ZALXE

Ali Rıza Aksın kullanıcısının resmi
Cumartesi. Hava güneşli. Üç işim olduğunu düşünüyorum. Önce bir paspas yapmalı, sınıfı tozlarından arındırmalıydım.

Sonra da kız ve erkek öğrencilerin karışık oturmalarını sağlamalıydım. Bu işimin en zor yanıydı. Dikenli'de, hatta ilçede devrim niteliğinde bir işti. Tepkisi, istismarı da o denli büyük olacaktı. Şeriatçıların pıtrak gibi bittiği, her şeyi ayetlerle açıklamaya çalıştıkları şu sıralar daha da zordu. Sonra İlçe Milli eğitim Müdürü, Müdür Şeref ve köylülerle takışacağım kesindi. Ama yapacaktım. Üçüncüsü, ''Öğretmenim, babam bize bakmıyor, annem odun sökemiyor'' diyerek hıçkıra hıçkıra ağlayan öğrencimden başlayarak köyü tanımaya çıkacaktım. Zaten sıkılıyordum, öyle de yaptım.

Önümüzü kapatan çalılık tepeden, araba yolunu izleyerek çıktım. İmam'ın gediğini aşıp düze indim. Trafodan öte, ağaçların arasından muhtarın evi gözüktü. Merdivende sarı bir köpek, köyden birini çevirmiş, bırakmıyordu.

Bitişik evleri, beton çeşmeyi, iri, uysal bir köpekle oynayan kirli çocukları ve de uyuz bir ineği arkada bırakıp düz bir ovaya açıldım. Göz alabildiğine tarla. Küçük küçük. Yamalı bir bohçayı andıran, engebeli bir arazi. Sonra kargalar... ''Gak!'' Oldum olası severdim bu sesleri. Bu sesler ki, doğayla barışık, masalımsı bir âleme götürürdü beni.

Darabası kalkık, önü haymalı bir dükkâna geldim. Köyden uzak mı uzak. Beş, altı kişi, güneşten yana oturmuş, çekirdek kırıyorlar. Sıkışıp yer verdiler bana.

Deli Hoca benden yana dönüp,

-Misafirim ol Hoca. Eve varak, bir tavuğun boynuna vurak, bizim kötü karıya da pişirtirip, sabaha katnı laflayak, dedi.

-Sağ ol emmi, olmaz.

-Neden?

Rafet'e uğrayacağım.

-Allah canını alsın o mundarın. Kim dinler ki onu. Varsa bir müşkülatın, oğullarıyla hallet. Talebene gelincik, ikinci horantasından. Pek şımarık emme…

Bekçi Cemil, şapkasını eğdi, başının arka tarafını kaşıdı, göbeğini hoplata hoplata güldü.

''Gayrı müşkülatı, teze karısıynan çözersin''

Sesinde alaylı bir ima vardı. Münasebetsizliği zoruma gitti. Kendisi de fark etmiş olmalı ki, hemen toparlandı.

-Diyeceğim şu ki Hoca, bu çocuğun anası, başına buyruk bir kadın. Belkim seni görüncük ahıllanır. Eh, serde aşk var da…

-Ne aşkı?

-Alınma Hoca, duymayan yok da...

-Eh, bana müsaade, deyip kalktım.

Deli Hoca, engebeli araziyi gösterip ekledi.

''Şu tüten yer var ya Hoca, orası işte…''

Yol boyunca akan şirin çaydan geçip tarlalara vurdum kendimi. Berdüllü, kamışlı tümseklere, diplerindeki karlara, etrafta uçuşan kuş sürülerine baka baka yürüdüm. Hava serin. Ot, toprak, yosun kokuyor.

Beride, anlı kırış kırış, çenesi köşeli bir adam, bastonuna dayanmış, gidiyordu. Garip, şalvarının altındaki ağırlığı taşımaktan da hayli zorlanıyordu.

-Selamünaleyküm

-Aleykümselam

-Rafet'i soracaktım da…

Adam, kendini bir kayaya bırakıp, nefes nefese konuştu.

-Rafet benim, buyur?

-Cihan'ın öğretmeniyim. Akıllı, sevimli bir çocuk. Fakat onu üzen bir şey var; ilgisizliğiniz. Ne olacak bu çocuğun hali? Bir öğretmen olarak merak ediyorum da...

Daha konuşacaktım ki, Rafet mendilini çıkarıp ağlamaya başladı.

-Hoca görüyon işte, fıdık derler buna. Para gerek ki ameliyat olam. Böyük hanım, çocuklarla bir olmuş, heç bir şeye karıştırmıyor beni. Ne tarlama, ne traktörüme, ne de onca emeğime. Böyle olacak adam mıydım ben? O feleğin gözü kör olsun ki, sonunda bu gâvura düşürdü beni. Bir şeyciğim yok ki, hepsi bir ameliyatın başı. Aklı sıra intikam alıyor benden. Çocuklar da cahil, akıl edip anlayamıyorlar işte...

-Ne intikamı?

-Ne olacak, üstüne evlendiğimin intikamı. Hasta olmasam yavruma bakmaz mıyım!

-Yani, sizleri cezalandırdığı gibi, Cihanı da…

-Ha atana rahmet, öyle işte.

-Pekâlâ, Cihan nerede? Ona geleceğimi söyledim de.

-Karşı ev Hoca. Var git evdeler. Kızgınlar, konuşmazlar benlen. Eve gidek desem, kim sana bir tas su verecek ki... Hepiciği işte...

-Sağol emmi. İlgililere sorayım, çocuklarının sana bakmadıklarını kanıtlyabilirsek belki az paraylan sıyırırsın.

-Kulun kölen olam Hoca, kurtar beni bu irezillikten...

Elinden tutup kalkmasına yardım ettim. O bastonuna yaslanmış giderken ben tepeye yöneldim. Penceresi muşambalı küçük bir evin önüne geldim. Sivikten fışkıran kesif bir duman, görünmez kılıyordu evi.

-Cihan Cihan!

-Buyur öğretmenim!

İki kapının bakıştığı ara salonda ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdim. Temiz, basit bir ev. Evi düzeltmekle meşgul gencecik bir kadın,

-Hoş geldiniz, dedi mahcup bir gülümsemeyle.

Merakımı yenemeyip, sordum.

-Cihan, annen mi?

-Evet.

Sediri işaret edip masmavi güldü.

-Ne oldu, şaşırdınız mı?

-Evet...

Utanmış olmalı ki yanaklarına kadar kızardı. Sobadaki çaydanlığın kapağı titrerken o tepside üç bardakla döndü. Hafiften kalkık bir burnu vardı. Burnundan belli belirsiz iki çizgi inerdi dudaklarına. Soluk, ama güzeldi. Bir an ne diyeceğimi şaşırdım.

-Sizinle ve kocanızla konuşmak istediğimi, bunun için geleceğimi...

-Biliyorum...

''Ne konuşsamdı acaba? Cihan'dan, geçimden, neden böylesi bir mendeburla evlenmiş olduğundan mı?'' Heyhat yapamıyordum. Gençliği ve güzelliği karşısında şaşırmış, ne diyeceğimi bilemiyordum. En önemlisi de bir dedikoduya maruz kalmaktan çekiniyordum. Sonra tam da bu nedenden ona yardım edemediğimizi anlayıp kalmaya karar verdim. Aile ve namus gibi nedenlerle onu savunmasız bırakanlara bu fırsatı sunmamalıydım.

Burnuma kadar sokulan tepsiye, soludukça büyüyen göğüslerine yakınlığımı fark edip titredim. Sonra bol kirpikli, boncuk mavisi gözleriyle buluştum. Susuz birine, denizi, yağmuru anımsatan gözler. Bir titreme yaşadım, serin, ılık bir titreme. Genzime toz kaçmış gibi hapşırdım.

''Affedersiniz, üşütmüşüm de…''

Paltoma sarılıp hapşırığımın nedenini gizlemeye çalıştım. Ela ela, hayran hayran beni izliyordu Cihan. Annesi tetikte boşumu bekliyordu. Söz hükmünü yitirmiş, bir duygu seline kapılmış gidiyorduk. İradem, çürük bir bent gibi idare ediyordu durumu. Boşumu alırken, gözlerine bakmamaya özen gösterdim. Saçlarını okşuyorum Cihan'ın. Tane tane konuşan, saygılı bir çocuk.

-Çocuklarınız yok mu öğretmenim?

-Yok.

-Niçin?

-Evlenmedim de…

-Neden?

-Bilmem, düşünmem lazım.

Kadın güldü.

-İyi, düşün bu gece...

Bir gülüş ki, mermere düşen altın gibi…

-Evet, öyle yapacağım, şey...

-Zeliha…

-Zeliha mı? Değişik bir isim.

-Aslında Zaxe... Göremediğim ninemin adıymış.

-Zaxe mi? Kürt ismi ama…

-Eveet.

Hayretle.

-Kürt müsün ki?

-Niye bilmiyor musun?

-Hayır.

-Tu Kirmanci dizayniye*, dedi beni makaraya alır gibi.

-Ere, ezi Kurmancım*, dedim ıslak ıslak.

Duygusallığımı gizleyen, ''Üşüttüm'' yalanına tekrar sarıldım. Beynimde hâlâ o sözcükler...''Tı Kurmanci dizayne?'' Birden onu, çok ama çok önceden tanıyormuşum gibi bir duyguya kapıldım. ''Rüya mıydı, serap mıydı, neydi?'' Sahile vurmuş gibi güvende hissettim kendimi.

-Şaşırdınız değil mi?

-Evet, dedim hıçkırır gibi bir sesle.

-Ama ben Kürt olduğunuzu biliyordum. Buradaki adınız bile Kürt Hoca.

-Yaa… Nerelisiniz?

-Haruniye'den.

-Sakın Haruniyeliyim deme bana!

-Nasıl anlatsam bilmiyorum ki… Annem Erzurumlu. Babam askerken tanımış onu. Harpmiş, dayım vurulmuş, gelmemiş. Dedem kahrından ölmüş. Ninem kalkmış, oğulluğuna sığınmış.

-Ne harbi?

-38...

-Nasıl tanışmışlar?

-Kıtlıkmış, levazımcı olan babam, yoksullara ekmek dağıtırmış. Önceleri dökerlermiş. İnsanlar bir bir ölünce ''Dağıtın!'' demiş komutan. Babam annemi o zaman tanımış... Daha doğrusu tanıştırmışlar. Dayım, iki boğazdan dört boğaza çıkan ailesine bakamaz olmuş. Yengemin dırdırı çekilecek gibi değilmiş. Annemin önünde iki yol varmış, ölmek ya da yaşamak. O ikincisini tercih edip kaçmış. Ninem, ''Berxemin'' diye diye ölmüş. Annem, on üçünde, soluk benizli, zayıfçırak bir kızmış. Bu diyarların bu kadar uzak olduğunu bilmezmiş. Onca yıl, dil, diş bilmeden tutsak gibi yaşamış. Yedi kardeşin en küçüğüyüm. Annemin ağıtlarıyla büyüdüm. Biri vardı ki hiç unutamam. ''Bêkese''* diye başlar ''bêheline''* diye biterdi.

-Pekâlâ buraya…?

Tülbentinin ucuyla gözlerini kurulayıp sustu.

-Bağışla, başka bir zaman…

Parçaları birleştirmiş, resmi tamamlamıştım. Merakımın yerini, vicdanımı depreştiren bir sızı aldı. Zemin, ucu ucuna dikilmiş gübre torbaları, keçe ve çul kaplıydı. Duvarda Rafet'in bir resmi asılıydı. Hakileri içinde saatini gösterir gibi gülümsüyordu. Yanındaki çerçeveye, karşılıklı bakışan, kızıl dilli, iki şahmeran işlenmişti. 

-Pekâlâ, sıkıldığında, yanına gideceğin kimin kimsen var mı?

-Eskiden barajın oraya inerdim. Hakkımda yalan yanlış şeyler söylenince bir daha gitmedim. Bu dağda, bu kulübede yaşar giderim işte. Akşamları dört gözle oğlumun dönüşünü beklerim. O, gördüğü, duyduğu her şeyi anlatır bana. Siz, iyi bir insansınız, Cihan'ımı koruduğunuz için teşekkür ederim size.

-Ne münasebet, ne yapmışım ki…

-Herkes siz olamaz, herkes yabancısı olduğu bir yerde sizin kadar cesur olamaz…

Sonra güldü.

-Sahi, sopasını kırdığın Şeref'le ne yaptın? İtten, kopuktan bir sürü yeğeni var da. İnan senin için hep dua ettim.

-Sağol. Eh, bana müsaade, deyip kalktım. Bir yandan, kovsalar bile gitmek istemeyen ben, diğer yandan dikene oturmuş gibi huzursuzdum.

-Olur mu, tavuk kestim, yoldum, kaynattım, pişti, pişmek üzere. Yemeğinizi yiyip öyle gidin. Kimin kimsen de yok, bu saatte ne yapabilirsin ki...

-Sağol, başka bir zaman. Geç oldu, yapacak bir sürü işim var. Sizden ricam…

-Buyur?

-Bir sorunun olduğunda beni arar mısın?

-Tamam

-Söz mü?

-Söz.

Çıkarken, arkamdan öyle bir baktı ki, unutamam.

-Şav baş* dedim Cihan'ın saçlarını okşarken,

-Sav baş, dedi ağlamaklı bir sesle.

Gidiyordum ama sürüyordum ayaklarımı. Batmakta olan güneş, barajın ufkunu kızıldan siyaha boyamıştı. Sarı bir inek, dip dibe biten iki incirden birine sürtünüp duruyordu. Arka kayalıklarda otlayan keçilerin çanları işitiliyordu. Rafet, evlerinin önündeki pulluğa yaslanmış, bu yana bakıyordu.

''Hey gidi koca Rafet, seninkisi, bir insanın çekebileceği en büyük ceza olmalı'' dedim.

Ali Rıza Aksın

''Kırmızı Fare'' adlı romandan

*Tu Kirmanci dizayne: Kürtçe biliyor musun?

*Ere ezi Kurmancım: Evet Kürd‘üm ben

*Berxemin: kuzum

*Bêkese: sahipsiz

*Bêheline: yuvasız

*Şav baş: iyi geceler.

Kategori: 

Bunları Okudunuz mu?

04/20/2024 - 16:37
03/31/2024 - 21:39
03/21/2024 - 04:53
01/14/2024 - 19:15

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

"BİZ BAŞKA TÜRLÜ SEVERDİK BİRBİRİMİ...
Derken, Galata Yokuşu'nun oralarda, yeni kurulmuş bir ajansta iş buldum. Burada getir götür işlerine bakacak ve Tünel'den başlayıp, Levent'e...
Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...