Düşsellik

Edebiyat Bahcesi kullanıcısının resmi
Ararat’ın eteklerindeki bir dağ kasabasına Beritan ile vardım düşümde. Her şey aktı, aydınlıktı. Doğal yaşamın hüküm sürdüğü bir hayat… Üstünlük yarışları ve mükemmel olma arzuları yoktu.

Onca yoksunluğa ve acılara karşın kin gütmeyi de bilmiyorlardı.
Önce ses vardı, sonra renkler ve sonsuz evren. Bir sır gibi duran tarihin içinden topluyorum Mezra Botan acılarımı. “İkra!” demedi bize Cebrail. Biz Tanrı’nın üvey evlatları, masallarımız korku, ezgilerimiz ağıt olmaktan çıkmazken binlerce yıldır anamızın diline tutunuyoruz.
 Tarihin sayfalarında Heredot’un çiçek bozuğu yüzü aydınlanıyor:  “Onları iyi tanırım, kadınlarınız, nehir kıyısında ‘berav’ yapıyorlardı” diyor. İkiyüzlü arkeologlar, tarihçiler, botanikçiler sustukça yüzleri daha çok kararıyor. Ksenefon’un on binlerin yürüyüşünde, Amida’nın fosilleşmiş acılarında, dağları mesken tutan Zerdüşt’te, Med figürlerinde, Eyyübi’nin barışçıl sesinde, Riha Kalesi’nde, Dicle ve Fırat’ın yazgısında saklıdır sesimiz.
Ve sesimizin çoğalacağına olan inancımızla umut ediyoruz…
Her seferinde tarumar ettiler Moğol sesliler. Kırımları, talanları, kaçışları, savruluşları iyi biliriz, kayıtlardaki sürgün ömrümüzü ve yarınlar için yaratılan destanları da…
Delik deşik edilirken uykularımız, yeniden doğuşlarımız bir mucize değil: Kendimize ve hayata olan inancımız…
Baskı korkuya, korku da cesarete dönüşür en sonunda.
Bir dile gelseydi kan sızan düşlerimiz, mühürlenmiş dillerimiz.
Xanî’nin ülkesi Mem û Zin’di, uzun bir çığlığa dönüşürken zaman “Bela ve kara yara,” dedi Ape Musa. Bedirxan dilsiz ve sevgisiz yaşanmayacağını söylüyordu. İçimdeki ses “Dili olmayanın tarihi olmaz, sesi ve gölgesi de!” diyor.
Ve her kadim kültür ışık saçan yıldızlar gibiyken dağları mesken tuttuk, içli ağıtlar mırıldanırdı kadınlarımız, öylesine derin ve içten…
Yuvalarını yılanlardan koruyan birer serçeydiler
Tutuk düşlerimiz ve karabasanlarla uyandığımızda kendimizi bulmaya yemin ediyoruz. Mezarsız ölülerin, duyulmayan çığlıkların dili yurdumuz!
 Her gün o boz bulanık sürgün günlerimizde yarı ölü gezinirken, ne çok uzaktı yitik ülkemiz. Faili bilenen cinayetler çoğalırken, kahreden uygarlık: sessizliğin sessizliği… Yatağını bulan bir ırmak gibi kaynağımıza dönmeye yemin ederken, yurdumuz kırık bir aynaydı ve o aynalarda paramparça yüzümüz; hafızamızda silinmeyen, hep tazelenen anlar, anılar…
 Tutukevleri dolup taşıyor, gökyüzü ve toprak adı konmayan kırımlara gizlice ağıt yakıyor. Yaşamalıydık, direnmeliydik ve her gece düşsel yolculuklara çıkmalıydık; o yolculuklarda bilgeleri, kâhinleri ve susanları dinlemeliydik ve tarihe itirazı olanların yanında olmalıydık ve onlardan öğrenmeliydik sevdanın ve adaletin hükmünü…
Yaşamayan bilmez sürgünlüğün ne lanetli olduğunu; her şeyin kaçak eksik ve anlamsız olduğunu.
Anlamak için tutunuyoruz rengimize ve sesimize. Diyetini ödeyemiyoruz uygarlığın, her gece dayanıyor kapımıza. Taşların işaretlerinde, kavganın, sevginin ve savaşların içinde aradık kendimizi.
 Yitik ülkemizde zaman hep saydam, takvimler ve saatler hep sıfırı gösterir. Ve ayrılığın hüznü, akşamların mahzunluğudur her şey.
Her acı yeni bir acı, her aşk yeni bir aşk, her savaş yeni bir ülke doğuracak ve çağımızın en büyük utancı biterken, elbet yeni bir ufkun kapısı açılacak. Her şey aslına, sular da kaynağına dönecek.
 Ararat’ın eteklerindeki bir dağ kasabasına Beritan ile vardım düşümde. Her şey aktı, aydınlıktı. Doğal yaşamın hüküm sürdüğü fakat giz dolu bir hayat. Üstünlük yarışları ve mükemmel olma arzuları yoktu. Onca yoksunluğa ve acılara karşın kin gütmeyi de bilmiyorlardı. Aurası yüksek kadınlar, çocuklara sevgiyi gülüşleriyle öğretiyor, sessiz dualar dökülüyordu dudaklarından.
Beritan ile konuştuğumuzda ağızlarını bıçak açmıyordu.
Yüksek sesle konuşmayı unutmuşlardı. Ölümden ve yaşamdan habersiz kendilerini bin yıllardan kalma bir yazgının kucağına bırakmışlardı. Kaderleri, yaşamlarıyla meşe ağaçları ve kıraç dağlarıyla ne de çok benzeşiyorlardı. Konuşmaya zorlandıklarında küsüyordular; acıları çığlıklara dönüşüp alnımıza çarpıyordu.
Küskündüler. Dağlara dönmüşlerdi yüzlerini. “Dağ bizi saklayan, koruyan ve bilendir, bizi duymadınız, duymak istemediniz!” diyorlardı.
Kandillerle aydınlatılan kasabada her şey kar altındaydı; her sabah gün ışığına dönüp sessizce dua ediyorlardı. Şüphe ve korkuyla baksalar da misafirperverdiler. Ocağı meşe odunlarıyla doldurdular. Rüya ile gerçek arasına sürükleniyoruz:  Şeyh Sait arkadaşlarıyla ay ışıklı titrek bir gecede Diyarbakır’ın Dağkapı’sında kırk sehpa kurulmuş, cellatlar son sözlerini soruyor, kıvılcımlaşan cevaplar birer şimşeğe dönüşüyor, şehr-î Diyarbakır karalar bağlıyor. Yıllar sonra Dersim isyanda, Seyit Rıza ve civan oğlu asılırken sessizliğe gömülen ve halden anlamayan Elaziz renk değiştiriyor… Sessizlik kara bir panter, apoletli yargıçlar birer cehennem zebanisi.
 Gölgeler kımıldarken, Şevbihêrk* başlıyor ve dinmeyen ağıtlar… Şakiro söylerken irkiliyoruz Mem û Zin destanı kederler saçıyor.
Sonra Xerapete Xaço Dewreş û Edûle destanına başlıyor. Dewreş katledilince yanık bir kılama dönüşür dengbêjlerin dilinde. Adule Penolope’nin sabrıyla ağıtlar yakar ölünceye dek. Adule eflatun sesiyle: “Bitanem, ah bitanem! Atlara binip Evdil Dağı’na gittiler, yarısı kaldı Leylan Tepesi’nde, diğer yarısı Hatuniye Gölü kıyısında ve son süvariler nerde Ey Kikan ve Milan halkı? Her kim Hıdman’ın süvarisi, Êzidî delikanlısı, evin nazlısı Derwêşe Êvdi’nin haberini getirirse, bin beş yüz Geşan savaşçının arasından, ona babamın Nusaybin Deresi’ndeki dört değirmenini vereceğim, yetmese on tane at vereceğim ve dört köşküm var onu da vereceğim. Hadi sür, hadi sür yolu uzak yolcu, atı yorgun yolcu, yüreği yaralı yolcu! Bağrı paramparça Adule sesleniyor sana.
Bana seher yıldızımdan haber getirin.
Aşkım, yüreğim, körpe ve zeki yiğidim!
Mızrağı on iki boğumlu yiğidim.
Belki de düşmanın yüreğinde bir düşman
Benim yüreğimde her şeysin.”
 Demli çaylar eşliğinde destan uzadıkça uzadı, unutulan, yas tutan, saklanan tarih destanlarda yeniden diriliyordu. Ve o iyi insanlar bir gün iyi atlarıyla gerisin geri dönüp hayatı yeniden onurlandırdılar…
Anladım ki, yurdu talan edilenlerin takvimi ve dili olmazdı.
Anladım ki, esaret altında ağaçlar meyve vermez, doğum günleri bilinmez.
Anladım ki, erdeme giden yol aslında kötülüğe giden yoldan daha kolay.
Ve anladım ki, özgür ve onurlu bir yaşam olmadan hayat yaşamaya değmez.
 
Aydın Dere
Yazar ve gazeteci. 1961 yılında Muş-Varto’da dünyaya geldi. 1984 yılında İsviçre’ye yerleşti ve eğitimini burada sürdürdü. Fransız dili ardından resim ve tiyatro eğitimini aldı. 90’lı yıllarda Yeni Ülke, Gündem ve Özgür Politika ve İsviçre’nin le Courrier gazetelerinde, Berfin, Güney ve birçok dergide yazdı. Cenevre Belediyesi Edebiyat Etkinlikleri organizatörlüğünün yanı sıra TV programları yaptı, resim sergileri açtı. “Ağlayan Toprak” adlı şiir kitabı yayınlandı. İki yıl üst üste şiir ve denemede Hüseyin Çelebi 13 ve 14. Ve Diyarbakır Eğitim Sen Edebiyat Ödüllerini aldı. Hükümet Dışı Örgütleri (ONG) adına, bağımsız gazeteci-araştırmacı sıfatıyla Birleşmiş Milletler ’de (BM) Ortadoğu’nun siyasal ve insan haklarını içeren konuşmalar yapmakta.
 

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...