dediği”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2016, s.10.
[14] Murat Çakır, “Olağanüstü Olağan Hâl”, Gündem, 22 Temmuz 2016, s.13.
[15] Jean-Luc Godard’ın, “Artık sadece iletişim araçları var, iletişimin kendisi yok,” saptamasını anımsatarak ekleyelim: CNN Türk televizyonunun izleyicilerine son dakika olarak geçtiği ‘Ankara Emniyet Müdürlüğü darbeciler tarafından F16’larla vuruldu’ görüntülerinin 2014 yılında Gazze’deki bir bombardıman anına ait olduğu ortaya çıktı. (“CNN Türk’ün Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün F16’larla Vurulma Anı Videosu 2 Yıllık Çıktı”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2016… http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video/568646/CNN_Turk_un_Ankara_Emniy...)
[16] “Darbe girişimi”nden önce iktidara çok yakın olan gazeteci-yazar Fehmi Koru darbeden 3 gün sonra yani 18 Temmuz 2016 tarihinde kendi bloğunda özetle şu tespitleri yapmıştır: “Girişimin başarıya ulaşamamasında, öncesinde toplanan istihbaratın büyük payı olduğunu, sonrasında başlatılan tasfiye girişiminde de MİT’in önceden hazırladığı listelerin kullanıldığını düşünüyorum. Hatta, “Bunlar darbeye kalkışabilirler, eğer böyle bir şey olursa, biz de şöyle davranalım” diye bir operasyon planı devlet tarafından belirlenmiş ve darbeciler düğmeye bastığında, o plan, sâdık devlet birimleri tarafından devreye sokulmuş bile olabilir…” (Fehmi Koru, http://fehmikoru.com/devletin-karsi-darbe-plani-vardi-diyorum)
[17] Miyase İlknur, “Adil Öksüz’ü Yukarıda Biri Koruyor”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2016, s.4.
[18] “Kimdi bu darbenin liderliği? Başarsalardı kimlerin emirleriyle öldürülecektik? Kimler kurulacaktı makam arabalarına, Saray’a, Meclis’e? Halkın kahramanlığını alkışlayıp onun gerçeği öğrenme hakkını tanımamak, teslim etmemek, bunun gereğini yapmamak, hakkı hukuku, toplumsal haysiyeti geçtim, -onlar nasılsa hiçbir muktedire hiçbir şey ifade etmiyor.” (Ümit Kıvanç, “Kim Bu Darbenin Lideri, Başarılı Olsaydı Kimler Kurulacaktı Makam Arabalarına, Saray’a, Meclis’e?”, 11 Ağustos 2016… http://t24.com.tr/haber/umit-kivanc-kim-bu-darbenin-lideri-basarili-olsa...)
[19] Abdulkadir Selvi, “MİT Darbeyi Haber Vermedi mi?”, Hürriyet, 19 Temmuz 2016, s.27.
[20] Emine Kaplan, “Bir Tuhaf ‘Darbe’ Hikâyesi”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2016, s.6.
[21] CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz darbe girişimini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “eniştesinden”, Başbakan Yıldırım’ın da “Yakın korumalarıyla eş dosttan öğrenmesi” ile ortaya çıkan tablo için, “İstihbarat zafiyeti diyorlar. İstihbarat zafiyeti demek olayı hafifletmektir. Daha ciddi bir durum var. Yönetim zafiyeti var” dedi. (Erdem Gül, “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: Yönetim Zafiyeti Var”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2016, s.4.)
[22] Aydın Engin, “Şeytanın Sor Dediği”… http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/601819/Seytanin_sor_dedigi.html
[23] Veysi Sarısözen, “Darbeye ‘Erken Doğum’ Yaptıran ‘Doppel Agent’ Öldürüldü mü?”, 4 Eylül 2016… http://anfturkce.net/guncel/darbeye-erken-dogum-yaptiran-doppel-agent-ol...
[24] Ghassan Salamé, “Democracy Without Democrats?: The Renewal of Politics in the Muslim World”, 1994.
[25] Tayfun Atay, “Demokratlarsız Demokrasi?”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2016, s.6.
[26] Ferhan Umruk, “Darbe İçinde Darbe ve Yaklaşan Felakete Karşı…”, 1 Ağustos 2016… https://yalansz.wordpress.com/2016/08/01/darbe-icinde-darbe-veyaklasan-f...
[27] “28 Şubat’ın asıl ve köklü karşıt kutbunu, Erbakan’dan çok, Erdoğan ve arkadaşlarının temsil ettiği akım oluşturdu. 28 Şubat’ta Başbakan Erbakan’dı. Darbenin asıl muhatabı da oydu. Darbeciler, onu iktidardan alaşağı etti. Ama dindarlar, bu akımın efsanevi lideri Necmettin Erbakan’ı değil, genç ve yenilikçi Tayyip Erdoğan’ı tercih etti. Bu hem bir ‘kahraman değişimi’ hem bir ‘paradigma değişimi’ydi. Ayrıca kaderin önemli dönüşüm noktalarında karşımıza çıkarabildiği ‘cilve’lerden biriydi. AKP nasıl Erbakan’a rağmen başarılı olabildi. (Oral Çalışlar, “Erbakan’dan Erdoğan’a Geçiş: 28 Şubat”, Radikal, 3 Mart 2012, s.14.)
“Araştırdım, TÜSİAD 28 Şubat’a destek vermedi,” diyen Ümit Boyner ekledi: “Darbeler araştırılsın ama hukuk çerçevesinde. Unutmayalım ki bu uzun bir film. Hesaplaşma duyumlar üzerine yapılacaksa iş tatsızlaşır.” (Ezgi Başaran, “Araştırdım, TÜSİAD 28 Şubat’a Destek Vermedi”, Radikal, 30 Nisan 2012, s.8-9.)
[28] Ali Ergin Demirhan, “Wallerstein, Erdoğan İçin Yazdı Ama Ne Yazdı!”, 3 Ağustos 2016… http://sendika10.org/2016/08/wallerstein-erdogan-icin-yazdi-ama-ne-yazdi...
[29] “Size bir şey söyleyeyim mi? Eğer 17 Aralık’ta Fethullah Gülen ve Cemaati, şu meşhur “Yolsuzluk Operasyonu”na imza atmasaydı... İyi ki ikisinin arası açılmış. İyi ki savaşa girişmişler. İyi ki birbirlerine etmediklerini bırakmamaya ahdedecek kıvama gelmişler. Yoksa... En azından birbirlerinin yaptıkları zulümlere kayıtsız kalacak, birbirlerinin zalimliklerini idare edeceklerdi,” (Ahmet Hakan, “Allah’a Şükür Ki Hükümet ile Cemaat Savaş Hâlinde”, Hürriyet, 18 Aralık 2014, s.6.) demişti Ahmet Hakan!
[30] AKP iktidarıyla Fethullah Gülen hareketi arasındaki ilişkilerde sahici bir milat olan MİT krizi hâlâ kapanmış, aşılmış değilken; hükümet-cemaat tartışmasının en aleni örnekleri olarak şu üç yazıyı gösterebiliriz: Bülent Korucu (Zaman): 7 Şubat efsanesi http://www.zaman.com.tr/bulent-korucu/7-subat-efsanesi_2116250.html); Cem Küçük (Yeni Şafak): 7 Şubat tarihin kırılma anıdır http://yenisafak.com.tr/yazarlar/CemKucuk/7-subat-tarihin-kirilma-anidir...); Mehmet Kamış (Zaman): Fitne ateşine odun taşıyanlar. http://www.zaman.com.tr/mehmet-kamis/fitne-atesine-odun-tasiyanlar_21178... (Ruşen Çakır, “Polemikler Üzerinden Yeni Tür İktidar Savaşlarına Bakış”, Vatan, 8 Ağustos 2013, s.16.)
[31] Kerem Dağlı, “Bir ‘Kandırılma’ Hikâyesi: Fethullahçılar ve AKP”, 14 Ağustos 2016… http://marksist.net/kerem-dagli/bir-kandirilma-hikayesi-fethullahcilar-v...
[32] Ayşe Hür, “Tanrı Dağları Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman!”, Radikal, 17 Şubat 2013, s.28-29.
[33] Tayfun Atay, “Tarikatları Diyanet’e Değil Cumhurbaşkanlığı’na Bağlayın!”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2016, s.6.
[34] Mehmet Tezkan, “Hukuksuzluğu Cemaat Öğretti, AKP Uyguluyor”, Milliyet, 29 Ekim 2015, s.7.
[35] Ergin Yıldızoğlu, “14 Aralık’ta Ne Oldu?”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2014, s.8.
[36] Murat Belge, “Gülen Hareketi ve Harekâtı”, 8 Ağustos 2016… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/gulen-hareketi-ve-harekâti, 15213
[37] “Eski Pentagon Yetkilisi: Türkiye’de Darbe Olursa ABD’de Kimse Erdoğan’a Sahip Çıkmaz”, 22 Mart 2016… http://haber.sol.org.tr/dunya/eski-pentagon-yetkilisi-turkiyede-darbe-ol...
[38] “… ‘Üst akıl’ 15 Temmuz’da suçüstü yakalandığı hâlde FETÖ’yü gündüz gözüyle himaye etmeye devam ediyor hâlâ. Mesela, CIA’nın ünlü direktörlerinden Graham Fuller (bazıları CIA eski yöneticisi diyor; kardeşim ne eskisi, bunların eskisi yenisi mi olur?!) daha geçen gün açık seçik şekilde FETÖ’yü arkaladı. Zaten ‘Irkçı Siyonist network’ medya gücünü çoktan devreye sokmuş.” (Salih Tuna, “Bu Sinsi İhanete Son Verin Yeter Artık”, Yeni Şafak, 25 Temmuz 2016, s.2.)
“İncirlik’teki merkezde TSK’nın bütün subaylarını fişleten ABD’li ISAF Komutanı General John F. Campbell, kanlı isyanın organizatörü oldu. Üniformalı teröristlere paralar ise Nijerya bankası kanalıyla CIA ekibince ulaştırıldı.” (Yılmaz Bilgen, “Kalkışmayı Yöneten ABD’li Komutan”, Yeni Şafak, 25 Temmuz 2016, s.14-15.)
[39] “Obama da Biliyor”, Yeni Şafak, 25 Temmuz 2016, s.12.
[40] Ceyda Karan, “Atı Alan Üsküdar’ı Geçmeden Önce...”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2016, s.7.
[41] “Hürriyet Washington Temsilcisi: Birçok ABD’li siyasetçi ‘Darbe Oyundu, Erdoğan Planladı’ Diyor”, 24 Temmuz 2016… http://t24.com.tr/haber/hurriyet-washington-temsilcisi-bircok-abdli-siya...
[42] Tolga Tanış, “ABD Genelkurmay Başkanı: Hulusi Akar Beni İki Kere Aradı”, Hürriyet, 27 Temmuz 2016, s.16.
[43] “ABD’li Generalden ‘Darbe’ Açıklaması: En Yakın Müttefiklerimiz Tutuklandı”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2016… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/576078/ABD_li_generalden__darbe...
[44] Orhan Bursalı, “ABD/Avrupa: Darbeseverliklerinin Nedeni ve Darbenin İslâmi Karakteri Üzerine”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2016, s.6.
[45] “Avrupa Türkiye’deki Gelişmelerden Endişeli”, Evrensel, 23 Temmuz 2016, s.10.
[46] Tolga Tanış, “Kongre’den Kerry’ye Gülen Mektubu”, Hürriyet, 6 Şubat 2015, s.22.
[47] Cansu Çamlıbel, “Michael Werz: Gülen’in Sınır Dışı Edilmesi Zor Gözüküyor”, Hürriyet, 26 Ocak 2015, s.20.
[48] Güven Özalp, “ABD ve AB’den Destek ve Uyarı”, Hürriyet, 19 Temmuz 2016, s.22.
[49] “ABD’den Kayyım Tepkisi”, Cumhuriyet, 4 Mart 2016, s.11.
[50] “The Financial Times gazetesinde 10 Ağustos 2016’da yayımlanan editoryal görüş yazısında, ‘Türk-Rus yakınlaşmasının Batı’da kaygı yarattığı’ belirtilerek ‘Rus lider Putin’in Türkiye ve NATO’yu birbirine düşürmek için her fırsatı da değerlendireceği’ iddia edildi.” (“FT: Batı’nın Erdoğan’dan Vazgeçmesi İçin Çok Erken”, Hürriyet, 11 Ağustos 2016, s.24.)
[51] Garbis Altınoğlu, “15-16 Temmuz Darbe Girişimi ve Devrimci Tutum”, 17 Temmuz 2016… https://www.facebook.com/garbisaltinoglu/photos/a.844986402196221.107374...
[52] Ahmet Şık, “Darbe Daha İleri Tarih İçin Planlanmıştı, Mecburen Öne Alındı”, 18 Temmuz 2016… http://bas-haber.com/tr/article/2914/darbe-daha-ileri-tarih-icin-planlan...
[53] “Türk devleti tarihindeki en büyük çözülmeyi, çöküntüyü ve çürümeyi yaşamaktadır. 15 Temmuz 2016’daki askeri darbe girişimi ile başlayan, sivil darbe ile tamamlanmak istenen bu sürecin detaylarına baktığımızda çöküntünün, çürümenin ve çözülmenin boyutları daha iyi görülecektir.” (Baki Gül, “24-25 Temmuz 2015’ten Bugüne Çöken TSK, Çözülen AKP”, Gündem, 25 Temmuz 2016, s.14.)
[54] Yener Orkunoğlu, “Milli İradenin Gericiliği ve Ninnileri”, 21 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/milli-iradenin-gericiligi-ve-ninnileri-yene...
[55] Murat Paker, “Darbe Girişimi-1”, T24… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-paker/darbe-girisimi--1,15329
[56] Alev Gürsoy Cimin, “Fatma Şahin: Cuntacı Komutan PKK ve DAEŞ’le İşbirliği Yaptı”, Posta, 15 Ağustos 2016, s.15.
[57] Nil Soysal, “Emekli Albay Dursun Çiçek: PKK’yı da IŞİD’i de FETÖ Yönetiyor”, Sözcü, 21 Ağustos 2016, s.15.
[58] Fahrettin Altun, “Ha FETÖ Ha PKK”, Sabah, 13 Ağustos 2016, s.24.
[59] “Soma’nın Suçunu FETÖ’ye Attı”, Sözcü, 10 Ağustos 2016, s.15.
[60] “Türkiye Toprakları İki Devlete Verilecekti”, Milliyet, 24 Eylül 2016… http://www.milliyet.com.tr/-turkiye-topraklari-iki-devlete-ekonomi-2316206/
[61] “Mehmet Müezzinoğlu: Çürük Diş Çekilir”, Hürriyet, 18 Aralık 2014, s.21.
[62] “Baro Beştepe’de... ‘Edepsiz’ Tartışmasından Övgüye”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2016, s.5.
[63] Kübra Par, “Melih Gökçek: Bırakıyorum!”, Haber Türk, 8 Şubat 2015, s.14-15.
[64] Nuray Mert, “İki tehlike: Erdoğan’sız Türkiye Saplantısı ve Cadı Avı”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2016, s.5.
[65] Nuray Mert, “Demokrasi Nöbeti”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2016, s.5.
[66] Hayri Demir, “HDP Ankara Milletvekili Önder: Süreç Devam Etseydi Darbe Yaşanmazdı”, Gündem, 28 Temmuz 2016, s.8.
[67] Kemal Göktaş, “Sırrı Süreyya Önder: 15 Temmuz Açık Bir NATO Operasyonu”, Cumhuriyet, 10 Ekim 2016, s.11.
[68] Ömer Ağın, “Kürtler Teslim Alınırsa...”, Gündem, 11 Ağustos 2016, s.5.
[69] Ayfer Arslan, “50 Milyar Lira El Değiştirdi”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2016, s.5.
[70] “15 Temmuz’un ‘bayram ve anma’ içerikli bir ‘ulusal gün’ ve tatil ilan edilmesi, 15 Temmuz darbesinin ‘bastırılması’nı kutsallaştırarak, rejim açısından milat hâline getirmeyi hedefleyen bir iradenin yansımasıdır.” (Ferda Koç, “15 Temmuz ‘Bayramı’…”, 7 Ekim 2016… http://sendika10.org/2016/10/15-temmuz-bayrami-ferda-koc/)
[71] Rıza Türmen, “Hukukun O Hâli”… http://t24.com.tr/yazarlar/riza-turmen/hukukun-o-hali,15552
[72] İlkay Meriç, Adım Adım ‘Demokrasi Devrimi’…”, 12 Eylül 2016… http://marksist.net/ilkay-meric/adim-adim-demokrasi-devrimi.htm
[73] Kadri Gürsel, “Darbeciler Yenildi Ama Bu Gelen Demokrasi Değil”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2016, s.10.
[74] Bakın bir liberal durumu nasıl resmediyor: “Büyük bir altüst oluş yaşanmakta. Çok tehlikeli bir süreç bu. Hiç bu kadarına tanık olmamıştım. Devlet ve toplumla birlikte hepimiz çalkanıp duruyoruz. Dümen boşlukta, tutmuyor! Evet öyle. Fırtınalı sularda savruldukça savruluyoruz. İstikamet neresi? Kayalıklara mı? Güvenli, sakin sulara mı? Önümü göremiyorum. O kadar çok cevapsız soru işareti var ki. Karanlıktayız. Travmatik bir durum bu.” (Hasan Cemal, “Devlet Krizi, Büyük Uzlaşma!”… http://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/devlet-krizi-buyuk-uzlasma,15256)
[75] Mustafa Sönmez, “15 Temmuz Darbesi, CHP ve Kürt Siyaseti”, 15 Ağustos 2016… http://sendika10.org/2016/08/15-temmuz-darbesi-chp-ve-kurt-siyaseti-must...
[76] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Darbe’den Sonra...”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2016, s.9.
[77] “Cadı avı tabiri, Türkiye’de başarısız darbe girişimi sonrası yaşanan bazı gelişmeleri tarif etmek için giderek daha çok kullanılıyor. Bu tabir, özellikle XVI-XVII. yüzyıl arasında Batı Avrupa’da hem laik kurumlarca hem kiliselerin engizisyon mahkemelerince yürütülen, içine şeytan girmiş cadıları temizleme politikasını tanımlar. İşkenceye tabi tutulan, yakılan, parçalanan veya sakat bırakılan on binlerce kişinin büyük çoğunluğu kadındır. Birçoğu ebe, çıkıkçı, büyücüdür ama hedef yalnız kadınlar değildir. Eşcinseller, köyün adabına uymayanlar, mahalle baskısına karşı çıkanlar, Kilise’nin otoritesini veya dogmalarını eleştirenler de içine şeytan girmiş kişiler olarak cezalandırılır.
Cadı avı uygulaması, kökenleri çok daha eski pogromları hatırlatsa da, bunlardan farklıdır. Pogrom, belli bir dini, etnik, cinsel veya yakın zamanlarda siyasal kimlikteki insan gruplarına yönelik temizleme, yok etme politikalarını tanımlar. Cadı avı ise çok farklı kimlikleri hedef alır. Cadı avında, avı yürütenle avlanan arasında dini veya etnik farklar çoğunlukla yoktur. Bu nedenle cadı avı özünde, toplumun kendi içindeki şeytandan yani kötülükten korkmasının dışavurumudur.” (Ahmet İnsel, “Dünden Bugüne Cadı Avı”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2016, s.6.)
[78] Ahmet İnsel, “Keyfi yönetim ve Zübük”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2016, s.11.
[79] Ayrıca unutulmamalıdır ki, “Erdoğan ve AKP, tabanını bir düşman karşısında konsolide edemezse iktidarını sürdüremez.” (Hüseyin Şimşek, “CHP Ankara Milletvekili Murat Emir: Erdoğan Kutuplaştıramazsa İktidarını Sürdüremez”, Birgün, 4 Ekim 2016, s.9.)
[80] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2012.
[81] “Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım. Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım. Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.
Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.
Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.
Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına ‘İslâm mahkemesi’ denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çarptırıldığı haberini okuduk.
Haberi ciddiye almadık; ‘üç beş sapsızın işi’ dedik.
Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. ‘ufak tefek şeylerin’ toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.
Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.
‘Müslüman kadınların yanında fahişelerin yeri yoktur’ denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk!
Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.
Biz ise hâlâ büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! ‘ittifak’, ‘eylem birliği’ gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.
Humeyni, ‘Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız’ diyor; genç mollalar terör estiriyordu.
Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu. Şiraz’da ‘İslâm mahkemesi’ eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.
Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!
Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda ‘tamam bu sonuncusu’ diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.
Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu. Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.
Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.
Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslâm düşmanı ilan etmişti.
Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.
Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: ‘İslâm cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?’ Kuşkusuz bu bir oyundu... Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: ‘İslâm’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?’ Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: ‘önemli olan cumhuriyet’tir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslâm cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?’ Sonuçta, ‘evet’ diyen 20 milyon, ‘hayır’ diyen ise sadece 140 bindi. Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Hâlbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.
Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar. Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal ‘Ayendegan’ gazetesi’ni kapattırdılar. Sıra ‘Keyhan’ gazetesi’ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.
Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik. Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Hâlbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı. Örtünmek moda oldu!
Tüm bunlara ‘gelip geçici bir fırtına’ diye bakmak ne büyük yanılgıydı.
Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslâmcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi. Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı. Kaçanlardan biri de bendim.
Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.” (Bahman Nirumand, İran - Soluyor Çiçekler Parmaklıklar Ardında, Belge Yay., 1988.)
[82] Sümer Yaratılış Destanı’nda “İnsan”, ilginç bir isyan girişiminin sonucunda yaratılır. Bu destanın sonraki biraz da ironik bir versiyonuna göre, başlangıçta sadece tanrılar vardır ve aralarında hiyerarşik bir işbölümü yapılmıştır. Büyük tanrılar sadece yönetir ve tüketirler; “en alttaki” tanrıların işi ise çalışmak ve üretmek, yani büyük tanrıları beslemektir. Ama gün gelir en alttaki tanrılar isyan ederler ve tanrıların kralı konumundaki Enlil’in sarayını kuşatırlar. Enlil çok korkar, panikler. Hizmetkârı ise sakin olmasını ve derhâl bir tanrılar meclisi toplamasını önerir. Tanrılar meclisinde Enlil isyanın elebaşının bulunup öldürülmesini ister.
O zaman, yeryüzü iktidarını bırakıp gökyüzüne çekilmiş bilge Anu, “Önce isyancıların ne istediklerini öğrenelim, uzlaşabilir miyiz bir bakalım” der. İsyancıların istekleri sorulur ve en alttaki tanrıların artık çalışmak istemedikleri, diğer tanrılarla aynı statüyü talep ettikleri anlaşılır. Bu noktada aklın sesi olan Enki devreye girer ve artık çalışmayacak bu tanrıların yerine yeni bir mahluk yaratılmasını önerir: İnsan.
İnsan karma bir varlık olarak yaratılacaktır: Yerlerini alacakları tanrılar kadar verimli olmaları için onlara yakın; ama yarın öbür gün başkaldırmamaları, tanrısal statü talep etmemeleri için de onlara bir o kadar uzak olmalıdırlar. O zaman kurnaz Enki sihirli formülü bulur: İnsan kilden yapılacak, ama bu kil kurban edilecek bir tanrının kanıyla yoğrulacaktır. Kil ölümlülüktür, tanrısal kan ise akıl ve ruhtur. Ölüm korkusu içindeki insanlığın tanrılara kulluk edeceği, ama aklı sayesinde de üretim verimini düşürmeyeceği varsayılmıştır.
Ama böyle “üst akıl” planları her zaman işlemez; hem mitoloji hem de insanlık tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Sümer destanının özgün versiyonunda, çıkan isyanla tanrılar dünyası birbirine girdiğinde, Enlil bu durumdan yararlanarak panik içindeki tanrılara, “Size yardım ederim ama beni tanrıların kralı yaparsanız” şartını koşmuştur.
Enlil kral olur, ama mutlak iktidarı tanrılar ülkesini yönetebilmesine yetmez. Bu da destana, “insanların çıkardığı gürültüden rahatsız olan Enlil’in doğru dürüst uyuyamaması” şeklinde yansır. İnsanlar çok konuşmakta, bu sürekli vızıltı kralın kafasını şişirmektedir. Hâlbuki Enlil mutlak bir sessizlik ve itaat beklemektedir. İnsanları yok etmek için çok uğraşan Enlil, sonunda Tufan çıkarır. Bütün dünyayı sular kaplar, yaşanan katliam karşısında tanrılar pişman olur, biz o tanrılar meclisinde bu karara nasıl onay verdik diye dövünürler.
Ama iş işten geçmiş, koca bir dünya yok olup gitmiştir. Yine de insanlığın sonu gelmez, çünkü Atrahasis’in (Nuh’a kadar uzanacak Tufan kahramanları zincirinin ilk halkası) gemisi uçsuz bucaksız su örtüsü üzerinde oturacağı kara parçasına doğru ağır ağır ilerlemektedir. Toplumsal sorunları “Enlil yöntemleri”yle çözmeye çabalamak kadim Mezopotamya uygarlıklarından bu yana dertlere çare olamamıştır.
[83] Mustafa Kalay, “15 Temmuz Darbe Girişimi ve Sonrası”, 16 Ağustos 2016… http://sendika10.org/2016/08/15-temmuz-darbe-girisimi-ve-sonrasi-mustafa...
[84] Aydın Engin, “Yumurtasız Omlet, HDP’siz Normalleşme”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2016, s.10.
[85] Kemal Erdem, “Erdoğan’ın Darbe Tezgâhı ve Siyasal İktidarın Tam Fethi”, 19 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/erdoganin-darbe-tezgâhi-ve-siyasal-iktidarin-tam-fethi-kemal-erdem/
[86] Ahmet Doğançayır, “Otoriter Devlet Siyasi Farklılaşma ve Kutuplaşmaların da Nedenidir!”, 25 Temmuz 2016… https://yalansz.wordpress.com/2016/07/25/otoriter-devlet-siyasi-farklila...
[87] Uğur Dündar, “15 Temmuz, Emperyalizmin Maşası FETÖ’nün Dinci-Faşist Kalkışmasıdır!”, Sözcü, 10 Ağustos 2016, s.13.
[88] Mustafa Yalçıner, “Cemaatin Ortağı Kimdi?”, Evrensel, 19 Eylül 2016, s.9.
[89] Murat Karadeniz, “Fetördoğan Darbesi”, 3 Ağustos 2016… http://sendika10.org/2016/08/fetordogan-darbesi-murat-karadeniz/
[90] Başbakan Binali Yıldırım’ın milletvekilleriyle gruplar hâlinde yaptığı toplantılarda “erken seçim” gündeme geldi. Bazı milletvekillerinin, parti içinde Gülencilerin temizlenmesi için erken seçim yapılıp yapılmayacağını sormaları üzerine Yıldırım, “Ne seçimi kardeşim? Siz beni dinlemiyor musunuz? Seçim meçim yok” dedi. Parti içinde temizlik yapılmadığı yönünde açıklamalarda bulunan milletvekillerini de uyaran Yıldırım, “susun” talimatı verdi. (Emine Kaplan, “AKP’liye ‘Sus’ Emri...”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2016, s.4.)
[91] Özgür Mumcu, “AKP-Gülen Koalisyonu”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2016, s.3.
[92] Doğu Eroğlu, “AKP, Cemaat Konusunda Uyarılmıştı”, Birgün, 26 Temmuz 2016, s.9.
[93] Attila Aşut, “Tek Suçlu Fethullahçılar mı?”, Birgün, 25 Temmuz 2016, s.8.
[94] Ahmet İnsel, “Darbeyle İlgili Organize Belirsizlik”, Cumhuriyet, 26 Temmuz 2016, s.11.
[95] “Bir aziz ile günahkâr arasındaki tek fark; azizin geçmişinin, günahkârın ise geleceğinin olmasıdır...” (Oscar Wilde, Hiçbir Şey Eskimez Mutluluk Kadar (Aforizmalar), Çev: Burcu Yalçınkaya, Alakarga Sanat Yay., 2013.)
[96] Taner Timur, “FETÖ Kavgası, Amerika Kavgası, Demokrasi Kavgası”, 26 Temmuz 2016… http://mulkiyehaber.net/?p=16537
[97] Ender İrmek, “Sana Dokunanı Eziyorsun Ama...”, 6 Ağustos 2016… https://www.evrensel.net/yazi/77218/sana-dokunani-eziyorsun-ama
[98] Yaşar Aydın, “Doğan Tılıç: Hepiniz Susturulunca OHAL O Zaman Bitecek”, Birgün, 4 Ekim 2016, s.13.
[99] “Türkiye’de iktidar olağanüstü hâlin üç ay uzatılmasını eleştirenlere yanıt olarak, Fransa’da Kasım 2015’te ilan edilen olağanüstü hâlin hâlen yürürlükte olduğunu, kimsenin bunu eleştirmemesini örnek veriyor… Aslında OHAL konusunda Fransa ve Türkiye karşılaştırmasına, Erdoğan’ın darbeyi ‘Allah’ın bir lütfû’ olarak nitelendirmesiyle başlayınca her şey daha iyi anlaşılıyor.” (Ahmet İnsel, “Fransa’da OHAL Tuzağı, Türkiye’de OHAL Lütfû”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2016, s.11.)
[100] Kemal Göktaş, “AKP, OHAL’i Olağanlaştırıyor”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2016, s.5.
[101] “OHAL Aracılığıyla Devleti Yeniden Yapılandırma Harekâtı”, 11 Ağustos 2016… http://marksist.net/marksist-tutum/ohal-araciligiyla-devleti-yeniden-yap...
[102] “AYM Başkanı Zühtü Arslan: OHAL Hukuksuzluk Hâli Değildir”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2016, s.11.
[103] Kemal Akkurt, “OHAL Hukuksuzluk mudur?”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2016, s.12.
[104] Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde (yani Kürt illerinde-y.n) 19 Temmuz 1987’de yani 29 yıl önce uygulamaya konulan “Olağanüstü hâl” (OHAL), artık Türkiye genelinde uygulanıyor. Bölgede 1984 yılında başlayan olaylarda, OHAL Valiliği verilerine göre, 4 bin 485 vatandaş yaşamını yitirdi, 5 bin 50 güvenlik görevlisi şehit oldu, 23 bin 535 PKK’li öldürüldü. Çatışmalar sırasında binlerce güvenlik görevlisi ve yurttaş yaralandı. İnsan hakları kuruluşlarının verilerine göre bu dönemde yaklaşık 4 bin yerleşim birimi boşaltıldı ve 3 milyonun üzerinde insan zorla göç ettirildi. Hak örgütleri, bölgede 17 bin faili meçhul cinayet işlendiğini belirtti. 1131’i çocuk, 145 bin 231 kişi devlet güvenlik mahkemelerinde (DGM) yargılandı.
Bölgede terörle mücadele adıyla 100 milyar dolar harcandı. OHAL Bölge Valiliği’nin Kasım 1997 açıklamasına göre, boşaltılan köy sayısı 820, mezra sayısı 2 bin 345 ve zorla yerinden edilen insan sayısı 378 bin 335, boşaltılan ev sayısı 48 bin 822. İçişleri Bakanlığı, aynı döneme ilişkin 945 köyün, 2 bin 21 mezranın boşaltıldığını ve 358 bin 335 kişin yerinden olduğunu belirtiyor. İnsan hakları kuruluşlarının verilerine göre ise bu dönemde yaklaşık 4 bin yerleşim birimi boşaltıldı ve 3 milyonun üzerinde insan zorla göç ettirildi.
OHAL’in en karanlık yüzü ise 1988’de başlayan faili meçhul cinayetler. Basına yansıyan olaylara göre 1305 yurttaş faili meçhul cinayetlere kurban gitti; hak örgütleri ise bölgede işlenen faili meçhul cinayet sayısını 17 bin olarak bildiriyor. OHAL valiliğinin yetki kapsamında olan yerleşim birimlerinde, işkence ve kötü muamele gerekçesiyle toplam bin 275 suç duyurusunda bulunuldu. OHAL Valiliği’nin yetki kapsamında olan yerleşim birimlerinde 55 bin 371 kişi gözaltına alındı, 145 bin 231 kişi devlet güvenlik mahkemelerinde (DGM) yargılandı. DGM’de bin 131 çocuk yargılandı.
OHAL’in eleştirildiği bir başka uygulama alanı ise özellikle sendikal çalışmalar yapan kamu emekçilerine yönelik sürgünler oldu. 1991’de başlayan uygulamalar kapsamında 600 kişi OHAL kararıyla sürgüne gönderildi. 855 devlet memuru bölge dışına çıkarıldı. OHAL döneminde süper yetkili valilerin kararıyla pek çok dernek ve vakıf kapatıldı, faaliyetleri engellendi. Birçok gazete ve derginin bölgeye girişi, yayımı ve dağıtımı ile çok sayıda radyo ve televizyonun yayını yasaklandı. Konser, tiyatro, festival vb. sanatsal etkinliklerin gerçekleştirilmesi engellendi, toplam 259 müzik kaseti yasaklandı. (Mahmut Oral, “OHAL’in Kara Tablosu”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2016, s.15.)
[105] Şaban İba, “OHAL Bu Hâl’dir!”, Gündem, 23 Temmuz 2016, s.7.
[106] Şükran Soner, “Darbe Bahane OHAL Şahane”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2016, s.9.
[107] 15 Temmuz kalkışmasının ardından olağanüstü hâl ilan etmek için Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin (ICCPR) 4’ncü maddesinden istisna tutulmayı isteyen Türkiye’ye BM uzmanlarından ‘zehir zemberek’ bir açıklama geldi. BM’nin Cenevre ofisinden 19 uzman ve çalışma gruplarının imzasıyla yapılan açıklamada Türkiye’nin OHAL ilan etmesi için gerekli şartların oluşmadığı vurgulandı ve “4’ncü maddedeyi istisna tutmak tüm sorumluluklarınızı sınırsız yetkiyle kullanma hakkı vermez” denildi.
Dünyadaki akademisyenlerin, sivil toplum kuruluşlarının, insan hakları örgütlerinin OHAL dönemi uygulamalar ile ilgili tepkilerine bu kez Birleşmiş Milletler uzmanları da eklendi. BM uzmanları, imza attıkları bildiride, Türkiye’nin ICCPR’ı 2003’te onayladığını anımsatıp, olağanüstü hâl ile ilgili 4’ncü maddeye ilişkin “4’ncü maddenin işletilmesi ancak milletin hayatına yönelik bir tehdit olduğunda yasaldır, bu koşul bu (Türkiye’deki) durumda kesinlikle karşılanmamaktadır” değerlendirmesini yaptı. (Duygu Güvenç, “BM’den OHAL Bildirisi”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2016, s.2.)
Ayrıca Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks, Türkiye’deki OHAL’e ilişkin yayımladığı memorandumda, OHAL’e son verilip hızla olağan sürece dönülmesini isteyip, “Temmuz ayından bu yana yayımlanan KHK’lerle sınırın aşıldığını, hukukun üstünlüğü ve insan hakları temel ilkelerinden uzaklaşıldığını” belirtti. (Duygu Güvenç, “Avrupa Konseyi’nden Türkiye Raporu: Temel Haklar Askıya Alınamaz”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2016, s.4.)
[108] “Erdoğan’ın İntikamı”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2016, s.7.
[109] “OHAL uzatıldı. Bir mahkeme halka küfürde bir numara, her türden iş yapan, her türden işine bin türlü kolaylık gösterilen bir ‘işadamının’ Cerattepe’de maden aramasına izin verdi. Okulların hizaya getirilmesi işi tüm hızıyla sürüyor. Her iktidarın yazboz tahtasına çevirdiği, AKP’nin ise ideolojik heveslerinden hiç sapmadan uyguladığı eğitim sistemine nedense isyan eden okullara geldi sıra. Müdürler değişti, öğretmenler oraya buraya tayin edildi, direnen öğrencilere, velilere ‘zamanın gerçekleri’ anlatıldı. Sokaklar ‘ahlak bekçilerine’ bırakılmış, Yozgat ‘proje kent’ ilan edilmiştir. Tutarsa memleket tümden alkolden arındırılacak, semtlerinde uyuşturucu ile mücadele eden halka ise biber gazı ile ‘devlet işlerine karışmaması’ hatırlatılacaktır.
Bu arada ‘lüzumsuz’ TV kanallarının, radyoların kapatılması da tüm hızıyla sürmektedir. Tutuklu gazetecilerin, aydınların sayısı artarken toplu soruşturmaların değdi değmedi usulüyle hızlandırılması, on binlerce kamu görevlisinin bir başka orduya katılması da, olması gerektiği gibi sıradan haberdir medya için. Artık biliyoruz bu darbeci Gülen Cemaati yüz binlerce kişiyi ‘darbeci’, ‘terörist’ yapmıştır. Kuşkusuz böyle durumlarda at izi it izine karışacak, kalbur eleğe dönüşecek, kamuda işe alımlarda ‘liyakat’ esas alınacak, ille de mülakat yolu yeğlenecek, ‘reisin kim olduğunu bilemeyene’ kapılar kapatılacaktır. O basit soruyu bilemeyenin yeniden gözden geçirilmesinde dahi yarar vardır.” (Güray Öz, “Kalburdan Geçse Elekten Geçemez”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2016, s.5.)
[110] Ali Sirmen, “Hep OHAL Sürekli OHAL...”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2016, s.4.
[111] Murat Belge, “OHAL’in Kazandırdıkları”… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/ohalin-kazandirdiklari,15596
[112] Oral Çalışlar, “OHAL ve FETÖ’yle Mücadele”, Posta, 22 Temmuz 2016… http://www.posta.com.tr/turkiye/YazarHaberDetay/OHAL-ve-FETO-yle-mucadel...
[113] Kerem Dağlı, “Bir ‘Kandırılma’ Hikâyesi: Fethullahçılar ve AKP”, 14 Ağustos 2016… http://marksist.net/kerem-dagli/bir-kandirilma-hikayesi-fethullahcilar-v...
[114] Ali Bayramoğlu, “Üç Ödev”… http://www.yenisafak.com/yazarlar/alibayramoglu/uc-odev-2030756
[115] Murat Belge, “Yumuşama?”… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/yumusama,15125
[116] Nuray Mert, “Makulde Buluşamadık”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2016, s.5.
[117] Nuray Mert, “Neden Kalksın OHAL?”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2016, s.5.
[118] “Tek Adam yönetiminin Anayasal bir Başkanlık Rejimi’ne dönüştürülmesi, içinde bulunduğumuz krizleri çözemeyeceği gibi, sayılarını daha da artıracak ve daha da derinleştirecektir!” (Emre Kongar, “Başkanlık Rejimine Karşıyım!”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2016, s.3.)
[119] Nuray Mert, “Başkanlık Sistemini Tartışmayalım”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2016, s.5.
[120] “Avrupa’nın OHAL Endişesi: Kürtler ve Tüm Muhalif Kesimler Susturulmak İsteniyor”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2016, s.10.
[121] Ergin Yıldızoğlu, “Histeri Nöbeti Gibi Siyaset”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2016, s.9.
[122] Zeynel Lüle, “Hükümet Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni Askıya Aldı, Şimdi Ne Olacak?”… http://t24.com.tr/yazarlar/zeynel-lule/hukumet-avrupa-insan-haklari-sozl...
[123] “Af Örgütü’nden Türkiye’ye ‘Dayak, İşkence ve Tecavüz’ Suçlaması”, 25 Temmuz 2016… http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-36880689?
[124] “Ben Şule Soyal Şenol. Bartın İl Müftülüğünde vaizim. Eşim 60 gün önce tutuklandı. Kendisi Bartın Adliyesi aile uzmanı(ydı.) Tabii şu anda cezaevinde.
Darbe girişimi üzerinden 77 gün geçti. Korku ve şaşkınlıkla izlediğimiz darbe girişimi olaylarının şokunu yaşarken, eşimin makul şüpheli görülmesi üzerine tutuklanması…
Artık duygularımı ifade edecek kelimeler bulamıyorum. Ağlamaya bile dermanım kalmadı. Bimer, Cimer, kriz masaları başvurumu bile kabul etmiyorlar.
Eşim ‘dershaneye gittiği için ve malum okullarda bir zamanlar öğretmenlik yaptığı için’ tutuklanmış. Yani tutanakta yazan bu.
Ben kendi adıma şunu söyleyeyim: Bu tutuklama ve yaşadıklarım bana hain darbeyi ve darbecileri unutturdu. İki çocuğumun telaşına düştüm.
Kızımız birinci sınıfa başladı babası içerideyken. Çevremdeki iş arkadaşlarım, komşularım, kendi ailem eşimi suçlu ilan etti. Suçsuzluğu ispatlanıncaya kadar suçluymuş!
Biz ne kadar çabuk insanları suçlu ilan edebiliyormuşuz. Tabii ya, belki de kriptodur!
Yargılama süreciyle ilgili sessizlik var. Ne zaman? Nasıl? Nerede? Daha ne kadar bekleyeceğiz, suçsuz olduğunun anlaşılması için?
En kötüsü de Darbeci Olmadığımızı Herkese Anlatmak Zorunda Olmamız!
Sadece ben ve çocuklarım yok. Biliyorum, bizim gibi çok aile var.
Ben 28 Şubat sürecinde başörtüsü mücadelesi veren bir insan olarak soruyorum: Şimdi neyin mücadelesini veriyorum? Kime karşı? Saygılar.” (Umur Talu, “Söz Konusu Özgürlükse, Hiçbir Şey Teferruat Değildir!”… http://www.haberturk.com/yazarlar/umur-talu/1304179-soz-konusu-ozgurluks...)
[125] Cansu Pişkin, “İşkence Tanığı Doktor ve Avukatlar: Ağır Hak İhlâli Var”, Evrensel, 26 Temmuz 2016, s.9.
[126] “ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı: 15 Temmuz Sonrası Emniyet ve Hapishanelerde Tecavüzler Yaşanıyor”, 17 Ekim 2016… http://ilerihaber.org/icerik/chd-baskani-selcuk-kozagacli-15-temmuz-sonr...
[127] Sinan Tartanoğlu, “İşte OHAL’in 3 Aylık Bilançosu”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2016, s.5.
[128] “İşkence Görüntüleri İzletildi”, Özgürlükçü Demokrasi, 1 Ekim 2016, s.10.
[129] “BM: Türkiye’de Şehirler ve Köyler Yakıldı”, 13 Eylül 2016... https://plus.google.com/118370427320689207514/posts/CMQMnYwsdyv
[130] “Uluslararası Basın Örgütleri: Eşi Görülmemiş Bir Baskı”, Özgürlükçü Demokrasi, 8 Eylül 2016, s.3.
[131] “İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Metiner: Silahım Olsa Vururdum”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2016, s.4.
[132] “AKP’li Metiner’den Vahim Sözler: İşkenceye İnceleme Yok”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2016, s.11.
[133] ‘Darbeciler arasında benim kolumu cezaevinde kopartanlar var. Ama hiçbirine linç uygulanmasını, işkence edilmesini kabul etmiyorum.’ Gözaltında işkence gördüklerini gösteren asker fotoğraflarının kamuoyuna sızdırılmaya başlandığı sırada Veli Saçılık, Twitter hesabından böyle yazdı. 2000 yılında bulunduğu Burdur Cezaevi’ne polis ve jandarmanın operasyonu sırasında Saçılık’ın sağ kolu kopmuştu. Yıllar içinde açtığı davayı kazandıysa da, karar Danıştay’da bozulduğunda kendisine o zaman ödenen tazminat geri istenmişti. (“Veli Saçılık: Kolumu Koparanın İşkence Görmesi Beni Mutlu Etmez”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2016, s.10.)
[134] “Darp Edildim, Tacize Uğradım”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2016, s.10.
[135] Ahmet İnsel, “Düşman Ceza Hukuku Görev Başında”, Cumhuriyet, 30 Temmuz 2016, s.11.
[136] Abidin Yağmur, “CHP’den OHAL Raporu... ‘12 Eylül’ü Aratmıyor’…”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2016, s.4.
[137] Gizem Karakış, “MİT’e 10.195 İhbar”, Hürriyet, 1 Ekim 2016… http://www.hurriyet.com.tr/mite-10-195-ihbar-40236552
[138] “MİT’e Yapılan İhbarlar 15 Temmuz’dan Sonra En Az Beş Kat Arttı”, ilerihaber.org, 1 Ekim 2016… http://ilerihaber.org/icerik/mite-yapilan-ihbarlar-15-temmuzdan-sonra-en...
[139] “12 TV, 11 Radyo Kanalı Kapatıldı”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2016, s.14.
[140] “Tek Tip Gazetecilik Dayatması: Farklı Seslere Şimdi de Ekonomik Kıskaç”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2016, s.11.
[141] “Ermeni Doktorun Tüp Bebek Merkezine OHAL Kapsamında El Konuldu”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2016, s.3.
[142] “Bolu’da Kent Merkezindeki Büfelerde İçki Satışı Yasaklandı”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2016, s.3.
[143] Selda Güneysu, “… ‘Sıfır Promil’ Yozgat”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2016, s.3.
[144] Seyhan Avşar, “Belediye Günah Diye İçki Ruhsatı Vermiyor”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2016, s.3.
[145] “Iğdırlı Başkanın Bir ‘Fikri’ Var: FETÖ’cülerin Kulağını Kes, Tanıyalım”, 20 Temmuz 2016… http://www.diken.com.tr/igdirli-baskanin-bir-fikri-var-fetoculerin-kulag...
[146] “Prof. Fazıl Hüsnü Erdem: Kürd Meselesi Artık Askere Havale Edilmemeli”, BasHaber, 27 Temmuz 2016… http://bas-haber.com/tr/news/17673/prof-erdem-kurd-meselesi-artik-askere...
[147] Ayşe Yıldırım, “Alevî ve Solcuydu Ama FETÖ’den Tutuklandı”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2016, s.4.
[148] “Can Dündar’ın Eşi Dilek Dündar Rehin Tutuldu”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2016, s.3.
[149] “Ayşe Yıldırım ve Celal Başlangıç’ın Pasaportlarına El Konuldu”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2016, s.10.
[150] “ÇHD’li Avukatları da FETÖ Sepetine Attılar!”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2016, s.5.
[151] Dilek Şen, “Taştekin: Polis Delil Üretiyor, Cadı Avındayız”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2016, s.6.
[152] Ozan Çepni, “Üniversiteden Onlarca Öğrenciye Yargısız İnfaz”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2016, s.11.
[153] Canan Coşkun, “Deniz Naki’ye Beş Yıl Hapis İstemi”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2016, s.5.
[154] Kısa adı Sadat A.Ş. Türk Ticaret Kanunu’na göre kurulmuş bir şirket.
Kendilerini “uluslararası savunma ve danışmanlık alanında danışmanlık ve askeri eğitim veren ilk ve tek şirkettir” diye tanımlıyorlar. Özel harpçi emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin, 2012’de kurduğu şirketin, zengin bir de danışman kadrosu var.
Üsküdar Üniversitesi kurucu rektörü Prof. Nevzat Tarhan mesela. Şirkete psikoloik savaş alanında danışmanlık hizmeti veriyormuş.
Ekonomi danışmanı Prof. Mehmet Zelka da öyle. O da aynı üniversitenin rektör yardımcısı.
Şirketi sıra dışı kılan, açıkça ilan ettikleri faaliyet alanları. Silah sanayiinin hoşlanmayacağı deyimle öldürme dersi satıyorlar. Peki, “Üniversite öğrencisi yetiştirirken, ölümü değil yaşamı bir değer olarak kabul ettiğini varsaydığımız hocalara ne danışıyor olabilir bu şirket” diye soracak olursanız, orasını bilmiyorum.
Sadat A.Ş’nin sitesinde muhtelif “eğitim paketleri” tanıtılıyor.
“Gayri nizami harp kursu” bunlardan biri. Tahrip kursu eğitim paketi, polis özel harekât temel eğitim paketi, hudut karakol emniyeti eğitim paket, topçu ve havan ileri gözetleyicilik kursu eğitim paketi diye gidiyor.
Şirket bu paket hizmetleri -artık o makamlar neresiyse- herhâlde bedava sunmuyordur. Fakat devlet bu konuda pek ketum. (Bu başlığa birazdan döneceğiz.)
Dahası, şirketin Ticaret Sicili Kayıtlarında da sermaye bakımından anlamlı büyüklük yok. 4 Temmuz tarihli yeni karardan öğreniyoruz ki, şirket sermayesini artırmış. 643 bin TL olan sermaye, 237 bin TL artırılarak, 880 bin TL’ye yükseltilmiş. 1286 adet olan hisse sayısı da 3 bin 520’ye.
Verilen “hizmetlerin” yarısının bile gerçekleştiğini düşünseniz, büyük ölçekli “alımlar” yapılmış olmalı. Paramiliter personel ücretinden, silah ve mühimmat bedeline uzanan bu alımlar milyon dolarlara karşılık gelir. Artırılmış hâliyle bile 1 milyon TL’yi bile bulmayan sermaye yapısı, tam da bu yüzden dikkat çekici.
Şirket, 20 Temmuz’da 2013, 2014 ve 2015 yılları olağan genel kurullarını bir arada yapacak. (Ticaret Sicili’nde ilk kaydı 28 Şubat 2012’de yayımlanan şirket kayıtlarında 2013’ten 2016 Nisan ayına kadar herhangi bir hareket olmamış.)
Devlet, Sadat A.Ş. konusunda tuhaf bir ketumiyet içinde. Şirket kurulduğundan beri CHP’li milletvekillerinin kadrajında olmuş. (“Twitter fenomeni” olarak anılan sosyal medya hesabından epeyi önce yani.) Suriye iç savaşının yükseldiği dönemde:
- CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk-5 Eylül 2012
- CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk-6 Eylül 2012
- CHP İstanbul Milletvekili Osman Korütürk-14 Eylül 2012, 16 Ocak 2013
- CHP Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz-3 Ekim 2012 soru önergesi vererek, şirket faaliyetleri konusunda kritik sorular yöneltmişler:
Sadat’ın ÖSO militanlarına sokak savaşı dersi verip vermediğini, devletten hibe, kredi alıp almadığını, yabancı devletlerin yardım edip etmediğini, askeri eğitim ve danışmanlık konularında herhangi resmi devlet kurumunun izin verip vermediğini.
Hatta Korutürk, dönemin Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın soruları cevapsız bıraktığını kayda geçirerek ikinci önerge vermiş.
Sadat A.Ş., faaliyetleriyle yeniden gündemde. Sağlar’ın, IŞİD bağlantısını sorguladığı son önergenin ardından Lice’den korkunç bir iddia geldi. DBP Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel, “bir subay müdahale etmese” Lice’de 34 köylünün yakılacağını açıkladı: “Sadat diye bir örgütten bahsediyorlar (...) Çıkıp açıklama yapmak zorundalar” dedi.
İddialar, sorular, ne iktidar ne de TSK nezdinde suskunluk kaldırabilecek kadar ciddi. (Çiğdem Toker, “Sadat A.Ş.”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2016, s.8.)
[155] “Müslüman Savaş Şirketi SADAT’ın Kurucusu, Saray’ın Başdanışmanı Oldu”, 17 Ağustos 2016… http://direnisteyiz3.org/musluman-savas-sirketi-sadatin-kurucusu-sarayin...
[156] “Melih Gökçek’ten ‘Milis Kuvvet’ İtirafı”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2016, s.5.
[157] Alican Uludağ, “MİT’e Para Dayanmadı”, Cumhuriyet, 7 Eylül 2016, s.4.
[158] “Erdoğan: Havyar Bile İsterlerse Gönderin”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2016, s.4.
[159] “Erdoğan: Allah’ın Halifesi Darbeyi Durdurdu”, Duvar, 3 Ekim 2016… http://www.gazeteduvar.com.tr/politika/2016/10/03/erdogan-allahin-halife...
[160] “Melih Gökçek: FETÖ İnsanları Üç Harflilerle Etki Altına Alıyor”, Birgün, 25 Temmuz 2016, s.2.
[161] “Numan Kurtulmuş: Camilerimiz Bütün Milleti Toplama Yeri Olsaydı FETÖ’ye İhtiyaç Kalmayacaktı”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2016, s.4.
[162] “Cumhurbaşkanlığı Sarayı Külliyesi’nde Zikir”, Cumhuriyet, 1 Eylül 2016, s.5.
[163] “Belediye Başkanlarından İnanılmaz Öneriler...”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2016, s.3.
[164] Seyhan Avşar, “Mezarlıkta Dua da Yok”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2016, s.11.
[165] “Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Çelebi’den Akıl Tutulması: Bu Darbe Allah’a Karşı Yapıldı”, 25 Temmuz 2016… http://yarinhaber.net/guncel/43300/celal-bayar-universitesi-rektoru-cele...
[166] “Akit Yazarından Erdoğan’a Çağrı: Artık Şeriata Geçelim”, 5 Eylül 2016… http://gazeteyolculuk.net/aktuel/akit-yazarindan-erdogana-cagri-artik-se...
[167] “Skandal: ‘Süslenen Kadın Erkekle Zina Yapmış Gibidir’ Diyen Müdür Vekiline Ödül!”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2016, s.5.
[168] “Bizi İsyan Kurtaracak”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2016, s.3.
[169] “Resmi Gazetede Yayımlandı... Polis Kıyafetlerinde Yeni Dönem”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2016, s.3.
[170] Emre Kongar, “Tekme ve Kabataş Yalanı”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2016, s.2.
[171] Esra Ülkar / Gamze Kolcu “… ‘Ne Yemek Yapıyorsun’ Sorusu İsyan Ettirdi”, Hürriyet, 1 Ekim 2016… http://www.hurriyet.com.tr/ne-yemek-yapiyorsun-sorusu-isyan-ettirdi-4023...
[172] Mustafa Çakır, “Torpile Gerekçe Çok”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2013, s.4.
[173] “… ‘15 Temmuz Demokrasi Marşı’ Okul Zili Oldu...”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2016, s.2.
[174] “Hatay’da Erdoğan’ın ‘Nöbetçilerinden’ Kiliseye Taciz”, Sendika.Org, 31 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/hatayda-erdoganin-nobetcilerinden-kiliseye-...
[175] “Mehmet Şevket Eygi: Parlak Günler Geliyor, Kadınlar Dekolteyle Erkekleri Tahrik Etmeyecek”, 7 Eylül 2016… http://www.birgun.net/haber-detay/mehmet-sevket-eygi-parlak-gunler-geliy...
[176] “… ‘Neden Açık Giyindin, Darbecisin’ Diyerek Saldırdılar”, Evrensel, 3 Ağustos 2016… http://direnisteyiz3.org/acik-giyindin-darbecisin-diyerek-saldirdilar/
[177] Mehmet Can Toptaş, “Skandala İşlem Yok”, Hürriyet, 26 Eylül 2016… http://www.hurriyet.com.tr/skandala-islem-yok-40232495
[178] “Yıldırım’dan Yeni Kayyım Sinyali”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2016, s.5.
[179] “Meclis Notları: Jandarma Locadan Çıktı”, Hürriyet, 2 Ekim 2016… http://www.hurriyet.com.tr/meclis-notlari-jandarma-locadan-cikti-40237323
[180] Hümeyra Pardeli, “Bakan Eroğlu: 5 Çocuktan Aşağı Olanı Genel Müdür Yapmayacağım”, Hürriyet, 13 Ağustos 2016… http://www.hurriyet.com.tr/bakan-eroglu-5-cocuktan-asagi-olani-genel-mud...
[181] “Habertürk Sunucusu Ece Üner, Prof. Mazıcı’yı ‘Şehit’ Demeyi Reddettiği İçin Programından Çıkardı”, 26 Temmuz 2016… http://www.diken.com.tr/haberturk-sunucusu-ece-uner-prof-maziciyi-sehit-...
[182] “Yandaş Yazarın 50 Yurttaşın Yaşamını Yitirdiği Saldırıya Yorumu: Danışıklı Dövüştür”, 21 Ağustos 2016… http://haber.sol.org.tr/toplum/yandas-yazarin-50-yurttasin-yasamini-yiti...
[183] Canan Coşkun, “Polisten Muhabire Tecavüz Tehdidi”, Cumhuriyet, 19 Ağustos 2016, s.10.
[184] “Emin Pazarcı: Aşağıdan Yukarı, Yukarıdan Aşağı Süzüyorum, Yine Olmuyor!”, 19 Ağustos 2016… http://t24.com.tr/haber/aksam-yazarindan-gozaltinda-tecavuz-tehdidi-yoru...
[185] “Demokrasi mi Dediniz?”, Kızıl Bayrak, No:2016/28, 29 Temmuz 2016, s.4.
[186] Meryem Koray, “Demokrasi Tartışmalarının Dayanılmaz Hafifliği!”, Birgün, 2 Ağustos 2013, s.8.
[187] Levent Toprak, “Türk Burjuvazisinin Demokrasiyle İmtihanı”, 12 Eylül 2016… http://marksist.net/levent-toprak/turk-burjuvazisinin-demokrasiyle-imtih...
[188] “Birkaç yılda bir, sömürülenler, sömürücülerden hangilerinin kendilerini temsil edeceğini ve sömüreceğini seçerler.” (Karl Marx.)
[189] Güray Öz, “Demokrasinin Olur Olmaz Hâlleri”, Cumhuriyet, 19 Ağustos 2016, s.6.
[190] Sertaç Eş, “Askerle Eskiye Dönüş”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2016, s.4.
[191] Mehmet Y. Yılmaz, “Çoğunlukçu Değil Çoğulcu Bir Demokrasi”, Hürriyet, 11 Ağustos 2016, s.17.
[192] Özgür Mumcu, “Postkapitalizm”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2016, s.3.
[193] Oktay Baran, “Faşist Gidişat ve İşçi Sınıfı”, 30 Mayıs 2016… http://marksist.net/oktay-baran/fasist-gidisat-ve-isci-sinifi.htm
[194] Güray Öz, “Hâlâ Tehlikenin Farkında Olmayanlara”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2016, s.7.
[195] Özgür Mumcu, “Kaçınılmaz Gereklilik”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2016, s.3.
[196] Görüntü 27 Şubat 1933’te, Adolf Hitler’in Şansölye olmasından yaklaşık bir ay sonra Almanya’da yaşanan Reichstag yangınını anımsatıyordu. Benzerliklerse her iki parlamento binasında meydana gelen görünür hasarla sınırlı değil. Reischstag yangını da Almanya’da temel özgürlükler ve eleştirel düşünce imkânına vurulmuş son darbeydi. Reichstag yangını gecesinde, Şansölye Hitler, Joseph Göbels’in evindeki bir akşam yemeği partisinde dinleniyordu. Yangın kısa süre sonra kundakçılık suçlarından sicili olan Marinus van der Lubbe isimli Hollandalı kaçık bir komünistin üstüne atıldı. Reichstag yangınının arkasındaki gerçekler Nuremberg mahkemeleri sırasında bile aydınlatılmadı. Yine de, arkasında Nazilerin sorumluluğu bulunduğuna işaret eden sürüyle kanıt mevcuttu. Ama önemli olan Reichstag’ı kimin ateşe verdiği değil, kimin bundan karlı çıktığıydı.
Reichstag yangınını izleyen gün, yasal düzen Halkın ve Devletin Korunması için Reich Başkanı Kararnamesi (Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat) ile askıya alındı. Kararname, Anayasanın bireysel ve sivil özgürlükleri güvence altına alan yedi bölümünün askıya alınmasını içeriyordu. Kararname hükümete federal eyaletlerdeki tüm denetimi ele alma ve bir dizi suç için idam cezası uygulama yetkisi veriyordu. Aslında, Göring kundakçıyı tutuklanmasından hemen sonra orada asmak istemişti. Bugünse, bir gazetecinin Başbakana televizyondaki canlı yayında darbe girişiminden sonra ölüm cezasını geri getirmeyi düşünüp düşünmediklerini sorduğunu duydum. Başbakan ilave önleyici düzenlemelerle ilgili tüm ihtiyaçları dikkate alacaklarını söyleyerek yanıt verdi. Darbeye karşı sokaklara çıkan şedit kalabalıkları övdüğü de görünüyordu.
Reichstag Yangınını izleyen Kararname bir beklenti hâli yaratan olağanüstü önlemlere yol açtı. Kişisel özgürlükler, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma ve gösteri özgürlüğü ve iletişimin gizliliği hakları dahil Weimer Anayasasında sıralanan kişisel özgürlükleri askıya aldı. Kararnameyi kabineye Reichstag’ın katılımı olmadan yasa çıkarma yetkisi veren Yetki Yasası (23 Mart 1933) izledi. Özetle, Nazi rejiminin konsolidasyonuna yol açtı. (Bakınız: Ayşe Kadıoğlu, “Necessity and State of Exception: Turkish State’s Permanent War with its Kurdish Citizens” Riva Kastoryano (ed), Turkey Between Nationalism and Globalization, Routledge, 2013 içinde). Darbe girişiminin üzerinden 24 saat geçmeden onlarca Danıştay ve Yargıtay üyesinin gözaltına alınmasıyla birlikte yasal düzenin askıya alınması işaretleri çoktan ortaya çıkmış durumda.
“Konsolidasyon” ifadesinin Türkiye’de demokrasinin konsolidasyonu ve demokratikleşme literatüründe bununla bağlantılı meseleleri işaret ettiği günleri hatırlamadan duramıyorum. 15 Temmuz’dan sonra, artık Türkiye’de yeni bir otoriterizmin konsolidasyonunu konuşuyoruz. Kimileri buna rekabetçi otoriterizm diyor (Bakınız; Berk Esen ve Şebnem Gümüşçü, “Rising Competitive Authoritarianism in Turkey,” Third World Quarterly, 19 Şubat 2016).
Popülist bir damara sahip yeni bir otoriter rejimin konsolidasyonuna şahit olduğumuza kuşku yok. Barrington Moore’dan bir alıntıyı hatırlamadan edemiyorum (Social Origins of Dictatorship and Democracy, Beacon Press, Boston, 1966 [1993], p.447): “…faşizm demokrasi olmadan veya kimi zaman daha abartılı biçimde kitlelerin tarih sahnesine girişi olarak adlandırılan durum olmadan anlaşılamaz. Faşizm gericiliği ve muhafazakârlığı popüler ve avama ait kılmaya yönelik bir girişimdi ki, elbette muhafazakârlık bu yolla, özgürlükle olan bağlantısını yitirmiş oldu…” (Ayşe Kadıoğlu, “Darbe Girişimi: Türkiye’nin Reichstag Yangını mı?”, 19 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/darbe-girisimi-turkiyenin-reichstag-yangini...)
[197] Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Can Yay., 2014.
[198] Ahmet İnsel, “Güçlünün Devleti Güçlünün Hukukudur”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2016, s.11.
[199] Oktay Baran, “… ‘Güçlü Devlet’ ve Faşizm”, 25 Haziran 2016… http://marksist.net/oktay-baran/guclu-devlet-ve-fasizm.htm
[200] Murat Aksoy, “Otoriterliğin Toplumsallaşması”, Yeni Hayat, 25 Haziran 2016… https://www.yenihayatgazetesi.com/otoriterligin-toplumsallasmasi-26337
[201] “Adı İbrahim Karagül. ‘Yeni Şafak’ yazarı. Bu adam, Gezi’den bu yana Erdoğan’ın 1 numaralı prensidir. O’nun ruh ikizidir. ‘Erdoğan ne düşünüyor, ne hissediyor diye merak mı ediyorsunuz?’, açın bu adamı okuyun. 25 Temmuz 2016 tarihli ‘Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısında şöyle diyor İbrahim Karagül:
‘Size ne olacağını söyleyeyim: Buradan müthiş bir siyasal dalga gelişecek. Gençlerimiz yepyeni bir siyasi kimlik ve bilenmişlikle kuşanacak. Bu yeni siyasal dalga, temelinde özgürlük ve bağımsızlık üzerine, meydan okuma üzerine kemikleşecek. Bu dalga, Türkiye’nin büyük yürüyüşünü devam ettirecek. On beş yaşındaki gençler bile ülkeleri için seferber olacak, ‘Türkiyeli’ olmanın anlamını bilecek, işte bundan sonra asıl tarih yapıcı rol, o güçlü ana omurga ile ortaya çıkacak.’
Türkiye’nin yeni bir kalıba, faşist bir kalıba dökülmek istendiğinin bundan daha açık bir itirafı olamaz.” (Erdal Kara, “Faşizmin Ayak Sesleri”, 26 Temmuz 2016… http://siyasihaber3.org/fasizmin-ayak-sesleri)
[202] İbrahim Karagül, “Cumhuriyet Parantezdi Kapatıyoruz”, 11 Kasım 2015… http://www.siyasetcafe.com/Medya-Haberleri/15839-cumhuriyet-parantezdi-k...
[203] Kadri Gürsel, “Erdoğan Babamız Olmak İstiyor”, 14 Temmuz 2016… http://bas-haber.com/tr/article/2889/erdogan-babamiz-olmak-istiyor
[204] “New York Times: Erdoğan’ın Paranoya Eşiğindeki Otoriter Eğilimi Daha da Güçlendi”, 21 Temmuz 2016… http://www.telgrafhane.org/new-york-times-erdoganin-paranoya-esigindeki-...
[205] “Der Spiegel’den Erdoğan’ı Kızdıracak Kapak”, Cumhuriyet, 24 Temmuz 2016, s.13.
[206] 4 Ekim 2016… http://biliyomuydun.com/eyyup-fatih-nurullah/
[207] İklim Öngel, “Kılıçdaroğlu: Darbe Girişimi Yolsuzluğu Asla Aklamaz”, Cumhuriyet, 30 Temmuz 2016, s.10.
[208] Ahmet İnsel, “Sünnî Muhafazakâr Kuşatma ve Otoriter Şiddet”, Cumhuriyet, 9 Temmuz 2016, s.11.
[209] Ahmet İnsel, “Milliyetçi-İslâmcı İrredantizm ve Örfi Hukuk”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2016, s.11.
[210] http://www.cafrande.org/ulus-baker-devlet-kendini-destekleyenleri-umutla...
[211] Oral Çalışlar, “Pamuk’un Burjuvazisi Karaalioğlu’nun Burjuvazisi...”, Radikal, 21 Ağustos 2012, s.12.
[212] Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2011.
[213] Ahmet İnsel, “Otokrasi Riski ve Direnme İmkânları”, Cumhuriyet, 24 Temmuz 2016, s.11.
[214] Ender İrmek, “Kötü Günler ve Yeniden Yeşeren Umut”… https://www.evrensel.net/yazi/77270/kotu-gunler-ve-yeniden-yeseren-umut
[215] Güven Gürkan Öztan, “KHK’lerle Kurulan ‘Yeni Türkiye’…”, Birgün, 5 Eylül 2016, s.3.
[216] “Tüm doğa, en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ilkel hücreden insana dek, sürekli bir varoluş ve yokoluş, sürekli bir akış, sonsuz bir hareket ve değişme içindedir.” (Friedrich, Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, Sol Yay., 2006.)
[217] Ergin Yıldızoğlu, “Darbeden Sonra: Hubris ve Nemesis”, Cumhuriyet, 4 Ağustos 2016, s.9.
[218] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Tasfiye”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2016, s.9.
[219] Turan Eser, “Yeni Türkiye Cemaati”, Birgün, 6 Eylül 2016, s.7.
[220] Serpil İlgün, “Doç. Dr. Demirer: Yeni Dönemin Adı ‘Üniformasız Militarizm’…”, Evrensel, 15 Ağustos 2016, s.14.
[221] Nuray Mert, “15 Temmuz ve Yeni Türkiye İnşası”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2016, s.5.
[222] Nuray Mert, “Kürt Düşmanları Hemen Sevinmesin!”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2016, s.5.
[223] Nuray Mert, “Yine Sevimsiz Gerçekler”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2016, s.5.
[224] Burak Abatay, “Robert Fisk: Türkiye Pakistan’ın 80’li Yıllardaki Hâline Döndü”, Birgün, 25 Temmuz 2016, s.9.
[225] Joris Leverink, “Türkiye’nin Yanlış Öncelikleri”, Birgün, 11 Temmuz 2016, s.5.
[226] “Darbe girişiminin başarıyla engellenmesinin ardından devletin uygun gördüğü slogan ‘hâkimiyet milletindir’ oldu. Bu slogan, AKP’nin toplumsal algıyı manipüle etmek için propagandayı nasıl kullandığının iyi bir örneği. Slogan iki fonksiyonu yerine getiriyor. Birincisi, insanlara hâkimiyetin siyasi ya da finansal düzende değil, kendilerinde olduğu fikrini veriyor. İkincisi, kimin milletten olup olmadığı ayrımını yapıyor.” (Joris Leverink, “Darbe Girişimi Sonrası ‘Hâkimiyet Milletindir” Aldatmacası”, Birgün, 19 Eylül 2016, s.5.)
[227] Şükran Soner, “Türkiye Tipi Sivil Darbe”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2016, s.9.
[228] Ali Sirmen, “12 Eylül’ü Sivilleştirmek”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2016, s.4.
[229] “36 Yıl Sonunda Aynı Noktada!”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2016, s.11.
[230] “Darbe Girişimi Sonrası OHAL’den Emek Düşmanlığı Çıktı”, Birgün, 29 Ağustos 2016, s.10.
[231] “Karşı Darbenin Ekonomi Politiği Üzerine”, ilerihaber.org, 1 Ağustos 2016… http://ilerihaber.org/icerik/karsi-darbenin-ekonomi-politigi-uzerine-576...
[232] Emil Michel Cioran, Emil Michel Cioran, Burukluk, Çev: Haldun Bayrı, Metis Yay., 2014.
[233] “Boyun eğmektense, umutsuzluğa düşün daha iyi!” (Friedrich Nietzsche.)
[234] Minez Bayülgen, “Akademisyen Paker, Türkiye’nin Ruh Hâlini Anlattı: Faşizan Kalkışma Riski Var”, 28 Ağustos 2016… http://www.diken.com.tr/akademisyen-paker-turkiyenin-ruh-hâlini-anlatti-fasizan-kalkisma-riski-var/
[235] Ahmet Doğançayır, “Otoriter Devlet Siyasi Farklılaşma ve Kutuplaşmaların da Nedenidir!”, 25 Temmuz 2016… https://yalansz.wordpress.com/2016/07/25/otoriter-devlet-siyasi-farklila...
[236] Ural Köroğlu, “Bu Darbe Daha Çok Yazı Kaldırır (II)”, 14 Ağustos 2016… http://sendika10.org/2016/08/bu-darbe-daha-cok-yazi-kaldirir-ii-ural-kor...
[237] Cihan Tuğal, “Darbe Sonrası Türkiye: Neo-Faşizmle Bonapartizm Arasında”, 19 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/darbe-sonrasi-turkiye-neo-fasizmle-bonapart...
[238] Mahir Sayın, “Darbe Girişimi ve İslâmi Faşizme İlerleyişin İvme Kazanması”, 29 Temmuz 2016… http://siyasihaber3.org/darbe-girisimi-ve-İslâmi-fasizme-ilerleyisin-ivme-kazanmasi
[239] “15 Temmuz Darbesini Tahmin Eden Rubin’den Yeni Yazı: Üçüncü Bir Darbe Olabilir”, 12 Ekim 2016… http://haber.sol.org.tr/toplum/15-temmuz-darbesini-tahmin-eden-rubinden-...
[240] Fehim Işık, “Erdoğan ve Cemaat’in İktidar Kavgası”, Evrensel, 10 Ağustos 2016, s.7.
[241] Patrick Cockburn, “Bir Zamanlar Ortadoğu’nun Umudu Olan Türkiye, Şimdi Zayıf ve İstikrarsız”, 1 Ağustos 2016… http://sendika10.org/2016/08/bir-zamanlar-ortadogunun-umudu-olan-turkiye...
[242] “Ortadoğu uzmanı Cockburn’dan Türkiye Analizi”, BasHaber, 30 Temmuz 2016… http://bas-haber.com/tr/news/17852/ortadogu-uzmani-cockburndan-turkiye-a...
[243] Tayfun Atay, “Milliyetçilik Kazandı, Ümmetçilik Kaybetti mi?”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2016, s.6.
[244] Oya Baydar, “Durum Göründüğünden Daha Vahim, Çünkü”… http://t24.com.tr/yazarlar/oya-baydar/durum-gorundugunden-daha-vahim-cun...
[245] Murat Belge, “Sürekli Gerilim”… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/surekli-gerilim,15376
[246] Shlomo Avineri, “Türk Sekülerizminin Garip Ölümü”, 30 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/turk-sekularizminin-garip-olumu-shlomo-avin...
[247] Yusuf Erdem, “Büyüyen Toplumsal İstikrarsızlık ve İvedi Görev”, İşbaşı Gazetesi… https://www.facebook.com/yusuf.erdem.75457081/posts/1880587555497354
[248] Kutay Meriç, “Fetocu Darbeye Karşı Zafer mi?”, 17 Temmuz 2016… http://sendika10.org/2016/07/fetocu-darbeye-karsi-zafer-mi-kutay-meric/
[249] Barış Ünlü, “Türklüğün Kısa Tarihi”, 22 Temmuz 2016… http://manaliposta.blogspot.com/
[250] Turan Eser, “Milli Birliğin Yenikapı’sı Dinci-Etnik Milliyetçilik”, 9 Ağustos 2016… http://www.birgun.net/ha ber-detay/milli-birligin-yenik api-si-dinci-etnik-milliyetcil ik-123457.html
[251] “Tehlike AKP iktidarının her türlü entrikayla Milli İrade (Mİ) yapılanmasını oluşturma çabasıdır. AKP, zaten özü itibariyle üçüncü bir Milliyetçi Cephe koalisyonundan başka bir şey değildir. AKP iktidarının bakanlar kurulu sıralarına bakıldığında AP-DP geleneğinin temsilcisi Süleyman Soylu, MHP’nin kurucusu Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş, MSP geleneğinin ağırlıklı bir kesimini görebiliriz.” (Ömer Ağın, “Milliyetçi Cephe’den Milli İrade’ye...”, Gündem, 4 Ağustos 2016, s.6.)
[252] Oral Çalışlar, “… ‘Modern Türkiye’nin Payandası Yıkıldı’ mı?”… http://www.posta.com.tr/ turkiye/YazarHaberDetay/%E2% 80%9CModern-Turkiye-nin- payandasi-yikildi%E2%80%9D-mi-.htm?ArticleID=358312
[253] Aydın Engin, “Erdoğan 4-Kılıçdaroğlu 0”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2016, s.10.
[254] Haluk Yurtsever, “… ‘Tarihsel Uzlaşma’ mı?”… http://ilerihaber.org/yazar/tarihsel-uzlasma-mi-59167.html
[255] Yusuf Karataş, “Führer’in ‘Taç’lanma Töreni!”, Evrensel, 9 Ağustos 2016, s.7.
[256] Aydın Çubukçu, “Darbenin Gizli Kalan İki Ayağı!”, Evrensel, 27 Temmuz 2016… https://www.evrensel.net/yazi/77143/darbenin-gizli-kalan-iki-ayagi
[257] Nilgün Cerrahoğlu, “OHAL Türkiye’sini Anlamak”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2016, s.10.
[258] Hasan Cemal, “Başkanlık Sistemiymiş! Gelse N’Olur, Gelmese N’Olur?”… http://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/baskanlik-sistemiymis-gelse-nolur...
[259] http://www.independent.co.uk/voices/turkey-coup-erdogan-ankara-İstanbul-military-army-turkey-s-coup-may-have-failed-but-history-shows-a7140521.html
[260] https://next.ft.com/…e0-4f2e-11e6-88c5-db83e98a590a
[261] Yusuf Kaplan, “On Emir”, Yeni Şafak, 25 Temmuz 2016, s.12.
[262] Selçuk Candansayar, “Laiklik: İlk Barikat!”, Birgün, 25 Temmuz 2016, s.4.
[263] Ferda Koç, “Siyasi İslâm’dan Nasıl Kurtulacağız?”, 27 Ağustos 2016… http://sendika10.org/2016/08/siyasi-İslâmdan-nasil-kurtulacagiz-ferda-koc/
[264] Ayrıca geçerken TKP 1920’nin şu ulusalcı zırvası da not edilmeli: “Amerikancı darbe bastırıldı… Emperyalizmin kör aleti Fethullah Gülen örgütü, emperyalizmin kör aleti IŞİD ve PKK’nin terör eylemlerinden çok daha kapsamlı bir saldırıyla Türkiye Cumhuriyeti yönetimini toptan ele geçirmeye çalıştı, fakat yenildi. Darbenin ilk elde Erdoğan-AKP iktidarına yönelmiş olması işin özünü değiştirmiyor. Darbeciler aslında Türkiye halkının bütününe yönelik emperyalist silahlı saldırının askeri olarak hareket ettiler.” (“15 Temmuz Darbe Girişimine Dair Sol, Sosyalist Örgütlerin Yorumları”, 29 Temmuz 2016… https://bianet.org/bianet/toplum/177352-sol-sosyalist-orgutlerin-darbe-g...)
[265] “Figen Yüksekdağ: Kendi Darbelerini Yaptılar”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2016, s.5.
[266] “Figen Yüksekdağ: Apoletlilerin Darbesi Bitti, Kravatlılar Devam Ediyor”, Birgün, 14 Ağustos 2016, s.6.
[267] İsmail Cem Özkan, “Sol, Yeniden İşçi Sınıfının Ellerinde Yükselmelidir!”, 1 Ekim 2016… http://galatagazete.blogspot.com.tr/
 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...