Akıl Belası

Muzaffer Oruçoğlu kullanıcısının resmi
Babam, ilginç şeyler yaşayan ve kırım hikayeleriyle büyüyen ilginç bir adamdı. Kendinde değildi ama kendine doğru gidiyordu hep. Kendine doğru giderken de kendi gerçekliği ile gerçek hayat arasında kurulan köprüden geçmiyordu. Bu durum, çok düşündürüyordu beni. Tehcir sırasında, Zonguldaklı iki Rum madenci kardeşten birisi üç yaşındaki babamı, diğeri de iki yaşındaki halamı evlatlık almış ve kardeş olduklarını gizlemişler.

1924 mübadelesinde Girit’e gelip yerleşmişler. Babam büyüyünce halama aşık olmuş. Hayatın cilvesi işte, ne diyeceksin. İki aile olmaz demiş. Babam, tırnak geçirememiş olmazlara. Aşkın dört yol kavşağında çakılıp kaldığından ve sevme açısı daraldığından olsa gerek, armadillo gibi kendi içine kapanmış önce; sonra açılmış birdenbire, halamı kaçırıp Atina’ya gitmiş. Orada gerçeği öğrenince, Yunanistan’ı terk etmeye karar vermiş, doğruca Fransa’ya gelmişler. Halam Lyon’a, Babam da Paris’e yerleşmiş.
Babam’ın halama neden aşık olduğunu anlamış değilim hala. Babam oldukça yakışıklı ve alımlıydı, ama halam değildi; insanları merakla yükleyen ve tipsiz bir gerçeği çarpıcı bir şekilde anlatan bir tipe sahipti.
Anladığım kadarıyla babam, birçok şeyin yanında, kendi yüreğini de dinleyemiyordu. Akıntıları göğüsleyen bir ters yön yüzücüsüydü. Odasının kapısında, kendi çizdiği, Gregoriy Korganov’un, demir yolu üzerinde İngiliz askerleri tarafından kurşuna dizilişinin resmi asılıydı. Resmin altına, “devrim, insanların kendi yüreğini dinleyememesinden doğar,” yazısını yazmıştı.
Kim ne derse desin, iyi bir edebiyatçıydı. Edebiyata, Girit’teyken Kavafis, Ritsos, Skelianos, Seferis ve Elytis gibi şairleri okuyarak başlamıştı. Gençlik döneminde lirik ve uçarı olan kalemi, orta yaşlarda, tahkiye ile yüklü, kara bir mizaha kaymıştı. Normal bir insanda olması gereken birçok şey babamda yoktu; en başta da anlatı yoktu, çılgın bir çağrışım vardı ama. Bilinç akışına ilgi duyan, dengesiz ve yetenekli insanlar, onun duygu dünyasının mıknatıs alanına girmeyi seviyordu.
Zor bir insandı. Zorunlu bir insan değildi; lalettayin yaratılmış, varlığı zorunlu olmayan, mümkün bir insan da değildi. “Ana dilimi bilmediğim için ben dilsiz bir insanım,” diyordu. Ana dilini de öğrenmekten kaçınıyordu. Öğrenmesi durumunda, bilmediği korkunç gerçeklerle karşılaşacağından korkuyordu.
 
Yaşlılık dönemi oldukça karmaşık, berrak ve bokluydu. Anlatamam. Bu dönemde, derin buhranlara düştüğü için, gerçeğin dili büken labirentlerine çıplak giriyordu. Farkında değildi ama, kalite çıtasını adamakıllı yükseltmişti. Dehasının gücünü, dehaya dönüştürememiş olmanın yarattığı krizle besliyordu yazılarını.
 
Son günlerinde cebinde Valery’nin Mösyö Teste’isi vardı. Kafayı zamanın özüne ve o özü bilinen varlıklardan hareketle belirlemeye çalışan aptal filozoflara takmıştı. Nefret ediyordu hepsinden. Tabi, eskiye nazaran oldukça dağıtmıştı kendini. Dünyanın çekilmez, kibirli bir gezegen olduğunu söylüyor, içiyor, küfrediyor, yayınık yaşıyordu. Bir gün ne düşündüyse, öyküleme yöntemi ile yaptığı ilk dönem resimlerinin tümünü yaktı.
“Yakma baba,” dedim.
“Yakacağım,” dedi. “Rüyamda, dünyanın en büyük ressamı tarafından tecavüze uğradım; yakmazsam, rahat ölemem.”
Yaktı ve küllerine işedi. İnsanın kendini hayata dürüstçe açmadığını, hayatın insana küskün olduğunu ve kendi iç hakikatini insandan gizlediğini söylüyordu. Hayat, insanı tecavüzcü olduğu için şimdinin içinde tutuyor, onu şimdinin dışına çıkarmıyordu.
Ölümünün yaklaştığını biliyordu. Ölmeden on gün önce vasiyetini yazdı, babası Vartan ile annemin annesi Darya’yı, iki kafalı tek bir insan olarak çizdi; yanına da Horacio Quiroga’nın portresini yaptı. “Ben öldükten sonra bu üç deliyi, delilik ile ölüm arasında bir yere, yan yana asın,” dedi.
Vasiyetine uyduk. Cesedini çırılçıplak bir vaziyette mezarın dibine yatırdık. Ömrü boyunca Yunanca ve Fransızca yazdığı ve bastırmak istemediği tüm el yazmalarını tomar tomar üzerine attık ve toprakla kapattık.
Sağlığındayken babam hakkında demediğini bırakmayan ve ölmesini hararetle arzulayan annem, babamın ölümünden sonra ağlıyor, acı çekiyordu. Elinde Aleksandr Griboyedov’un Akıl Belası adlı kitabının Fransızca baskısı vardı. “Çatskiy nasıl acı çektiği için Moskova’yı terkettiyse, ben de babana mezar olan bu dipsiz Paris’i terkedeceğim,” dedi ve çekip halamın yanına, Lyon’a gitti. Ağustos-2018.
https://www.gazetepatika8.com/akil-belasi-23048.html

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...