Genç yazara öğütler -1

Haydar Karataş kullanıcısının resmi
Bu iş böyledir demiyorum elbet, ama eğer söz konusu edebiyatsa yazar derin bir sessizlik içinde büyür derim ben. Anadolu’da derler ya, “Yılan sessiz yerde büyür.” Evet, yazarın en büyük sesi kendi sessizliğidir. Orada büyür ve o sessizlikte dilini oluşturur

Çokça sorarlar, nasıl yazar oldun? diye. Ve piyasada yazar olmakla ilgili pek çok da kitap falan filan var. Bu kitapların hiçbirini okumadım, hatta “Gece Kelebeği / Perperık-a Söe” sonrası gittiğim okumalar için; keşke bu okumaların hiçbirine de katılmasaydım dediğim çok olmuştur. Bana kalırsa edebiyatçı kendisi ile ilgili yapılan kritikleri dahi okumaktan kaçınmalıdır.
Başka yazarlar hakkında yazılan eleştirileri, yazarların hayat öykülerini filan takip etmeli, ama onu yönlendirebilecek şeylerden uzak durmalıdır derim. Belki bunun için pek çok büyük yazarın ilk eseri başyapıt olmuştur. O ilk eser bir patlamadır. Samimidir. Kaygılardan uzak yazılmıştır.
Bu iş böyledir demiyorum elbet, ama eğer söz konusu edebiyatsa yazar derin bir sessizlik içinde büyür derim ben. Anadolu’da derler ya, “Yılan sessiz yerde büyür.” Evet, yazarın en büyük sesi kendi sessizliğidir. Orada büyür ve o sessizlikte dilini oluşturur.

Gürültü!

Büyük gürültünün koptuğu yerde sessizlik de var elbet. Öyle bir sessizliktir ki o, gürültü dindiğinde geriye edebiyatın sesi kalır. Ama önce dinmelidir gürültü, yani öfke kendini yiyip bitirdikten sonra, ben ne yaptım dediği anda, geriye dönüp baktığında o şeyi, yazarın sesini bulmalıdır.
Yazar kahramanlarını yaratırken, onların elbiselerini kendisi keser, kilosunu, boyunu, saçının rengini, ne bileyim yani her şeyi özgür iradesiyle oluşturur, ancak bu var etme süreci onun kendini meydana getirdiği o sessizliğin yansımasıdır sadece.
Elias Canetti büyük eseri Körleşme’yi nasıl yarattığı anlatırken, roman kahramanlarına ilişkin pek çok ipucu vermiştir. Viyana’da işçiler arkadaşlarını öldüren polise mahkeme beraat kararı verince, adalet sarayını ateşe vermişlerdi. Bu gerçek bir olaydı ve Canetti o zamanlar şehrin dışında küçük bir öğrenci odasında kalıyordu. “İnsanlığın Halleri’ndeki” B’yi yani Kitap Kurdu Brand’ı o olaydan esinlenerek yarattığını söylüyordu. Adalet binası yanarken bir memur, “Yanıyor, dosyalar yanıyor!” diye bağırmaktadır. Canetti çok şaşırır, iyi de asıl insanlar yanıyordu! Devletin dosyalarını kurtarmaya çalışan, yardım isteyen bu adamın yıllar sonra onun romanına bir ajan gibi sızıp başkahraman olduğunu görünce şaşırdı.
Öyleyse yazarlığa giden yolun ilk basamağı, yazarın bu sessizlikle buluşması gibi geliyor bana. Bunun altını herkes istediği gibi doldurabilir. Her yazarı boğan bir sessizlik anı vardır. Ama ondan önce eğer ideolojik paradigmalar için roman yazmıyorsanız, bir yazarı yazar yapan bana ait dört etmeni belirteyim.
Neden mi, çünkü bir edebiyat eserinin hakkaniyet ölçüsünü okur duymak ister. Bunu da şöyle tanımlıyorum:
Edebiyatçı, edep yoluna gelirken öğrenme yoluyla edindiği bütün politik itham sürecini, semboller ve idolleri ile beraber öldürür. Yani Anadolu Alevilerinin eskiden yaptığı günahtan arınma ritüelini düşünün. Günahkâr kefene girer ve kendini nötralize eder. Böylelikle vicdan ölçütünü yenilerdi. Aynı şey.
Edebiyat büyük bir toplumsal dönüştürücüdür, ancak öyle olabilmesi için samimiyet ve hakkaniyet gereklidir. Çağımız edebiyatını da böyle tanımlıyorum. Öğreten değildir o. Bak bu oldu demez, dünya artık aleni, herkes olan biteni görüyor. Ama sevgili sevgiliyi, oğul babayı, dost dostu daha az hissediyor. İçini göremiyor. Çağımız insanının görme ve bilgi edinme potansiyeli onu daha çok parçalıyor.
İkinci neden, sizi huzursuz eden bir vicdan azabınızın olmasıdır.
Üç, Bir haksızlığa, ne bileyim iftiraya uğramalısınız. Yani hakkaniyet duygusunu derinden tanımanız için haksızlığı tatmalısınız derim. İdealleriniz de yıkılabilir, güvendiğiniz bir dağ da yerle bir olabilir.
Dört, birine ettiğiniz haksızlığın büyük muhakemesini kendi içinizde kurmuş olmanız lazım. Yargılayın kendinizi. Yerden yere vurun, acıdan kıvranın bu yargılama esnasında, ama itham etmeyin. Sen anlat, yargı okura aittir. Bazen yazarın hissettiği yüz yıl sonra da anlaşılabilir, ama anlaşılmıyorum diyerek söyleme yoluna başvurmamalısın.  
Ben bu dört şeyi derinlemesine yaşadım. Daha doğrusu kendimle girdiğim bu hesaplaşmada, hapiste tuttuğum günlükleri okuyanlar, yazar gözüyle bakar oldular...
Bilirsiniz, İstanbul’a geldikten sonra öfkemi radikal sol gruplar içinde ifade ettim. Laf aramızda iyi bir militandım, bir gün önce İstanbul’daysam ikinci gün Ege’nin bilmem hangi şehrinde eylem planları içinde geçti günlerim. Ölümler, hapisler ve öfkeli insanlar içinde de büyüdüm. Şikâyetçi değildim, ama böyle slogandan gırtlağım çatlarken bir hapishanenin karanlık hücresinde buldum kendimi, Spinoza’nın dediği ruhumun çamuruydu orası. Bir yarım yıl hiç bir insan yüzü görmedim. Kitabım, defterim olmadı. İlk günler kendi karanlığımda çok debelendim ya... Ama beni etkileyen ilk şey o karanlıkta karşıma çıkmıştı.

Sessizlik!

Hiç unutmam o günü. Bir gardiyan kafilesi içinde, kucağımda iç çamaşırlarım, defterim, okuyacağım kitaplar vardı. Kapılar dövülüyor, sloganlar atılıyordu. 13’üncü Koğuşun oraya gelince beni halka içine almış gardiyan kafilesi durdu, kapı açıldı ve aynen benim gibi hücrede geçireceği günlerin hazırlığını yapmış genç bir adam daha çıktı (Metin). Meğer bu Yozgat C.evi ne kadar da büyük bir hapishaneymiş. Ne kadar derin bir kuyu. Gardiyanlar gitti biz gittik, merdiven indik, koridor döndük. Dibine geldik hapishanenin, hücreler oranın altındaydı, müşahede denen yerin daha dibinde.
Cezaevinin altı hep demir kapılar, tuhaf, kuru kireç kokan dar koridorlar, sağlı sollu hücreler. Gardiyan kafilesi ikiye ayrıldı, Metin’i daha arkalara götürüyorlardı.
Biz başka tarafa, bir kapının önüne geldik, kucağımdaki kitaplar alındı, defter alındı. Ayakkabı bağcıkları, kemer, tumanın lastiği her şey alındı ve kilit demir kapının içinde döndü, sürgü çekildi. Gardiyan Recep’in kucağındaki kahverengi battaniye eşyalarım yerine bana verildi ve o derin karanlığa itildim.
Ne kadar garip bir yerdi. Tuvaletle yatak yerini ayıran bir duvar yükseltisi vardı. Dikkatimi en çok çeken tuvalet deliğini kapatan, içi su dolu pet fanta şişesiydi. Yatak denen şey dize kadar yükselen bir betondu, üstünde şu otobüs duraklarında sıkça rastladığımız türden banka çakılan tahtalar vardı. Evet polis merkezleri korkunçtur ama insan sesi vardır, bağıranlar, hücrelerin önünden geçen ayak sesleri. Oysa cezaevlerinin bu hücreleri ne kadar ıssız ve korkunçturlar! Ne kadar?
Kendimi bu yalnızlıkta bulunca, gülünç bir şey yaptım. Korktum ve hemen kapıya koştum. Vurdum. “Gardiyan! Gardiyan!” dedim. Beni yazarlıkla buluşturan yolculuk orada başladı. O hücrede bir pencere vardı, dünyaya açılan.
Devam edeceğim...

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...