Rüyadan aşklar zamanıydı

Haydar Karataş kullanıcısının resmi
Rivayet o ki, eski Yunanda aynen Kral Oidipus’un girişinde Rahip Thelabi’nin yaktığı ağıt gibi bir dönem yaşanmış

Rivayet o ki, eski Yunanda aynen Kral Oidipus’un girişinde Rahip Thelabi’nin yaktığı ağıt gibi bir dönem yaşanmış. O ağıtı hatırlayın, Rahip mezarın başına gelir ve şöyle derdi:
“Yaşam, yerin meyve veren tohumlarında,
Otlaktaki sürülerde
Hamile kadınlarda son buldu:
Çünkü artık hiç biri doğum yapmıyor.”
İşte Eski Yunan’da da öyle bir an gelmiş ki, yaşam son bulmuş. Ve tanrılar tanrısı Zeus hayatın böyle altüst olduğu bir anda kız kardeşi Hera’ya gönlü düşmüş. Öyle olmasaymış yaşam doğurganlığını toptan yitirirmiş. Dedim ya rivayet!  
İyi de iki tanrı birbirine gönül vermişse ve de evlenecekse günlerden hangi gün olmalıydı dersiniz? Ya Dersim’in Mamikyan Ermenileri, Kızılbaş dünyasının Hızır’ı hangi ay kuşları bulmaya gitmeliydi?
Tabii eski Yunanda Şubat’ın on dördünde kutlanan Zeus’la Hera’nın evlilik yıldönümü, elbette bugünkü gibi çiçek vermekle, ne bileyim lüks restoranlarda yer ayırmakla  filan olmuyordu. Doğurganlık ve bereket getirsin diye kırk bir baharat birbirine karıştırılır meydana toplanan gençlere bu “kuvvet” macunu dağıtılırmış. Eh ülkemizin şu kadar tankı, bu kadar topu var denemezdi ya! Biz bu kadar çoğuz denerek başka site devletlerine meydan okunmuş. Zaman tanrılar zamanı, dil tanrıların dili. Henüz günlük hayatın ihtiyaç dilini konuşmadığımız gibi; bugünkü gibi günlük hayata hitap eden hikâyelerimiz de yoktu. Güç, çok nüfustan geçiyordu ve akıl yolunu bulmak için hâlâ tanrıları aramakla meşguldü.
Yani kendimize anlam arama zamanıydı. Tanrıları yaratacaktık ki, sonra o tanrılarla özdeşleştirdiğimiz kahramanlarımız olsundu. Yaşar Kemal’in deyimiyle, insan önce yaratır, öyle güzel yaratır ki, her anlattığında daha güzel var eder hikâyesini. Sonrada oturur yarattığını yıkmaya çalışır. Yaratırken aynen bir romancı gibi heyecanlanır, ama yıkma zamanı geldiğinde canı yanar, bedel öder. Bu tarih böyle gelmiş, böyle gitmiştir...
Benim çocukluğumun Dersim’inde, yani henüz metafizik ile mitolojik ideogram arasında gelip gittiğim zamanlarda benim de bir Zeus’um vardı. Adı Hızır’dı. Çocukluğumun Hızır’ı öyle Zeus gibi ne güçlü ve ne de gözüne kestirdiği kadını kanatlarına alıp Samos adasına uçuruyordu. Uzun sakallı ve yaşlıydı. Omzunda heybesi vardı, her şubat ayı geldiğinde fakirler için pars toplamaya giderdi. O gün su içmeden yatan genç kız ve erkeklere sevgililerinin nerede olduğunu söylerdi. Yani önce bu aşk denen şeyin rüyasını gördürüyordu.
Yaşlılar bize onu şöyle anlatırlardı:
 “Bu yeryüzüne öyle bir zaman gelmiş ki, yer gök kar olmuş, insanlar fukaralıktan kırılmış, ala karga dışındaki kuşlar, börtü böcek terk edip gitmiş. Ve derken Hızır çıkıp gelmiş. Demiş, ‘Siz merak etmeyin, üç güne kalmaz ben gider bütün hayatı, kuşuna varana dek alır geri getiririm. Bunun için yapmanız gereken tek şey, şu heybemin gözlerine kavrulmuş buğday koymanızdır.’” Bu hikâyeyi yüzlerce kez dinlemişimdir, babam kadar güzel masal anlatanı yoktu, ama Hızır’ı en güzel büyük babası Ermenilikten Kızılılbaşlığa geçmiş Usıv Ali dediğimiz komşumuzdan dinlemenizi isterdim. O çok güzel bir masal anlatıcısıydı, dinleyenlerinin kalbini sessizliğe gömebilirdi, ne bileyim mesela o hikâye anlatırken farkına varmadan onun gibi nefes alıp verdiğinizi fark ederdiniz. Masal kahramanlarını her belanın içine sokar çıkarırdı. Ama belanın büyüğü her Kızılbaş masalında olduğu gibi şehirlerdi. Belki de bunun için “şehirler bana bir tuzak, insan sohbetleri yasak” demiştir şair.
Kim bilir?
Hızır gününün hazırlıkları üç gün sürerdi, ilk iki gün yastır. Küfür etmek, kızmak, tavuğa kışt demek, ayağına dolanan kediyi iteklemek olmaz. Hepsi naçardır, Hızır gelecek ve bu karanlık kış aydınlanacak. Ancak fukara halkı için yollara düşmüş Hızır, Usıv Ali’nin sesinde pars toplaya toplaya dağlar aşardı, ovalar geçerdi ve birden ışıklı bir şehre çıkardı yolu. Hızır’ı bu ışıklı şehre getiren Usıv Ali bütün yolu tarif ederdi. Onu her kuytuya götürürdü, ama gittiği her yerde önüne ala karga çıkardı. Ala Karga,
“Kıkırı kır, kıkırı kır” der,  Hızır’ı yolundan alı koymak için bir bu tarafa, bir o tarafa konardı. Ve birden Usıv Ali’nin sesi fısıldar gibi konuşmaya başlardı, aynen şöyle çıkardı;
“Hızır bu ışıklı şehri görünce, demiş tamam buldum kuşlarımızın gittiği yeri. Ama şehre girmiş ki ne görsün, başı dönmüş, yönünü nereye çevirmişse insana çarpmış. Sokakları dilenci doluymuş, tekerlekli at arabaları böyle rüzgâr gibi Hızır’ın yanından selamsız sabahsız geçip gidiyormuş. Demiş burası kimin ülkesi, sokaklarındaki bir insan gülüyor, diğeri ağlıyor, gülen ağlayana dönüp bakmıyor, ağlayan gülen kadar mutlu görünmüyor. Oysa benim insanlarımın böyle evleri yok ama biri ağladı mı diğeri yardımına gelir...”
Bu şaşkınlık içinde etrafına bakan Hızır geceye yakalanır. Karnı zil çalıyor ancak hangi kapıya giderse gitsin, açılan kapı onu tanımıyordu. “Sen kimsin böyle üstün başın dökülüyor” derlerdi ve kapı yüzüne kapanırdı yaşlı adamın. İşte hikâyenin bu anları öylesine dramatikti ki, annem, nenem dizlerini vurup söylenirlerdi. “Ya Hızır”, derlerdi, “Ya Hızır umudunu yitirme.” Tabii Usıv Ali’yi daha önce dinleyenler bilirdi, bu esnada acımasızca ses tonunu bir yükseltir bir düşürür, uzattıkça uzatırdı. Ama biliyordum Usıv Ali bu bilinmez şehri sokak sokak gezdirecekti Hızır’a, o evleri tek tek anlatacaktı, bir evden genç bir kadın, diğerinden süslü bir hanım çıkacaktı kapıya ve en sonunda büyük bir umutsuzlukla Hızır bu şehrin sokaklarında aç sefil yönünü şehrin dışına çevirecekti. Orada şehrin dışında fakir bir kulübe vardı, ışığı cılızdı, içerden gelen sesi yalnızlıklar içinde inliyordu. Hızır, “Halla halla bu şehirde bütün evler sırtını bir birine yaslamıştır, her bina başka binayı ezmek için uğraşır. Bu kulübenin içinde ağlayan kim ola” der.
Kapıya giderdi. O şehrin pars toplayan yaşlı kadınıydı bu. Fakirdi, çok fakirdi.
Hikâye uzun. Meraklısı hâlâ kalmışsa köy Dersim’de bir dağ evine gitsin ve hem hikâyesini dinlesin Hızır’ın ve hem de yemeğini yesin. Ama o şehrin Paşası bizim Hızır’ı fark eder ve alıp zindana atardı, başına da zebanisini koyardı.
Eh bu olur mu, Hz. Musa’nın elindeki baston denizi ikiye bölmüşse bizim Hızır da o zindandan “sır” olmaz mıydı? Sır olur ve cebine koyduğu kavrulmuş buğdayı serpe serpe kuşları alıp insanlarına geri getirirdi.
İşte o gün, sabah buğdaylar kavrulur, el değirmeninde öğütülür ve bu kavrulmuş buğday unundan “kavut” dediğimiz bir yemek yapılırdı. Basit bir yemektir, bir tür helva düşünün, ama içi çukur edilir ve hazırlanan şerbetli tereyağı içine boca edilir.
Ve her şey bu “kavut” yemeği ile başlar, kavrulmuş buğdaydan yapılan kavut yemeği susuzluktan sizi çatlatır. Ama su içmek yoktur!
Genç kızlar, genç erkekler öyle susuzluktan çatlarken yatağa girerler ve hangi dağda, hangi köyde gece rüyalarında suyu görürlerse kısmetlerinin orada olduğuna inanılırdı.
Bu günle ilgili her ağabeyim hatta köyümüzdeki her gence dair bir anım var, ama en güzeli büyük kız kardeşimle ilgili olanıydı.
O bir gece vakti uyandı, “Baba rüya gördüm” dedi. “Bir şehre gittim, bir dut ağacının altında bekliyordum, genç bir adam geldi elinde beyaz bir torba vardı, bana verdi ve gitti.”
Tek hayal dünyası masallar ve dağa taşa inanmak olan babam keçi ağılına koştu ve kapıya gelen ilk keçiyi alıp sabah doğan güneşe kurban verdi.
Gözlerinden yaş geldi keçimizin, karnından sincap büyüklüğünde tüyleri daha yeni terlemiş iki yavru çıktı.
Annem, “Bunak,” dedi, “bu bunadı herkes rüya görüyor, kim gidip ikicanlı keçiyi kurban ediyor.”
Garip bir dünyaydı. Bir iki gün sonra marangoz Keki geldi, üstünde turnaların, karıncaların kanat açıp uçtuğu bir çeyiz sandığı yaptı kız kardeşime. Oradaydı, anahtar deliğinin altında bir dairenin içinde; iki yavrusu iki yanında yere çömelmişti o keçimiz. Yıllarca Usıv Ali’nin anlattığı o yaşlı Hızır’ın da bu sandukanın içine resmedildiğini düşündüm durdum.
Rüyadan aşklar zamanıydı.
Hızır,  Dersimlilerin üçüncü büyük bayramıdır. Dört kol halinde kutlanırdı. İlk üç hafta Kızılbaşlara aittir, dördüncü hafta Hızır-e Keles olur Mamikyan Ermenilerine geçer ve son bulurdu. Bugün artık Ermeniler yok, Hızır var ama hikâyesi yok. Tanrı var, onu baştan çıkaran Hera yok. Kim bilir belki masal gerçek de insan yalan. Yoksa bu kadar ahlak bekçisi olur muydu genç kızlarımızın başında.
HAYDAR KARATAŞ karatas.h20@gmail.com

Kategori: 

Hapishane Edebiyatı

Ümüş Eylül Hapishane Dergisinin 51. Sayı...
Tekirdağ Cezaevi tutsaklarınca elle yazılıp mektuplarla dağıtılan Ümüş Eylül Kültür-Sanat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2024 tarihli 51. sayısı...
TEK KİŞİLİK HÜCREDE YAZILAN BİR ÖYKÜ: DE...
               Mahallenin kimi çocukları ondan hem korkar hem de onunla uğraşmaktan vazgeçmezdi kargalar...
Duvarları delen çizgiler
Balıkesir Burhaniye yakınlarında yaşayan arkadaşlara davet. 10 Aralık'ta Insan hakları haftasında, Burhaniye Yerel Demokrasi ve Insan Hakları Gündemi...

Konuk Yazarlar

Mivan’ın bakışı Bahri’nin ağıdı/ Uğur YI...
  Neyse bir ihtimal dedik, başladık isteklerimizi sıralamaya: “Bahri arkadaş sen kuzeninin çok güzel saat yaptığını…” daha sözümü bitirmeden, “...
Utanmak/ Sıdo için/ Sevda KURAN
  Fakiri, zengini, orta hallisi, Alevi’si, Sünni’si, Ermeni'si, hacısı, hocası, orospusu, delisi ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla...
Girit Leblebisi
  Ben vakitlice davranmış, gün batımını da izlemek için kahvelerin gürültüsünden uzakça bir bankı gözüme kestirip oturmuştum. Bir süre sonra,...